” Quand la misère grandit et l’espoir quitte le cœur des hommes, seule reste la révolution.” Sefalet her yanı kapladığında ve umut insanların yüreğini terk ettiğinde, geriye kalan yalnızca devrimdir. Oscar Niemeyer ( Mimar- Brezilya) Bir yandan, bilim ve kamu yönetimi ortamlarında “Kentsel Dönüşüm” tartışmalarının sürdüğü, bir yandan da İstanbul’da durak kondu vakalarının yaşandığı, Ankara’da […]
” Quand la misère grandit et l’espoir quitte le cœur des hommes, seule reste la révolution.”
Sefalet her yanı kapladığında ve umut insanların yüreğini terk ettiğinde, geriye kalan yalnızca devrimdir.
Oscar Niemeyer ( Mimar- Brezilya)
Bir yandan, bilim ve kamu yönetimi ortamlarında “Kentsel Dönüşüm” tartışmalarının sürdüğü, bir yandan da İstanbul’da durak kondu vakalarının yaşandığı, Ankara’da Altındağ ve Mamak’ta gecekondularda yaşayan yoksul insanların yeni imar ve rant planları nedeni ile yerlerinden/yaşam ortamlarından sökülüp atıldığı bir dönemde, “3.köprü, dubai towers, haydarpaşa, galataport ” gibi projelerin kentlerimize yeni imkanlar sunacağı tezleri ortaya atıldı…
Ve hemen sonrasında, tüm bilimsel bulgular bir kenara bırakılarak, büyük kentlerimizdeki bu alanlar uluslar arası sermayeye pazarlanmaya başlandı. Bu noktada, kentsel politikada, teoride önemli bir tartışma alanı olan “kentsel dönüşüm” kavramı içeriği boşaltılarak, bu yağma arayışının kılıfı olarak ortaya atıldı.
Bu yazı, biraz olsun bu kılıfı/örtüyü kaldırarak, “kentsel dönüşüm” kavramını ve yansımalarını tartışmaya çalışacaktır.
I. Bugüne Dair ya da Tarihe Düşülen Notlar
25 Ekim 2005…Cumhuriyet Gazetesi’nin 11. Sayfasında bir ilan: ” Dubai Towers- İstanbul Karşınızda! ” ve aynı gazetenin 13. Sayfasında bir haber: “…Dubai’den gökdelen çıktı, Başbakan Erdoğan’ın bu ayın başındaki Dubai ziyaretiyle temelleri atılan, fakat yatırım yeri konusundaki sıkıntılar nedeni ile imza töreni ertelenen projenin ilk adımını, Levent’te değer tespiti yapılmayan araziye inşa edilecek iki kule oluşturacak…”
Bu reklamın ve haberin, iki noktadan ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, gazetecilik/yayın ilkeleri ve basın ahlak yasası ve bunlarla bağlantılı olarak reklam hukuku açısından ve ikinci olarak da kentsel dönüşüm,kentlerde yapı süreçleri ve planlama açısından…Birinci alana dair tartışmaları, işin ehli insanlara bırakmanın doğru olduğuna inanıyorum. Ancak, bir cümle ile de, bu ilanın ben de yarattığı şaşkınlığı paylaşmak isterim. Dubai Towers adı ile gündeme gelen, her açıdan şaibeli bir projenin, Cumhuriyet Gazetesi gibi ulusal değerlere sahip çıktığını ifade eden bir yayın organında tam sayfa ilanın yer alması anlaşılır görünmüyor. Bilim, hukuk, kent planlama ilkeleri, çevre, kentsel demokrasi ve tüm bunların bileşimi olarak, yayın alanında halkı doğru bilgilendirme anlayışı nerede kalıyor? Bu reklam ve haberin, yarattığı çelişkilerin,olumsuz havanın ayrıca ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bu bağlamda, kentsel dönüşüm kavramını ve bu kavramın yansımalarını ele almakta, öncelikli bir önem olduğu açıktır.
