Önümüzdeki günlerde yıllardır bitmeyen, bitmeyecek bir tartışma konusu bir kez daha açılacak; asgari ücret. Sonunun başından belli olmasına kimse aldırmadan bildik senaryo oynanır. Tartışma hep artışın oranı üzerinde yoğunlaşır. Kızılan, küsülen, terk edilen toplantılarda anlaşmaya varılamaz. Hükümet duruma el koyar(!) ve ekonominin gereklerine uygun(!?) olanı işverenlerimizin yakın desteği ile ilan eder. İşte bu bilinen ritüel […]
Önümüzdeki günlerde yıllardır bitmeyen, bitmeyecek bir tartışma konusu bir kez daha açılacak; asgari ücret.
Sonunun başından belli olmasına kimse aldırmadan bildik senaryo oynanır. Tartışma hep artışın oranı üzerinde yoğunlaşır. Kızılan, küsülen, terk edilen toplantılarda anlaşmaya varılamaz. Hükümet duruma el koyar(!) ve ekonominin gereklerine uygun(!?) olanı işverenlerimizin yakın desteği ile ilan eder.
İşte bu bilinen ritüel yakında yeniden yaşanacak. Hiç kimse artışın ne kadar olacağını merak etmesin veya bir beklenti içine girmesin. Sonuçlar yine belli, halen TBMM’de görüşmeleri sürmekte olan 2006 yılı Bütçe’sinde yazıyor. İyimser bir üslup kullanalım, bütçeye göre 2006 yılı için asgari ücret için öngörülen artış oranı yüzde 5. Bütçeye göre asgari ücret öngörülen enflasyon oranı düzeyinde artacak.
Bunun ne anlamı var? Yine iyimser olarak söyleyelim; her şey aynı kalırsa geçim koşullarımız açısından boyumuz ne uzayacak ne de kısalacak. Uzamayacağı garanti, asıl sorulması gereken ne kadar kısalacağı.
Bütün veriler, hemen tüm dünyada olduğu gibi yoksulluğun kapsadığı kitlenin giderek büyüdüğüne işaret ediyor.
1970’li yılların kurgu filmlerinde görülen, küçük kapalı şehirler içinde yaşayan zengin vatandaşlar ile geçilmez küreler veya duvarların dışındaki yıkık binalarda, yer altlarında, mağaralarda yaşayan “yabancı”ların dünyasına benzemeye başladık.
Paris’te başlayan olaylar, bir çok yönden dikkat çekici, küreselleşmenin sosyal etkileri ve eserleri göze batacak biçimde kendisini göstermeye başladı. Gerçi benzeri nitelikteki olaylar, farklı biçimlerde Amerika’da, İngiltere’de de yaşandı. Paris olayı bu anlamda dışlanmışların isyanının lokal ve münferit olmaktan giderek çıktığının işareti olarak okunabilir.
1 Mayıs 1996’da İstanbul, Kadıköy’de yaşanan olaylar sırasında bu getto olayı bir süre bizim sırça köşk yazarlarımızın da gündemi olmuştu. Üç kişinin katledildiği bir olayda, limuzinli, yalılı köşe yazarlarımız ve yönetimlerindeki gazeteler yitirilmiş canları değil de kırılan banka camlarını, ezilen çiçekleri manşetlerinden indirmemişti. Dertleri, bu getto öfkesinin kendi bahçelerine, plazalarına da yansıyıp yansımayacağı idi.
Asgari ücretle başlayıp nereye savrulduk. Aslında bu savrulma değil, günümüz dünyasında hızla akan yaşamın bağları o kadar bir birinin içine dolanmış ki. Ucundan tuttuğunuz ipin nereye gideceğini kestirmek bile zorlaşıyor.
Biz yeniden konumuza dönelim, asgari ücret dediğimiz, böyle hükümetin bütçesinde belirlediği vatandaşların da itiraz etmeden kabul etmek zorunda olduğu bir kural mıdır?
Hayır değil. Peki bu asgari ücret nasıl oluşuyor diye işin köküne doğru yollandığımızda gideceğimiz ilk adresler mevzuat dediğimiz hukuk belgeleri oluyor.
