12 Eylül askerî cuntası yirmi beşinci yılını doldurdu. Bu zaman zarfında ‘Parlamento’ ve yerel yönetimler defalarca yenilendi, nice hükümetler geldi geçti fakat cuntanın kurduğu makina, kayda değer bir değişikliğe uğramadan yerinde duruyor ve aynı istikâmette yol almaya devam ediyor! Neden ülkeyi bir askerî kışlaya çeviren cuntanın eseri olan kurumsal yapı, mevzuat ve işleyişe bir türlü […]
12 Eylül askerî cuntası yirmi beşinci yılını doldurdu. Bu zaman zarfında ‘Parlamento’ ve yerel yönetimler defalarca yenilendi, nice hükümetler geldi geçti fakat cuntanın kurduğu makina, kayda değer bir değişikliğe uğramadan yerinde duruyor ve aynı istikâmette yol almaya devam ediyor! Neden ülkeyi bir askerî kışlaya çeviren cuntanın eseri olan kurumsal yapı, mevzuat ve işleyişe bir türlü dokunulmuyor? Neden cunta sonrasının ‘seçilmişleri’ cunta anayasasından kurtulmayı bir türlü akıl etmiyor? Neden sadece anayasa suçu değil, ülkeyi yedi yüz seksen bin kilometre karelik bir işkencehaneye çevirerek, insanlık suçu da işleyenlerden hesap sorulmuyor? Neden cuntacıları ve şûrekasını yargı denetimi dışında tutan anayasanın geçici on beşinci maddesi hâlâ yürürlükte? Neden bu kadar zamandır [78’liler dernekleri hariç] toplumun ‘demokratik güçleri’ cuntacılardan hesap sorulması yönünde kılını kıpırdatmadı? Neden cunta yürürlükteki anayasayı çöpe atarken, dönemin anayasa mahkemesi üyeleri birer hukukçu gibi davranmadı? Savunma hakkının ‘timsali’ baroların cunta karşısında sergiledikleri sefalet nasıl açıklanacak? Neden cuntacılar yargılanmazken ‘cuntacılar yargılansın’ diyen savcı Sacit Kayasu meslekten ihraç edildi? Ve neden cuntanın üniversiteleri askerileştirmesi demek olan YÖK bu kadar kolay yerleşti ve hâlâ yerinde duruyor? Bilim haysiyetini savunmak durumunda olanların bu sefil hallerinin gerisinde ne var? Neden cuntanın devirdiği, seçimle gelmiş bir başbakan bir süre sonra yeniden başbakan, dahası cumhurbaşkanı olabiliyor ve cumhurbaşkanlığına terfi edişi vesilesiyle verdiği resepsiyona, başbakanlığına son veren cunta şefini ‘onur konuğu’ olarak davet edebiliyor? Elbette bu tür soruları çoğaltmak mümkündür ama cevapları gerilerde aramak kaydıyla…
Bugüne kadar 12 Eylül askeri cuntasına dair çok şey yazıldı. Yapılan değerlendirmeler daha çok cuntanın ortaya çıkardığı vahşet tablosunun, sistematik devlet terörünün, insanî yıkımın ve sosyo-ekonomik sonuçların sergilenmesiyle sınırlı kaldı. Askerlerin neden bu kadar kolay müdahale edebildikleri, ‘sivil’ denilenlerle ilişkileri, daha baştan söylemek gerekirse ‘aynılığı’ veya ‘sivillerin’ sivil olmadığı, sivil-asker özdeşliği, neden üniformasız olmanın sivil sayılmaya yettiği, darbeciliğin ‘olağan’, ‘sıradan’ bir yönetim geleneği oluşu, asıl misyonu mistifikasyon [yanılsama] yaratmak, rejime ‘demokratiklik’ görüntüsü vermek, diplomalıları ve halkı aldatmak olan Parlamento’nun içi boş kabuk oluşu, velhâsıl ‘modern’ denilen kurum, söylem ve mekanizmaların ne işe yaradığı gerektiği gibi tartışılamadı.
Elbette, bu durum bizim için şaşırtıcı değildir. Zira, devlet kafası taşıyan, bağnaz resmî tarih ve resmî ideoloji tarafından beyinleri dağlanmış, bilinci köreltilmiş, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla şerbetli ‘aydınların’ kendi gerçekliklerine yabancılaşmasında şaşılacak bir yan yoktur. Fakat, sorun sadece ideolojik yabancılaşmayla açıklanabilir de değildir. Sorunun bir veçhesi de maddî-sınıfsal çıkarlarla ilgilidir. Türkiye’de ‘modern’ söylem, kurum ve mekanizmalar yeninin değil eskinin hizmetindedir. Bu duruma açıklık getirmeden 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı,12 Eylül’ü, 28 Şubat darbelerini, cuntacılık geleneğini, aynı şekilde 6-7 Eylül utancını, Kanlı Pazar’ı, 1 Mayıs’ı, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas katliamını, Susurluk’u, Şemdinli’yi, sayısız siyasi cinayetleri anlamak mümkün değildir. Bağnaz resmî ideolojinin, resmî tarihin ve Avrupa-merkezciliğin okulunda yetişmiş sol hareket de daha iyi durumda değil… Kendi tarihini anlamaktan aciz, kendi dününden habersiz bir sol hareketin, toplumu, insanı, dünyayı değiştirme iddiasının inandırıcı olması mümkün değildir. 12 Eylül’le ilgili tutarlı bir yaklaşım ortaya koyabilmek, rejimin niteliği hakkında resmi tarih ve resmî ideoloji dışında, Avrupa-merkezli de olmayan bir teorik kavrayışı gerektiriyor. Kafa karışıklığını aşmadan, resmî gerçekle hesaplaşmadan, 12 Eylül’ü ve sonrasını anlamak mümkün değildir.