İnsan Yerleşimlerinde, Sürekli Değişim ve Dönüşüm…
Uygarlık ve insanlık tarihi, bir anlamda kentlerin tarihi olarak da görülebilir. İnsanoğlu göçebe yaşam biçiminden, yerleşik yaşam kültürüne binlerce yıllık bir tarih kesitinde ulaşmıştır. İlk yerleşim mekanları, insanlık ve uygarlık tarihinin de ilk ve kalıcı “izleri”ni ortaya koymuştur. Mezopotamya, Antik Yunan ve Anadolu kentleri, uygarlık tarihinin de başlangıcı olarak görülmektedir. Kentsel yerleşimin, o günün egemen düşünce anlayışı ile şekillendiği, ticaretin başat olduğu erken dönem yunan antik kentleri, bir noktada demokrasi anlayışının da biçimlendiği mekanlar olmuştur. Yüzyıllar içinde, tarım ve hayvancılık faaliyetleri ve bunların yansıması olan ticari ilişkiler, paylaşım savaşları, keşifler,işgaller yeni kent ve yerleşim alanlarını ortaya çıkarmış, doğal olarak da bu mekanlar değişim ve dönüşüme açık olmuştur.
Düşüncenin merkezde olduğu kentlerden, ticaretin belirleyici olduğu kentlere doğru bir dönüşüm yaşanmış, sonrasında ise dinin şekillendirdiği kentsel ortam ortaya çıkmıştır. Kentsel değişime ilişkin tüm bu süreçlerde, hakim ideoloji kentin fiziksel yapısını da belirlemiştir. Bu noktada, burjuvazinin tarih sahnesine çıkması ve kent ortamında ticari faaliyetin belirleyici olması, örneğin ortaçağ kentlerinin karakterini gösterir. Öte yandan, bilim ve teknolojideki gelişmeler, aydınlanma sürecinin yansımaları ve sanayii devrimi ile birlikte tarih sahnesine yeni bir sınıf çıkmıştır…İşçi sınıfının ihtiyaç ve taleplerinin kent mekanına yansıması ise bir başka dönüşümü ifade etmiştir/etmektedir…
II. İnsan Yerleşimleri ve Yeni Politika Arayışları
Günümüzde kentler; Sanayi Devrimi ile bugünkü niteliğine bürünme yolunda önemli bir dönemeç kat etmiş ve son tahlilde kapitalizmin en önemli “uygarlık” göstergelerinden biri olmuştur. Ancak, bugün İstanbul’dan New York’a, Rio’dan Pekin’e kadar dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkan kentsel sorunlar (mekânsal adalet, kent yoksulları, kentsel hizmetlerin eksikliği v.b.) bir dizi yeni politika arayışlarını da gündeme getirmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin biçimlendirildiği ve yeni üretim süreçlerinin örgütlendiği kentler, kapitalist ekonomi-politiğin doğal bir sonucu olarak sosyal ve siyasal anlamda eşitsizliği yeniden üreten yapıları ortaya çıkarmıştır. 21. Yüzyılda, dünya nüfusun büyük bir bölümünün kentlerde yaşadığı düşünüldüğünde kentsel sorunların çözümlenmesi ve bu sorunların çözümüne dönük politika arayışları önem ve öncelik kazanmaktadır. Ancak, bu noktada kritik olan olgu, bu çözümleme sürecinin dayanacağı bilimsel ve ideolojik temeldir. Bugün, kentsel siyaset alanında egemen olan liberal söylemin ve ipoteğin ötesine geçerek, bir takım soruları gündeme getirmek ve bu yazının temel amacı olarak görülebilir. Bu noktada, açıktır ki; insanlık ve uygarlık tarihini eksik ve yanlış yorumlamak, kente dair yaklaşımları da çarpıklaştırmaktadır. Örneğin, liberal egemen söylem, genel yaklaşım olarak kenti; üretim ilişkilerinden ve bu ilişkilerin mekâna yansımasından bağımsız olarak ele almakta ve ardından insanların kentlerde bir araya gelmesini toplumsal ve kültürel nedenlerle açıklamaktadır. Bu durumda, liberal söylemin yarattığı negatif etki ve kavram kargaşası açığa çıkarılmadan bilimsel anlamda önemli adımların atılması zor görünmektedir.