Mevzuatta asgari ücret
Para egemen bir dünyada, lafı bırak sen cebe girecekten haber ver diyenlerimiz de çıkabilir. Bunların sayılarının da pek düşük olmadığını biliyoruz. İktidarlar da bu kitlenin belki bunu da bulamam telaşıyla verileni kapıp sustuğunu bizden de iyi bildikleri için hakkımız olana bir türlü erişemiyoruz.
Biz yine de ilgilenmek isteyenlere asgari ücret konusunda bir bilgi hatırlatması yapalım. Önce ülkemizdeki mevzuat açısından asgari ücret nedir sorunun karşılığını arayalım.
Anayasa, Madde 55; “Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.
Asgari ücretin tespitinde ülkenin ekonomik ve sosyal durumu göz önünde bulundurulur.
4857 sayılı İş Yasası, Madde 39; “İş sözleşmesi ile çalışan ve bu Kanunun kapsamında olan veya olmayan her türlü işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca Asgari Ücret Tespit Komisyonu aracılığı ile ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir.”
Asgari Ücret Yönetmeliği, Madde 4/d; “İşçilere normal bir çalışma günü karşılığı ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücreti,…ifade eder.”
Bu metinlerde:
– Devletin çalışanların adaletli bir ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alması gerektiğini (Anayasa),
– Asgari ücretin işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için belirlendiği (İş Yasası),
– İşçinin zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılayacak ücrete asgari ücret denildiğini (Yönetmelik),
görmekteyiz.
Bu metinlerin hepsinin çok önemli bir ayıracı vardır, “ülkenin ekonomik ve sosyal durumu göz önünde bulundurulur”.
İşte bu ayıraç, darbecilerin yarattığı hukuk sisteminin temel özelliğidir, hakkın var ancak kullanmaya ülkenin şartları elvermiyor, üzgünüz!
İktidarların ve sermayenin bu önemli saklı hükmü kullanmaları sıkça karşılaşılan bir olay. Kanıksanmalı mı hayır!
Asgari ücret nasıl belirleniyor
İş Yasasına ve bu yasaya dayanılarak çıkarılmış Yönetmelik asgari ücretin bir komisyon tarafından belirleneceğini söylemektedir. Komisyon ILO’nun ünlü üçlü temsil esasına göre oluşturulmaktadır.
1. Devlet temsilcileri (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü, Devlet Planlama Teşkilatı, Hazine),
2. İşveren temsilcileri (TİSK),
3. İşçi temsilcileri (Türk-İş)
İşçi ve işverenleri kimlerin temsil edeceği ise şu şekilde tanımlanmış; bünyesinde en çok işçiyi/işvereni bulunduran en üst kuruluş.
Bu tanımlama nedeniyle işçi örgütleri arasında yıllardır bitmeyen bir temsil çatışması yaşanmaktadır. Gelen öneriler dönüşümlü temsil veya üye sayısına oranlı temsil. Bu önerilere göre bir değişiklik yapılması tek başına asgari ücret komisyonunun sağlıklı kararlar üretmesine yeter mi? Bu oldukça şüpheli.
Sonuçta iş parmak sayısını bakıyor ve işverenlerle iktidarların çıkar ortaklığı sona ermedikçe işçi temsilcilerinin taleplerinin kararlara yansıması mümkün olamıyor.
Burada bir parantez açmakta yarar bulunabilir. Üçlü temsilde mantık devletin yeni moda deyimle “sosyal taraflar”ın, eski moda deyimle sosyal sınıfların arasında hakem rolü oynayacağı üzerine kuruludur. Üçüncü tarafın iki sınıf arasında tarafsız olacağı öngörülmektedir. Sınıfları gören buna karşılık devleti sınıflardan bağımsız kabul eden bir mantık. Doğal olarak hayata uymuyor. Devlet, onu yönetmek üzere oluşturulan iktidarların politikalarına göre işliyor. Bu ülkede iktidarın hangi sınıf adına hükümet ettiğini ayrıca açıklamaya pek ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki mevcut devlet sisteminin bizatihi kendisinin sermaye sınıfıyla ilişkisi başlı başına bir konu.
Devlet kurumları, bir insanın asgari yaşam standartlarını yakalayabilmesi için yapması gereken zorunlu harcamaları kalemler halinde saptıyor ve bir asgari yaşam maliyeti belirliyor. Bunun üzerinde taraflar görüşlerini açıklıyor ve isteklerini sıralıyor.
