Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Rektörü Prof. Yücel Aşkın’ın tutuklanması; tutuklama nedeni ve biçimi yanında, gösterilen tepkiler ve yapılan açıklamalarla da anlam kazanıyor. Bu olay, bir rektörün adli bir vaka nedeniyle tutuklanmasından öte, mevcut siyasal pozisyonları yeniden tanımlama ve genel anlamda demokrasi mücadelesinin rengine ve tonuna ilişkin bir değerlendirme yapma zorunluluğunu beraberinde getirdiği için özel […]
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi (YYÜ) Rektörü Prof. Yücel Aşkın’ın tutuklanması; tutuklama nedeni ve biçimi yanında, gösterilen tepkiler ve yapılan açıklamalarla da anlam kazanıyor. Bu olay, bir rektörün adli bir vaka nedeniyle tutuklanmasından öte, mevcut siyasal pozisyonları yeniden tanımlama ve genel anlamda demokrasi mücadelesinin rengine ve tonuna ilişkin bir değerlendirme yapma zorunluluğunu beraberinde getirdiği için özel içerik de taşımakta.
“Kanun Devleti”ne sempatiyle bakanlar için kısa özet
Basına yansıyan yönüyle adli boyutunda; Van YYÜ Tıp Fakültesi bünyesindeki “Işın Tedavi Merkezi” için 1998 yılında dönemin rektörü Cengiz Andıç tarafından açılan ‘dış kredili tıbbi cihaz alım” ihalesini İspanyol Expension Ekterior firmasının kazanmasını takiben bir yıl sonra Rektör olan Yücel Aşkın’ın ‘ihaleye fesat karıştırdığı’ iddia ediliyor. Bu olayı gerekçe gösteren Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Rektör’ün Azerbaycan’da olmasını fırsat bilerek baskın yapıp evini aratmıştı.
Gelişen demokratik tepki ve YÖK’ün müdahalesi üzerine durulmuş görünen Savcılık 14 Temmuz’da yapılan bu aramadan tam 91 gün sonra Rektör’ü bu kez -CMUK 100. maddeye dayanarak- “delilleri karartmaması için” karga tulumba gözaltına aldırıp tutuklattı. Olay hakkında az çok bilgisi olan herkeste -ihaleden daha fazla- açık şüphe uyandıran gelişmelerin hukuki ayağı başlıbaşına ciddi handikaplar taşıyor.
14 Temmuzdaki baskının hemen sonrasında Başsavcının “Soruşturmanın Gizliliği İlkesini” hiçe sayarak başlattığı süreç, el konulan bilgisayar ve benzeri araçlardaki -henüz sanık haline gelmemiş- Rektöre ait özel bilgilerin medyaya transferiyle sürdü. Öncelikle -beğenelim yada beğenmeyelim- 2547 Sayılı Yükseköğretim Kanunu “görevi sırasında veya görevden dolayı işlendiği iddia edilen suçlarda ilk soruşturmayı yapacak kurum” olarak YÖK’ü tanımlıyor. YÖK’e bu soruşturmaya zemin oluşturabilecek ilgili belge ve bilgilerin talebe rağmen iletilmemesi bir yana Savcılığın ‘ovada kartal avlarcasına’ sansasyonel ve ani bir refleksle hukuksuz bir süreci başlattığı görülüyor. Görevi başında üç ay kalmasında sakınca görülmeyen Rektörün 3 Ekim konjonktürünün hemen ertesinde oldukça kaba bir biçimde polis tarafından itile tutula götürülmesi ülkemize ilişkin “Muz Cumhuriyeti (MC)” tanımlamalarının çok da haksız olmadığını gösteriyor.
28 Şubat’ın Rövanşı mı alınmak isteniyor?