Kent tarihi ve kent yönetimi, bir uygarlık tarihi olmakla birlikte, kapitalizmin gelişmesi sadece kentsel gelişmeye koşut bir gelişme olarak tanımlanamaz. Çağdaş anlamda, kent yönetiminin ve kapitalist toplumun temelleri on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda atılmış, kentsel yaşamı tanımlayan kurallar, normlar, hukuk ve sosyal ilişkiler, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar, seçilmiş insanlardan oluşun kent yönetimleri tarihsel süreç içerisinde yerini almıştır.
III. Kentleşme Alanında Uluslar Arası Gelişmeler
Milletlerarası Modern Mimari Kongresi (CIAM) ve Atina Anlaşması – 1933
Komün Özgürlükleri Avrupa Şartı – 1953
Avrupa Komünleri Konseyi Yerel Özerklik Kararı – 1960
Habitat-I Vancouver Konferansı -1976
Avrupa Kentsel Şartı – 1992
Habitat II İstanbul Konferansı ve İstanbul Deklarasyonu – 1996
BM Genel Kurulu, İstanbul +5 Özel Oturumu – 2001
Yukarıda, geride bıraktığımız yüzyıl içinde, kentleşme ve insan yerleşimleri alanında milat olarak tanımlanabilecek bazı toplantılar, konferans ve belgelerin isimleri kronolojik bir sıra ile belirtilmiştir. Bir dizi toplantı sonucunda ortaya çıkan ürünler, politikalar ve bunların uygulamaya yansımaları kentsel politika alanının önemini de ortaya koyan olgulardır. Bu noktada, özellikle de son dönemde, kentse
l alana ve insan yerleşimleri sorununa dönük ilginin arttığı, bir dizi politika arayışının ve uluslararası temasın olduğu tespitini yapmak yanlış olmasa gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bir dizi arayış, uluslararası konferans, daha çok da Birleşmiş Milletler (BM) şemsiyesi altındaki girişimler, insan yerleşimleri alanına ilişkin sorunları tartışmaya değer bulmuşlardır. Ancak, bu çabaların çözüm bulucu olmaktan uzak olduğu da açık ve gerçektir.
BM Anlaşması’nın 55. Maddesi “daha yüksek yaşam standartlarına, tam istihdamın, ekonomik ve sosyal gelişme ve ilerlemeye ulaşmak”tan söz etmektedir. Bu amaçları yerine getirmek amacıyla BM ailesi, BM’nin kendisi ve ona bağlı çeşitli kuruluşlar, teknik işbirliğinden çeşitli araştırmalara, uluslararası konferanslara, ticaret, sanayi, tarım gibi alt sektörlerdeki projelere kadar bir dizi programla gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve sosyal kalkınmasına ilişkin uluslararası bir çaba içerisinde görünmektedir. Örgütün gelişmekte olan ülkelerdeki kalkınmayı hızlandırmak üzere belirlediği, amaç ve hedeflerin arasında uluslararası ticaret, sanayileşme, tarım ve beslenme, kadın sorunu, nüfus hareketleri, çevre, insan yerleşimleri, kalkınmada bilim ve teknoloji gibi konularda oluşturulacak politikalar önemli yer almaktadır. Tüm bu çalışmaların temelinde şöyle bir iddianın olduğunu söylemek olasıdır:
“Gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunların çözülmesi ve kalkınmalarının hızlandırılması, dünya ekonomisinin düzenli bir şekilde büyümesi ile dünya barış ve istikrarının sağlanması için yaşamsal öneme sahiptir.”