Hemen her alanda olduğu gibi bu alanda da işler kağıt üzerinde gayet iyi duruyor. İş pratiğe gelince sapmaların yönü hep sermayenin çıkar ve ihtiyaçlarına göre biçimleniyor. İktidarlar ve sermaye iş ve güç birliği yaparak olması gerekenin yerine kendilerine göre olanı ilan ediyorlar.
Asgari ücret, asgari yaşam sağ
lıyor mu?
Bu sorunun yanıtı için son zamanlarda yayınlanmış bazı araştırma sonuçlarını aktaracağız.
Türk-İş’e bağlı Türk Harb-İş Sendikasının Kasım başında yaptığı bir araştırmada gıda, giyim, sağlık, barınma ve eğitim başta olmak üzere zorunlu harcama kalıplarını kapsayan yoksulluk sınırının 1.581,53 YTL’ye ulaştığı belirtiliyor.
Bu hesaba göre, asgari ücret yoksulluk sınırının üçte birinden bile az. Asgari ücretle çalışan bir işçi üç kat yoksul.
Türk-İş tarafından yapılan bir başka araştırma ise asgari ücretin Anayasa’da, Yasa’da ve Yönetmelik’te belirtilen adalet ve ekonominin gereklerine uygunluğunun da tartışmalı olduğuna işaret ediyor.
Araştırmada 1999 yılı veri alınmış ve bu yılki reel asgari ücret 100 olarak kabul edilmiş. 2005 yılında reel asgari ücret 108,5’e çıkmış. Kimileri için bu iyi bir gelişme olabilir. Tek başına hiçbir anlamı olmayan bu sayı, aynı dönemde ekonominin bütünündeki gelişme ile karşılaştırıldığında bir fikir veriyor. Aynı yöntemle 1999’da Gayri Safi Yurtiçi Hasıla 100 olarak alınmış. 2005 yılında GSYİH’nin ulaştığı düzey ise 130,2 olarak hesaplanmış. GSYİH’de neyin nesi diyenlere, uzman arkadaşlarımızın affına sığınarak kabaca bir yıl içinde bir ülkede elde edilen toplam gelir diyelim. (Asgari Ücret Gerçeği, Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Eylül 2005)
Yani ülkenin ekonomisi 1999’dan 2005’e kadar olan dönemde 30 birim büyürken, işçinin asgari ücreti ancak 8,5 birim artabilmiş. Bir farklı anlatımla emekçilerin asgari ücretli kesimi ülke gelişmesinden adaletli bir pay alamamış. Alamadığı için de yoksulluk sınırının üç katı altına düşmüş.
Normal koşullarda, devletin kurumları, Komisyon için asgari geçim için yapılması zorunlu harcamaları kalem kalem belirler. Bir başka sorun ise, iktidarların kendi kurumlarına bile itibar etmemeleridir.
Son üç yıl içindeki uygulamaya bakıldığında Komisyonun kararlaştırdığı asgari ücretin, Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından önerilen miktarın ortalama yüzde 27 oranında daha düşük olduğu görülmektedir. Konuya ilişkin olarak Türk-İş tarafından yapılmış bir tablo bunu somut olarak göstermektedir.
Bu durumda saptanan asgari ücretin ne Anayasa, ne Yasa ne de Yönetmelikte öngörülen kriterleri sağladığını kimse iddia edemez.. Biraz da ileri gidip, iktidarın “hukuku” da “hakkaniyeti” de pek takmadığı söylenebilir.
Sorun yalnızca asgari ücret düzeyinde değil, ücretlerin bütünü için geçerlidir. Konuya daha geniş bir açıdan bakıldığında tablo giderek kararmaktadır. Prof. Dr. Erinç Yeldan, DİE verilerine dayanarak ücret konusundaki durumu şu şekilde özetliyor.
“Türkiye’nin IMF ile başlattığı ‘enflasyonu düşürme’ programı ve sonrasında imalat sanayii saat başına reel ücretleri birikimli olarak yüzde 18.2 geriletilmiştir… Oysa bilindiği gibi söz konusu dönemde milli gelir birikimli olarak yüzde 20’nin üzerinde artmış ve büyüme rekorları kılınmıştır. Yani, 2000-sonrasının IMF programları altında işçi gelirleri hızla geriletilirken, istihdam yaratmayan üretim artışları sayesinde sermayedarın kârlılığı yükseltilmiş durumdadır.” (AKP iktidarında üç yıl: Güven ve İstikrar Kim İçin, Erinç Yeldan, Cumhuriyet gazetesi, 9 Kasım 2005)
Erinç Yeldan bize bir başka unsuru daha hatırlatıyor.