Anımsanacağı üzere 28 Şubat, Devlet Partisinin Marmara sermayesi ve Yahudi güç merkezlerinin desteğiyle ortaya koyduğu bir önemli aşama olarak siyasi/toplumsal hayatta nitel bir değişimi hedeflemişti. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa İslami Güruhu ve faaliyetlerini doğrudan hedef alıyor görüntüsü veren müdahale; psikolojik gücü ve tanımlanan amaçları çerçevesinde Alevilerin, solcuların, siyasal partilerin önemli bir bölümünün ve medyanın desteğini almıştı. Aradan geçen sürede Marksistlerce dile getirilen eleştirilerin doğru olduğu ve asıl hedefin yükselen emekçi muhalefetini bertaraf ederek (F Tipi cezaevleri, sendikalar üzerindeki kapatma baskıları gibi) ülke kaynaklarını koşulsuz olarak sermayeye açmak (özelleştirmeler, uluslararası tahkim) olduğu görüldü. Sermayenin ‘köpeksiz köyde değneksiz dolaşmasıydı’ istenen. Ofer gibileri bu sürecin ürünü olarak çıktılar bugün karşımıza…
Bu bilinenlere ek olarak döneme ilişkin kayıtlarda, ‘harem kuran tarikat şeyhlerinin’ yatak odalarına ani gece baskınlarıyla girilip görüntülenmeleri de öne çıkıyordu. Çevik Bir fantezisi olarak belleklerde yer edinen bu ‘hilkat garibesi’ görüntülerin yerini bir süre sonra Nuh Mete Yüksel ve benzeri -kalibre edilmiş- savcıların gece yarısı yaptığı ‘siyasi baskınlar’ almaya başladı. Baskınlardan kısa süre sonra bölgeye hareket eden Refah Parti’li yöneticiler ve milletvekilleri kapı önünde, Savcı elini kolunu sallayarak yanlarından geçip gidiyor ve -umursamazca- “soruşturma sürüyor” türü gevrek açıklamalar yapıyordu. 28 Şubat’ta Devlet ile İslamcı Siyaset arasındaki ayrışmayı simgeleyen bu görüntülerin üzerinden 10 yıl daha geçmeden 1000 yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat sürecinin tersi görüntülerin yaratılmasının hedeflendiği anlaşılıyor ve trübünlere oynanıyor bu çok açık…
Buradaki şekli benzerlik, içerik olarak da bir benzerlik olduğunu göstermiyor. Öncelikle hükümet, 28 Şubat hükümetiyle benzer politika izlemeyip doğrudan ABD-İsrail sermayesine dayanan işbirlikçi ve şahsiyetsiz bir politik hat üzerinden ilerliyor. Bu, dönemin Refah Partisi yöneticilerince de kabul edilen bir nokta. Öte yandan Ordu yönetiminin büyük bölümü de hükümetle uyumlu olmayı tercih eden generallerden oluşmakta. Yalçın Küçük’ün yerinde saptamasıyla: “Yüksek Askeri Bürokrasi’nin 35 yıldır beklediği hükümet bugün iktidar koltuğunda oturuyor”. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’in yayınladığı bir gizli AB belgesindeki görüşler (16 Ekim) de bunu destekler nitelikte. Rapor Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ü, “İslamcılar ve liberallerce sevilen, -burası önemli B.N.- Kemalistlerce beğenilmeyip eleştirilen” bir komutan olarak tanımlıyor. Rapordan çok önceleri Hilmi Paşa’nın (T. Erdoğan kendisini Hocam diye çağırıyordu bir zamanlar, anımsayalım!) ikide bir başbakanlık merdivenlerini hızlı hızlı tırmanması durumu yeterince ele veriyordu…
Olayın bu yönü bir yana, Prof. Aşkın’ı doğrudan ’28 Şubat politikalarının takipçisi din düşmanı’ bir Rektör olarak tanımlamanın da insafa sığar yanı bulunmuyor. Çalışılması oldukça zor ve emek isteyen bir üniversitenin “asgari üniversite olabilme koşullarını yerine getirebilmesi (seküler, bilimin ve aydınlık düşüncenin ön plana alındığı) için yola koyulmuş ve -doğru ve yanlışlarıyla samimi çaba içinde olduğu şüphe götürmeyen- bir idealist bilim insanını bu derece hedefe koymanın meşruluğu yok. Kamu otoritesini önemsemeyen uyuşturucu satıcılarının ve zorbaların kucağına itilerek geri bıraktırılmış, dini bağnazlığın ve feodal gericiliğin en aşırı düzeyde var olduğu bir ildeki üniversitede, hükümetin “tazminat ödeme şampiyonu biricik, niteliksiz bakanının” tüm tacizlerine ve ayak oyunlarına rağmen görev yapmaya çalışan Rektöre en zayıf halka denilerek ‘belden aşağı yöntemlerle saldırılması’ bugün yaşananların özeti durumunda. Bu kabul edilemez, kabul edilmemeli.