Modernite, Modernlik ve ‘Aydınlanma’ya’ Dair Söylem ve Gerçek…
Türkiye’de moderniteye, modernleşmeye [çağdaşlaşma, muasır medeniyeti yakalayıp aşma retoriği] aşırı gönderme yapılır. Yenilikler, tanzimatlar, ıslahatlar ama, asıl Cumhuriyet aydınlanmanın timsâli sayılır. Oysa, Türkiye’nin tarihinin hiçbir döneminde ne modernite devrimi ne de aydınlanma diye bir şey yaşanmıştır. Bu ülkede hiçbir zaman Eski Rejim’le [Ancién Régime] hesaplaşma gerçekleşmedi. Osmanlı sistemindeki muhalefet her zaman bir iç muhalefetti, amaç hiçbir zaman yeni ve farklı bir şey yapmak değildi. Muhalefetin yegane amacı, Eski Rejim’i yaşatmak, ihya etmek, ‘ilelebet payidar kılmaktı…’ Oysa, modernite ve aydınlanma, Eski Rejim’den kopmakla, onu aşmakla, velhâsıl, yeni, farklı, orijinal birşeyler yapmakla ilgilidir. 1923 te kurulduğu söylenen Cumhuriyet’in de bu bağlamda herhangi bir orijinalliği yoktu. 28 Ekim 1923 te Türkiye’de biçimsel bir anayasal monarşi geçerliydi. Ertesi gün [29 Ekim] Mustafa Kemal, bir darbeyle Saltanatı ilga edip Cumhuriyet’i ilân etti. Fakat, ilân etmekle Cumhuriyet kurulmazdı. Siz adını öyle koydunuz diye öyle olması gerekmez. Eğer Cumhuriyet, cumhurun [halkın] iradesinin tecellisi demeye geliyorsa, 29 Ekim’in bir gün öncesine göre halk iradesinin daha kapsamlı tecellî ettiği, en azından o yolu açan tarihsel bir an olması gerekirdi. Asla öyle birşey söz konusu değildi. Adı Cumhuriyet olsa da asıl söz konusu olan padişahsız padişahlık rejimiydi. Mustafa Kemal, Ebedî Şef ilan edilmemiş miydi? Bu, Türk usulü bir cumhuriyetti… Görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu dert edinenlerin, asıl darbenin padişaha yönelik olmaktan ziyade, İttihatçıların iktidarda gözü olan kanadına karşı yapıldığını, Mustafa Kemal’in fiili ve/veya potansiyel tehlike olarak gördüğü muhalefeti tasfiye amacı taşıdığını bilmeleri gerekirdi. Kaldı ki 1908’den beri geçerli rejim bir anayasal monarşiydi. Padişahın [Sultanın] sembolik bir varlığı söz konusuydu. Yöneten padişah değildi, zira yasa yapamaz, dolayısıyla hükmedemez durumdaydı. Bu bakımdan 29 Ekim tipik bir darbeydi [coup d’état] ve bu dünyada darbeyle cumhuriyet kurulmazdı.
Darbeler yeni birşey yapmak için değil, geçerli statükoyu korumak için yapılır. Darbe, eskiyi sürdürmek üzere yeni bir ekibin direksiyona geçmesinden ibarettir… Sadece personel değişir ama bu sancısız bir şey de değildir. Ekseri kafalar da uçurulur… Velhasıl Mustafa Kemal’in şahsî diktatörlüğü olan otokratik rejime cumhuriyet adı verilmişti.
Buna ‘modern yüzlü monarşi’ demekte bir sakınca yoktur. Kravatlı, fraklı, fötr şapkalı monarşi… O günden sonraki süreç, her türlü muhalefetin susturulduğu, sınırlı demokratik ve sivil halkların ezildiği bir süreçti. Emekçi halk çoğunluğunun cumhuriyetin kurulduğundan haberi bile olmamıştı. Anlaşılabileceği gibi, halk çoğunluğu olup-bitenleri bir ‘saray darbesi’ olarak algılamıştı.
Efendilerin kutsal devletleri etrafında dönen kara bulutlar zail olmuş, tehlike atlatılmış, sömürü, yağma ve talan olanakları yeniden güvence altına alınmıştı… Elbette, parlamento varlığını korudu ama içi boş kabuk olmak kaydıyla. Zira, Meclis üyeleri Mustafa Kemal tarafından tayin ediliyordu. Dernek kurmanın, siyasî parti kurmanın, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kesinlikle yasak olduğu bir rejimde parlamento içi boş kabuktur, sadece biçimsel bir varlığa sahiptir… Meclis, halk iradesinin değil, otokrasinin, benim Bonapartist diktatörlük dedi