Dolayısıyla ücretin, bizim konumuz açısından asgari ücretin belirlenmesinde her ne kadar mevzuatta olmasa da “küreselleşmenin gerekleri” gibi bir başka unsur devreye giriyor. Toplantılara katılmasa bile Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na IMF ve Dünya Bankası’nın karanlığı düşüyor.
Asgari ücretin önemi ve tartışılması gerekenler
Asgari ücret, üzerinde bunca kıyametin koparılmasını hak edecek denli önemli bir konu. Ancak bu konuda gürültünün en büyüğünü sermaye ve iktidarlarının çıkardığını söylemenin çok da yanlış olacağını söylemek zorundayım.
Ne zaman asgari ücret konusu gündeme gelse, sermaye elindeki tüm araçlarla saldırıyı başlatır. Başlıca malzeme de bellidir. Asgari ücretin artışı küresel rekabet gücümüzü kırar, üzerimizdeki yükleri artırır, bu yükleri kaldırmamız ve bu işçilik maliyetleri ile üretmemiz mümkün değil denir. İşi biraz ileriye götürenler asgari ücretin artışını ekonominin hassas dengelerinin dibine konulmuş bir dinamit gibi göstermeye çalışırlar.
Sonuçta şu kadar artsın, yok hiç artmasın türünden bir çekişme içinde asgari ücretin asıl önemi ve işlevi gözlerden uzaklaşır. Hiç artmasından eh bunu da şükür durumuna gelinir.
Böyle mi olmalı? Buna işçi sınıfından olup da evet diyebilecek birisinin çıkacağını sanmıyorum.
İyi de ne yapılacak o zaman, işçi sınıfının tek başına iktidar olması mı beklenecek. Olsa iyi olurdu ama buna gerek kalmadan da yapılacaklar vardır.
En azından işçi sınıfının örgütlü kesiminin bu yazıda yapıldığı gibi öyle uzun uzun konuşmadan birkaç başlıkla sürece müdahalesi yeterlidir. Bunun yolu çok da karmaşık değil, ilk örneğini Ankara’daki işçiler verdi. Böylesi bir mücadelede ilk akla gelebilecek talepleri ve hedefleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Asgari ücret vergi dışı bırakılmalıdır.
2- Asgari ücret hesaplamasında birey yerine aile esas alınmalı, bilimsel veriler kullanılmalıdır.
3-. Asgari ücretin aynı zamanda gelir dağılımındaki adaleti sağlayıcı bir araç olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.
4- Tüm çalışanlar için tek bir asgari ücret belirlenmelidir.
5- Tespit Komisyonunda temsil sorunu çözülmelidir
Bu taleplerin gerekçelerini ve açılımlarını yaparak konuyu bağlamaya çalışabiliriz.
1- Asgari ücretin vergi dışı bırakılmalıdır:
Asgari ücretten vergi almak asgari ücretin doğasına aykırıdır.
Sermaye açısından vergilendirilecek gelir, bu geliri elde etmek için yapılmış tüm harcamalar düşülerek hesaplanır. Elde edilen gelir yapılan harcamaları karşılamıyorsa veya başa baş geliyorsa sermaye sahibi gelir vergisi ödemez. Pratikte her koşulda ödemez o ayrıdır.
İşçi açısından asgari ücret olarak elde edilen gelir, yeniden üretici bir güç haline gelebilmesi için yapılmış harcamalar kadardır. Araştırma sonuçları fazlasının olmadığını ve hatta eksiğinin bulunduğunu kanıtlamaktadır. Sonuç olarak vergilendirilmeyi hak edecek bir gelir ortada yoktur.
2- Hesaplamada aile esas alınmalı ve bilimsel ölçekler kullanılmalıdır:
Yönetmelik asgari ücretin hesaplanmasında bir kişinin asgari geçimini sağlamaya dönük bir yöntemi öngörmektedir. Bu mantık değiştirilmelidir. Ailenin asgari geçim koşulları dikkate alınarak oluşturulacak bir sistemle asgari ücret hesaplanmalıdır.