Tepkiler: Akademi’de korku ve sefalet
Tutuklamanın birkaç gün öncesinde Akdeniz Üniversitesi’nde düzenlenen bir açık oturumda Rektör Aşkın şunları söylemekteydi: “Bilgi üreten kurumlar olarak üniversiteler, Türkiye’de -1938 den sonra giderek artan ve hızlanan bir süreç içerisinde- rasyonel düşünmeyen üniversitenin ne anlama geldiğinin, bilimsel bilginin ne olduğunun farkında olmayan ama siyasi iktidar sahibi olan yönetimlerle çalışmak zorunda kaldı. Üniversiteler aykırı kurumlardır. Özel olarak üniversiteler siyasi iktidarların sevdikleri şarkıları terennüm etmezler…Rasyonel ölçüleri olmayan iktidarlara karşı bilim adamlarının sorumluluklarını bilerek bilim alanlarını savunmaları gerekir”. Toplumun üst yapı kurumu olarak üniversite aslında bu görevi toplumun namuslu kesimleri işçi ve emekçilerin de sırtına yüklüyor bugün, böyle bakmakta yarar var…
Sorumluluklarının farkında olarak birçok bilim insanı, hukukçu ve aydın, Rektör Aşkın’a destek veren açıklamalarda bulundular. “Madagaskar’a dair bir sorun olarak” ilgilerini çekmemiş olsa gerek ‘e
mek cephesinden ve sendikalardan’ ciddi bir açıklama gelmedi. Kendisini ücret sendikacılığı ve tahriklere kapılmamakla görevli sayan anlayışın bu konuyu da ‘kendisini aşan ve dışında seyreden bir husus’ saymasında şaşılacak taraf da yoktu aslında…Boşuna beklenildi.
Bunlardan daha da ilginçleri ODTÜ Rektörü Prof. Ural Akbulut’un ‘çaresizlik’ içeren destek açıklaması ve Tüm (hangi tüm, kaçta kaçı tüm belli değil!) Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Tahir Hatiboğlu’nun buram buram demokrasi ve akademik özgürlük kokan! görüşleriydi. Uzun süreden bu yana ‘literatür biriktirmekten ve savaş sanayisine proje hazırlamaktan menkul’ bilim anlayışıyla yetinen ‘farklılaşmış’ üniversitemiz ODTÜ’ nün saygıdeğer Rektörü: “Çok üzgünüm… Bu tip olaylarda Rektörü hapse koymak toplumda büyük yaraya neden olur. Özellikle AB’ye giriş sırasında hassasiyet gerekiyor” diyor. Bilim ve üniversite tarihinden soyutlanarak ve her konuyu AB pencerisinden görmekle sınırlandırılmış bir anlayış Türkiye’nin en etkin üniversitelerinden birinin rektörünün anlayışı mı olmalıydı? Akademik özerklik, hukukun (kanunun değil) üstünlüğü gibi burjuva ilkelerin de gerisinde bu derece ‘desteksiz’ bir açıklama yapmayı talihsizlik saymak gerekmiyor mu… Toplumda yara oluşacağına dair ‘genel ve subjektif’ bir görüş belirtmek yerine bilimin ve akademinin binlerce yıllık nesnel birikimini sahiplenmek daha uygun olmaz mıydı… Bir parantez açarak örneklersek, Prof. Aşkın’ın bu öğretim yılının başında yaptığı açıklamada belirttiği: “Ne yazık ki hala Mustencid’in İbn-i Sina’nın eserlerini yaktırmasına veya Hypatia’nın linç edilmesine özlem duyanlar bulunmaktadır” sözleri bu sorumluluğa işaret etmek için yeterli değil miydi!