Ancak, uluslararası ölçekte demokratik, adil ve eşitlikçi amaç ve söylemlere dayalı görünen bu çabaların birer iyi niyet bildirgesinden öteye geçmeleri şöyle dursun, II. Dünya Savaşı’nın içinden çıkıp gelen bu örgütlenme son yıllarda özellikle dünya barış ve güvenliği konusundaki tavrı ile ciddi prestij kaybına uğramış, örgütün doğrudan kendisi ve yapısı tartışmalı hale gelmiştir. SSCB ve yarattığı değerlerin ortadan kalkması ve dünyanın siyasi ve askeri liderliğinin ABD’ye kalması ile birlikte BM ve özellikle Güvenlik Konseyi ABD’nin örneğin; “askeri müdahalelerinin” dahi meşrulaştırıldığı bir yer haline gelmiştir.
Diğer yandan uluslararası ekonomik sistem açısından belirleyici faktörler de, BM’e özel anlaşmalarla bağlı uzmanlık kuruluşları olarak görünse de uluslararası sermayenin sözcüsü olan Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlardır. Bu kuruluşların az gelişmiş ülkeler için belirlediği yapısal uyum programları, para politikaları gelişmekte olan ülkelerin ulusal politika ve programlarının önünde gitmektedir. Dış borç yükü altındaki ve dış finansmana ihtiyaç duyan az gelişmiş ülkelerin Dünya Bankası ve IMF tarafından dayatılan politikalara karşı çıkabilecek gücü bulunmamaktadır.
Son yıllarda uluslararası finans kuruluşlarınca gelişmekte olan ülkelere, sermayenin dolaşımının önündeki ulusal engellerin kaldırılması, korumacılığın azaltılması, ulusal devletlerin ekonomik ve sosyal alanlardaki rolünün azaltılarak bu alanların piyasa mekânizmalarına açılması, “yerelleşme” gibi birbirleriyle iç içe geçmiş neo-liberal politikalar dayatılmaktadır. Bunların sonucunda, uluslararası ve ulusal boyutlarda yaşanan eşitsizliğin ve bölüşüm/paylaşım dengesizliğin daha da artacağı açıktır.
Bu konuda bir örnek olarak Habitat II Konferansı’nın da ilgi alanı içerisinde yer alan altyapı konusuna eğilmekte yarar görülebilir.
Habitat II İstanbul Konferansı öncesinde, Dünya Bankası’nın hazırladığı 1994 Dünya Kalkınma Raporu’nda gelişmekte olan ülkelerin altyapı yatırımlarına yılda 200 milyar dolar harcadıkları, bu rakamın ulusal hasılaların % 4’üne, toplam yatırımlarının beşte birine karşılık geldiği belirtilmektedir. Ancak, altyapıda görülen olumlu gelişmelere karşılık bugün gelişmekte olan ülkelerde yaşayan bir milyar insana temiz su götürülemediği, yaklaşık iki milyar insanın da yeterli kanalizasyon şebekesine sahip olmadan yaşadığı dile getirilmektedir.
Dünya Bankası’na göre çözüm, 1980’lere kadar önemli ölçüde kamunun yatırım yaptığı alanlar olarak görülen altyapı alanının ticarileştirilmesi, rekabete açılması ve özel girişimciliğin çeşitli yöntemlerle altyapı alanında yerini almasıdır. Bu şekilde kamunun bugüne kadar istenen nitelik ve yeterlilikte sağlayamadığı altyapı hizmetlerindeki performans özel sektör eliyle “yükseltilecektir”.
Ancak, tamamı altyapı hizmetlerinin piyasa mekânizmalarına olabildiğince açılması konusuna ayrılmış olan Dünya Bankası Raporu’nun son bölümünde “altyapı hizmetlerinin ticari şirketlerce yürütülmesinin bu hizmetlerinin fiyatlarında (özellikle elektrik ve su temininde) yükselmeye neden olacağı” adeta bir ayrıntı olarak belirtilmektedir. Bu durumda alt yapı hizmetlerinin ticarileşmesi sonucunda ortaya çıkacak bedelin geniş halk kesimleri tarafından ödeneceği de ortaya çıkmaktadır.