Bilimsel kriterler kullanılarak ve ailenin asgari geçimi dikkate alınarak yapılacak hesaplamanın daha altında bir ücret tayin edilmesinin önü gerekli yasa düzenlemeleriyle kapatılmalıdır.
3- Gelir dağılımındaki adaleti sağlayıcı işlevi ön planda olmalıdır:
Asgari ücret çok yaygın bir çalışan kesiminin gelir düzeyin
i oluşturmaktadır. Bu nedenle, gelir dağılımındaki etkisi önem kazanmaktadır.
1. ve 2. Maddede dile getirdiğimiz taleplerin uygulanması noktasında asgari ücret sürekli tartışılan bir konu olmaktan çıkarılabilecektir.
Bu noktadan sonra yapılacak tartışma asgari ücretin gelir dağılımındaki adaletin sağlanmasında kullanılan bir araç haline getirilmesi konusudur. Çalışanların büyük ölçüde örgütsüz olduğu ve toplu sözleşme düzenin dışında kaldığı bir ülkede asgari ücret gelir dağılımının oluşumunda önemli bir faktör haline gelmektedir.
Sınıflar ekonomik büyümeden ne ölçüde pay alacaklarını belirlemek için iktidarlar üzerinde etki yapmaya çalışacaklar ve iktidarları kendilerinden yana tercihe zorlayacaklardır.
Burada alınacak sonuç, sınıfların örgütlülüğü ve sürece müdahaledeki güçleriyle orantılıdır.
4- Tüm çalışanlar için tek bir asgari ücret uygulanmalıdır:
Yürürlükteki sisteme göre, iki ayrı asgari ücret düzeyi vardır. Bunun birincisi İş Yasasına tabi olarak çalışanlar, ikincisi ise 657 sayılı Yasaya tabi olarak çalışanlar içindir.
Bu ikili sistemden çıkılmalı, tüm çalışanlar için tek bir asgari ücret saptanmalı ve ayrımcı politikalardan uzaklaşılmalıdır.
5- Komisyondaki temsil sorunu çözümlenmelidir:
Asgari ücret kayıtlı işçiler açısından genel anlamda bir toplu sözleşme anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla bu toplu sözleşmede işçilerin, özellikle örgütsüz işçilerin temsili önemli bir tartışma başlığı olarak durmaktadır.
Tespit komisyonundaki mevcut yapılanma, yani üçlü temsil denilen aldatmacaya son verilmesi istenmelidir. Devletin mevcut yapılanma içinde bir hakem rolünde olmadığı, olamayacağı özellikle vurgulanmalıdır. Devletin buradaki işlevi, bilimsel kriterlere göre asgari ücretin hesaplanmasına katkı vermek, ekonomik büyümeden alacağı payı saptamak, uygulanmasını sağlanmak ve denetlemek olmalıdır.
İşçilerin söz hakkının, açıkçası kendi ücretleriyle ilgili alana müdahalesinin yollarının açılması gerekmektedir. Bunun için en başta tüm konfederasyonların dengeli temsili sağlanmalı, bunun ötesinde örgütsüz işçilerin hangi koşullar altında temsil edilebileceğinin yolları aranmalıdır.
Ne yapmalıyız?
Yukarıda saydığımız talepler öyle çok karmaşık ve gerçekleştirilmesi çok zor değildir. Birçok işçi arkadaşımız, bunları konfederasyonlar zaten söylüyor, iktidarlar da kaale almıyor, nasıl olacak diye sorabilirler.
Bu soruyu soranların önemli bir kısmının kendi güçlerinin değerini hesaplamadığını belirtmek zorundayım. Aslında bunların bir kısmı öyle yeni bir örgütlenmeye bile ihtiyaç duyulmadan yapılacak işler.
Yani ne devrim yapmaya ne de tüm işçileri tek bir çatı altında toplamaya gerek kalmadan yapılacak türden.
Sorun şurada kendi haklarımıza, kendi taleplerimize, kendi sorunlarımıza sahip çıkmadığımız için, birilerine havale ettiğimiz için bir adım atamıyoruz.
Herkes birilerine işi havale ediyor veya ettiğini sanıyor. Örgütsüz işçiler sendikalıların, sendikalılar sendika yönetimlerinin, sendika yönetimleri konfederasyon yöneticilerinin sorunları çözmesini bekliyor.
