”Alt kimlik-üst kimlik” tartışması, ”ılımlı İslam” tezi ileri bir demokratikleşmeye ilişkinmiş gibi sunuluyor. Ancak bu tartışmada demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan vatandaşlık kimliğinin aşındırılmasına yönelik geriye doğru bir basınç gizli. Özdeşleşme ve bireyleşme ”Alt kimlik” kavramı, bireyin benimsediği aidiyeti özgürce ifade etmesi bağlamında kullanılıyor. Ancak bu sırada, ”alt” tanımlamasındaki muğlaklık, ”kimliğin” etnik ve dini inanç […]
”Alt kimlik-üst kimlik” tartışması, ”ılımlı İslam” tezi ileri bir demokratikleşmeye ilişkinmiş gibi sunuluyor. Ancak bu tartışmada demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan vatandaşlık kimliğinin aşındırılmasına yönelik geriye doğru bir basınç gizli.
Özdeşleşme ve bireyleşme
”Alt kimlik” kavramı, bireyin benimsediği aidiyeti özgürce ifade etmesi bağlamında kullanılıyor. Ancak bu sırada, ”alt” tanımlamasındaki muğlaklık, ”kimliğin” etnik ve dini inanç öğelerine indirgenebileceği gibi teorik olarak savunulması çok zor varsayımlar, hatta bu tartışma için uygun olup olmadığı bir yana, ”kimlik” kavramının içerdiği paradoks görmezden geliniyor.
Bu paradoksu Hegel , ikincil özdeşleme aracılığıyla bireyleşme bağlamında koyuyordu. Başlan gıçta özne, içine doğduğu yaşam-biçimi (aile, yerel cemaat) tarafından kucaklanmıştır. Kendini, bu ilk, ‘organik’ cemaatten kopartmak ve ‘otonom bir birey’ olarak dayatabilmek için, ilk yapması gereken şey, en temel bağlılığını bu ilk cemaatten bir başkasına, bir ikincil cemaate kaydırmak, varlığının özünü burada tanımlamaktır. Bu ikincil cemaat evrensel ve aynı anda ‘yapay’ , yani ‘kendiliğinden’ değil, ‘dolayımlı’ , özgür bireylerin bağım-sız etkinliğiyle tanımlanan bir cemaattir. Diğer bir deyişle, birey bağlılığını aileden, yerel cemaatlerden (dini, etnik, klan) çekip vatandaşlardan oluşan ulusa transfer eder. Bu transfer sürecinin sonunda birincil aidiyet özel bir dönüşüme uğrayarak, ikincil evrensel aidiyetin bir görüntüsü olarak işlemeye başlar (özetleyen, Slavoj Zizek , ”Multiculturalism, or, the cultural logic of Multinational capitalism” – New Left Rewiev, No: 225, 1997). ”Alt kimlik” kavramına dönersek, paradoks şöyle: ”Alt kimlik” (burada ‘somut evrenselliğe’ denk düşüyor), varlığının özünü bir ‘soyut evrensellik’ ( ”üst kimlik” ) içinde tanımlamadıkça, otonom bir birey haline gelerek demokrasiye katılması ve onu geliştirmesi olanaklı değil.
Modern devlet (özellikle demokratik cumhuriyet) yerel cemaatlerin, etnik, dini aidiyetlerin, ‘somut evrenselliklerin’ aşılarak (aufhebung) bir ‘soyut evrenselliğin’ kurulmasına dayanır. Bu da, yaşam etkinliği ‘somut evrensellikleri’ aşan burjuva ”bireyin” ortaya çıkmasına bağlı bir gelişme . Zamanla, kapitalist sınıfın, şehir devletlerinin, yerel pazarların dar sınırını aşan etkinliği, ‘somut evrenselliklerin’ (dolayımsız aidiyetlerin) oluşturduğu parçalanmış coğrafyaları, otonom burjuva bireylerden oluşan coğrafyalara dönüştürmeye başladı. Bu yeni coğrafyada artık, bireyin ”kimliği” (aslında ‘kimlik oluşturma süreci’ daha doğru bir ifade), gittikçe ‘somut evrenselliğe’ dayalı aidiyetlerinden koparak salt meta (piyasa) ilişkilerine tabi olarak biçimlenecekti. Burjuva sınıfının çeşitli etnik, dini aidiyetlere sahip kesimleri de, bu zeminde, ‘somut evrenselliğe’ ilişkin aidiyetlerini aşarak, bir ‘ulusal sınıf’ oluşturmaya başladılar. Devletin tüm dini cemaatlere aynı uzaklıktaki bir noktaya çekilmesi (laiklik) de bu sürece ait bir gelişme.
Kapitalizm durdukça…
Diğer taraftan, ulus devletler, sermaye gruplarının belli coğrafyaları (ülke) denetlemesinin, dışa karşı korumasının ve yeni coğrafyaları ele geçirmesinin de bir aracıdır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi boyunca devletler arasında egemenlik-bağımlılık ilişkileri oluştuğunu, emperyalist devletlerin, kendi aralarında, belli zamanlardan, bir liderlik altında, dünya pazarının kullanımı ve paylaşımı üzerine mutabakatlar oluşturduklarını görüyoruz. Bu mutabakatların bozulmasıyla büyük savaşların çıktığını da…
Geçmişte, ulus devletleri, ‘daha soyut bir evrensellik’ dolayımıyla birleştirme çabaları hep başarısız kaldı. Avrupa Birliği projesinin çabaları da sonuç vermiyor. Bu bağlamda, bir kez oluştuktan sonra, ulus devletlerin ifade ettiği ‘soyut evrenselliği’ aşabilecek, bir evrenselliğin kurulmasının, ulusları bağımlılık -egemenlik dinamiğine kilitleyen emperyalist ilişkiler var olduğu müddetçe, dolayısıyla kapitalizm altında, olanaksızlığı savunulabilir.
Öyleyse, çok sayıda ulus devleti kucaklayan büyük coğrafyaları doğrudan denetlemek için, geriye tek bir seçenek kalıyor: Ulus devletlerin bu denetleme projelerine direncini kırmak. Bu, ‘somut evrensellikleri’ yeniden canlandırarak, din ile devlet arasındaki diyaframı delerek, ulus devleti ayakta tutan ‘soyut evrenselliğin’ fonksiyonu olan vatandaşlığın imha edilmesiyle başarılabilir. Bugünün ‘tarihi’ böyle bir çabanın ürünü. ‘Alt kimlik-üst kimlik tartışması’, ”ılımlı İslam” tezi, dini ve/veya etnik homojenlik kurma çabası, pratikte ulus devletin, vatandaşlık kurumunun, dolayısıyla demokrasinin varlık koşullarının, emperyalist projeleri kolaylaştırarak imhası anlamına geliyor. Bu koşullarda ‘somut evrensellikler’, emperyal projelere paralel süreçlerde (ulus devletin baskıcı politikalarının da katkılarıyla) canlandıklarından, kendi varlıklarını ‘soyut bir evrensellik’ içinde değil, bir imparatorluk içinde tanımlama kaderiyle karşılaşıyorlar. ”Civis Romanus Sum” (Ben Roma vatandaşıyım) sözüyse, bildiğiniz gibi özgürleşmeye değil, ”bağımsız bireyin” henüz ortaya çıkmadığı bir döneme ilişkindir.
[email protected]
Bu yazı Cumhuriyet Gazetesinin 30.11.2005 tarihli sayısından alınmıştır.