On yıllar süren çürüme/çürütme süreci, son günlerde dar zamanlı çöküşlerle sürüyor. Sınıflar mücadelesinin diyalektiği, işini yapamayanın bunun bedelini düşmanın mevzi kazanmasının acısını hissederek ödemesiyle gerçekleşiyor. Dünyada kapitalizm saldırganlığını her bakımdan azdırırken, insanlığın 20. yüzyıldaki en büyük kazanımları olan eğitim,sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin eşit ve parasız sağlanmasından işsizliğe, yoksulluğa, açlığa karşı evrensel mücadeledeki başarılar […]
On yıllar süren çürüme/çürütme süreci, son günlerde dar zamanlı çöküşlerle sürüyor. Sınıflar mücadelesinin diyalektiği, işini yapamayanın bunun bedelini düşmanın mevzi kazanmasının acısını hissederek ödemesiyle gerçekleşiyor.
Dünyada kapitalizm saldırganlığını her bakımdan azdırırken, insanlığın 20. yüzyıldaki en büyük kazanımları olan eğitim,sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerinin eşit ve parasız sağlanmasından işsizliğe, yoksulluğa, açlığa karşı evrensel mücadeledeki başarılar teker teker yok edilirken, bugün işçi ve emekçilerin, ezilen halkların güçlü siyasal iktidarlar bir yana önderliklerden yoksun olmasının bedeli, her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Bedel ödemenin, dünyayı yeniden ortaçağ karanlığına, savaş cehennemine, açlık ve yoksulluğa sürükleyen kapitalist-emperyalist güçlere bedel ödettirerek tersine çevrileceği bir noktada yoğunlaşması gereken işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütleri, ne yazık ki bu bakımdan hem yetersizliklerini hem de parçalanma zaaflarını sürdürüyorlar.
Son günlerde Eğitim Sen’de yaşanan olaylar da bunun en son örneğini oluşturuyor. 10 yılı aşkındır rotasını adım adım “katılımcılık” politikasıyla belirleyen KESK ve onun en kitlesel sendikası Eğitim Sen, 2001’de çıkan 4688 Sayılı Yasa’yla birlikte “toplu görüşme” ve “KİK”lere kendini hapseder konuma düşmüştü. Eğitim iş kolundaki sorunlar dev gibi büyürken, özelleştirme-ticarileştirmeler sendikanın tabanını oyarken, sınıf mücadelesinin gerektirdiği siyasallaşmalardan ve bunu güçlendirecek kitlesel eylemlerden özenle kaçınan Eğitim Sen, kapatma davasıyla başlayan saldırının esas itibariyle üye tabanını bölmeye, apolitikleşmeye, giderek örgütsüzleştirmeye yönelik olduğu kavramaktan uzak düşmüştü. Bu uzak düşme öyle bir noktaya varmıştı ki, Tüzük değişikliği kongresi olarak bilinen Olağanüstü Genel Kurul’da sendikanın mücadeleci damarını salon dışında tutma “zorunluluğu” duymuştu Eğitim Sen MYK’si. “Birkaç dişimiz çekilmekle ne olur ki” anlayışıyla Tüzük değişikliğini içine sindirenler, bunun arkasından AB sürecinin dümen suyunda ilerlemek için küreklere sarılmak dışında ne yaptılar ki, geçen hafta kurulan Eğitim İş olgusu karşısında üyesini dinamik kılabilecek bir karşılık bulmayı bekliyorlar? Dikkat edilecek olursa, bu olgunun gündeme geldiği son haftalarda acul biçimde kolları sıvamaya başlayanlar, hemen eylem planları hazırladılar ve şube ve temsilcilikleri harekete geçirmeye başladılar. Ancak görünen ve acı olan o ki, sendika üyelerinin büyük çoğunluğu sermaye saldırıları karşısında toplu bir karşı saldırıyı başlatmaktan uzak düşen Eğitim Sen MYK’sini bu manevralarına pek yanıt vermiyor. Zaten Eğitim İş’i kuranların “puslu saldırı” görevini üstlenmelerinin zeminini de sendikal mücadeleden kopan, istifa eden on binlerce gayri-memnun ve aynı zamanda örgütsüz eğitim-bilim emekçileri oluşturuyor. Zaten Eğitim İş’i kuranların açıklamaları da açıkça bunu doğruluyor.
Peki Eğitim Sen’e egemen olan yönetim anlayışı ne diyor; “bunlar birkaç çapulcu” anlamına gelen açıklama dışında hiçbir öngörüleri yok. Oysa hem sermaye sınıfının hem de mücadele kaçkınlarının istismar ettiği o kadar boşluklar yaratılmış ki, bunları ortadan kaldıracak hiçbir politik uyanış belirtisi görülmüyor. Pusulasını yitiren gemi gibi günü kurtarmaya yönelik manevraların ötesinde bir sınıf sendikacılığına dayalı siyaset üretme iradesinden uzak işçi ve kamu emekçileri sendika yönetimleriyle karşı karşıyayız.
İşte bu noktada özellikle Eğitim Sen tabanındaki sınıf sendikacılığı siyasetini önemseyen dinamiklerin, hem mevcut sendika üyelerine hem de örgütsüz konumdaki kadrolu ve özellikle sözleşmeli eğitim emekçilerine, hatta 120 binin üzerindeki işsiz eğitimcilere seslenen yeni bir sınıf siyasetini gündeme getirmeleri gerekiyor. Bunu, Eğitim Sen yönetiminde yer almanın pazarlıkları ve çürütücü iç mücadeleyle değil, eğitimin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesinden doğrudan etkilenen yüz binlerce eğitim emekçisi, milyonlarca öğrenci ve velinin desteğini alacak, onları örgütlü mücadeleye çekecek programlı çalışmalarla gerçekleştirmek mümkündür. İşte bu gerçeği tespit eden Yurtsever Öğretmen İnisiyatifleri, kuruldukları illerde, bölgelerde bu doğrultuda çalışmaya kendini odaklayan eğitim emekçilerin omuzlarında yükseliyor. AB emperyalizmi başta olmak üzere işçi ve emekçilerin sınıf bilincini bulanıklaştıran her türlü sermaye saldırısına karşı cepheden örgütlenmeyi savunuyor. Bu mücadelede başarımızın en önemli adımı, sendikal alan başta olmak üzere işçi ve emekçilerin beyinlerinden AB’den medet umma zihniyetini çürütmekle atmamız mümkün. Son zamanlarda bu gerçek, daha görülür hale geliyor, bu da bizim işimizi daha da kolaylaştıracak.