Konfederasyon yönetimleri de sorunları, talepleri Emek Platformuna aktarıyor ve rahatlıyor. Onlar da konuyu bakanlara veya Ekonomik ve Sosyal Konseye götürüyor. Topu alan hükümet, hemen ilgili taraflardan bir komisyon oluşturulmasını öneriyor. Ve sonuçta beklentiler zinciri uzuyor ama karşılığı bir türlü bulunamıyor.
İşte bu yanlış zincirin kırılması gereken yer en altaki halkasıdır. Tabanı yalnızca söylenen ve bekleyen hiçbir sendika yöneticisi kendiliğinden tek bir adım atmaz.
Sendika yönetimlerini mücadeleci yapanda, yattığı yerden kalkmayan durumda bırakanda onların karakterleri kadar üyelerin davranışlarıdır aynı zamanda. Harekete geçmiş ve kararlı bir üye kitlesi sendikasına tarih yazdırır. Ama üyeleri yatan, yattığı yerden mucize bekleyen bir sendikanın yönetimi de kendisine hangi sıfatı yakıştırırsa yakıştırsın bir süre sonra genel ortama uyar.
Yöneticiler bir şey yapmıyor diye şikayet etmek yerine, harekete geçmek ve onları da önümüze katmak zorunda olduğumuzu görmeliyiz, anlamalıyız. Hiç merak etmeyin, uyanık sendika yöneticisi yürüyen kitlenin önünde durmak yerine en önüne geçmek için herkesi dirsekleyerek, çiğneyerek koşar. Yürümeye niyeti olmayanları ise hiç düşünmeyin. Böyleleri kararlı adımlarla yürüyenlerin ayakları altında kalacaklarını bildikleri için ne engel olmaya ne de ortada görünmeye niyetlenirler.
Biz bu adamları neden seçiyoruz o zaman diye düşünmeyin, onları bizim yerimize alanları doldursunlar diye seçmediğimizi bilelim. Onları görevi, bizim adımıza bazı işleri yürütmelerini sağlamaktır. Kimi konular vekiller eliyle masa üzerinde çözümlenebilir, kimi konular ise bizzat işin sahiplerinin olaya el koymasıyla çözümlenir.
Bir başka yazı konusu olmayı hak eden bir uyarıyla bu bölümü noktalayalım: Sendika yöneticileri üyeleri adına geçici olarak bazı işleri yapmak için seçilirler. Peki uygulamada görülen nedir, üyelerle sendika yöneticileri arasındaki ilişki işçi-patron, hatta tebaa-kral biçimine dönüşür.
Sendikalar işçi sınıfı için önemlidir, sendikalar işçinindir, herkes nerede durduğunu iyi bilmelidir. Rollerin değiştiği yerde kurumların da işlevi değişir. İşçi sınıfının örgütlü gücü olan sendika, işçi sınıfının ayak bağı olan düzenin gizli bir ıslah aracına dönüşebilir.
Sonuç:
Asgari ücret bu ülkenin tüm emekçilerinin yaşamlarını etkileyen göz ardı edilemez bir konudur. Bugüne kadar yapılanlar sorunun masa başında sağlıklı bir çözüme kavuşturulamadığını göstermiştir. Vekiller eliyle verilen mücadele bizleri hep bir adım geriye düşürmüştür.
Yine iyimser bir üslupla konuyu kapatalım, masa başında adımıza oturanların sesinin daha gür çıkarmasını istiyorsak ortaya çıkmalıyız. Sermayeye güvenerek “kabadayılık” yapmaya kalkan iktidarın karşısında duran sendika yöneticisinin, niyeti varsa, cesurca dikilmesine olanak sağlamalıyız.
Ayağa kalkmış, alana inmiş birleşik bir güç olduğumuzda ne iktidar sermaye adına ileri bir adım atabilir ne de sendika yöneticisi iktidarın karşısında geri adım atabilir.
Bu bir sınıflar savaşıdır, her savaşta zafer veya yenilgi olacaktır. Zafer kazanmak için tek olasılı savaşmak gerekir. Savaşarak uğranılan yenilgi bile bir başka zaferin yolunu açan bir deneyim olacağı için kazanım olarak görülmelidir.