Öte yandan adında öğretim üyelerini ‘tümden kapsadığını’ ilan eden derneğin başkanı sayın Hatipoğlu da: “Otoriter bir rektördü. Onun bedelini ödüyor. YÖK’e ders olsun. Bu süreci beklemeden rektöre sahip çıktı. Cezasını çekmesini istiyoruz (Radikal, 16 Ekim)” diyor. Kendisini bilim insanlarının haklarını ve bilim etiğini savunmakla görevli sayan bir tüzel kişiliğin yöneticisinin ağzından dökülen bu yargılar, yargılanması başlamamış bir bilim insanına karşı yürütülen kampanyalardan daha çirkin değil mi!.. Prof Aşkın’ın maruz kaldığı muameleyi ‘otoriterliği ile izah etmek’ mevcut saldırıları meşrulaştırırken sayın Hatipoğlu’yu da Türkiye’yi iyi analiz edememiş “Ay’da görev yapan bir akademisyen” olarak düşünmeye neden olmuyor mu! Yüksek öğretimdeki sorunları ve bunların toplum yaşamıyla bağlarını ‘kaba YÖK eleştirisinden ibaret tezlerle’ ortaya koymanın çapsızlığı bir yana, bu düz ve yukardan bakış, ekonomi politik ilişkilerin yarattığı gericiliği de gizleyici işlev yükleniyor. Henüz yargılanmadan hukuksuzca ve saygısızca yıpratılmış bir bilim insanına kendisini savunabileceği alan yaratmak ve konuyu özerklik ve ideolojiler bağlamında ele almak yerine ‘kına siparişi vermenin’anlaşılır yanı var mı? Ne oluyoruz, nereye koşuyoruz, nereye neyi yetiştiriyoruz…
Sonuç yerine
Bu yazıda amaç YÖK ve otorite savunusu yapmak değil şüphesiz ki. İzzettin Önder Hoca’nın deyimiyle “bütün kurumlar Yök’leşmişken” buna ihtiyaç da yok. Eğitimin genel anlamda yeniden yapılanmasını ülkenin demokratikleştirilmesinin ve emek mücadelesinin unsuru olarak görmek gerektiğinden, ‘yavan bir politik hat ile yetinmeyip kökten, pragmatik olmayan bir değişim talebini yükseltmek’ gerekiyor. Bunlar söylenebilir, yeri gelmişken…
Burada özel olarak bir bilim insanının; felsefe, sanat, tarih bilinci edinerek ‘elini taşın altına koyan’ ve birikimini yaşamın gerçekleriyle test etmekten korkmayan bir aydın kimliğin savunulmasıdır, karşımızda duran!.. Prof. Aşkın’la tamamen aynı çizgide buluşmamız gerekmiyor. Yasal sürecin sonucunda Prof Aşkın’ın mahkum olma ihtimalinin bulunması da bu noktada çok önemli görünmüyor… Bilim insanı olarak sorumluluklarını yerine getirmekten kaçınmamış Rektör Aşkın’ın yanında olmak, tarih birikiminin ve siyasal bilincin getirdiği bir zorunluluk olarak gelecek kuşaklar açısından da önemli…
Bülent TÜTMEZ
[email protected]