Birleşmiş Milletler’in Aralık 1982 Genel Kurulu’nda ise 1987 yılı Uluslararası Konut Yılı olarak ilân edilmiştir. Uluslararası Konut Yılı’nın ise şu şekilde tariflenmiştir: “… özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki yoksulların, barınak ve mahallelerinin bir kısmını iyileştirmek ve 2000 yılına kadar bu konularda yollar ve araçlar ortaya koymak ve tüm sorunları çözmek …”
Bu gelişmelerin ardından, Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Komisyonu 9. Toplantısı ve Genel Kurulu 5-16 Mayıs 1986 tarihlerinde, yaklaşık 750 delege ile İstanbul’da yapılmıştır.1986 Genel Kurulu’nda alınan kararlar, İstanbul’da toplanan Habitat II Konferansı’nın, doğru değerlendirilebilmesi açısından da önemlidir.
“Sürdürülebilir bir yerleşme sistemini oluşturmak ve herkese yeterli konut sağlamak” temel ilkelerini benimseyen bu uluslar arası toplantıların, arka planında kentsel dönüşümde tüm iktidar sermayeye anlayışı egemendir. Böylece, yeni liberal politikaların kent ortamına yansıdığı bir dönem başlamıştır, 1990’larla birlikte…
Bu noktada, kamusal yönetim ve denetim süreçleri yerine, sivil toplum kuruluşları ile birlikte yönetmek adına “yönetişim” (governence) gibi bir kavram ortaya atılmıştır. Devletin küçültülmesi politikaları ile örtüşen bu yaklaşım, kentsel alana dair süreçlerin yeniden tanımlanmasını gündeme getirmiş, yasal durum ve teknik süreçler bu kapsamda düzenlemeye alınmıştır. Son dönemde, özellikle 17 Ağustos 1999 Doğu Marmara Depremi sonrasında gündeme gelen yeni yasal düzenlemeler, yeni liberal politikaların bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Ayrıca, bu aşamada, Habitat II Konferansı (1996) öncesinde hazırlanan resmî belgeleri incelediğimizde, yukarıda ifade edilen olgunun kanıtlandığı da görülebilecektir:
“…Bugüne kadar, kent sorunlarına devletlerin izleyecekleri politika ve programlarla çözüm getirebileceği görüşü egemendi. Yani çözümün ana ekseni devletlerdi. Bu yaklaşımın yetersiz kaldığını biliyoruz, daha ötesinde, yaşıyoruz.
Habitat II Kent Zirvesi şimdi bize yeni bir yaklaşım öneriyor ve yeni bir dönem başlatıyor.
Habitat II, devletin, üstlendikleri görev ve sorumlulukları sorunu yaşayanlarla paylaşmasını ve onların oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarının çözüm önerme ve uygulamada daha aktif bir rol olmasını öngörmektedir. Habitat II, insan yerleşimlerine ilişkin sorunların çözümü için, bu yerleşimlerdeki tüm tarafların, yani yerel yönetimler, özel sektör, meslek örgütleri ve sivil to
plum kuruluşlarının etkin katılımını gerekli bulmaktadır. Ve Habitat II bu amaçla, söz konusu tarafların güçlendirilmesini istemekte, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlandığı yeni bir yönetim anlayışını yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu hazır bir çözüm değildir. Sorumluluk alınarak geliştirilecektir “.
IV.Sermaye Birikimi ve Kentleşme Süreci
Türkiye’nin kentleşme alanında yaşadığı gelişmeleri değerlendirebilmek, sorunlarını ortaya çıkarabilmek için öncelikle,dünyanın bir parçası olarak yaşamak olduğu değişmeyi analiz etmek gerekir.
Türkiye’de kentleşme süreci yarım yüzyıldır devam etmektedir. Türkiye ekonomik gelişme içine giren her ülkenin yaşaması kaçınılmaz olan bu evrensel süreci yaşamaktadır. Ama bu sürecin evrensel olması her ülkenin yaşadığı deneyin özgül yanlarının bulunmayışı anlamına gelmez. Ülkelerin yaşadıkları kentleşme deneyi, bu dönüşüm sırasında ekonomik gelişme ile siyasal rejim ve yönetimlerinin niteliklerine göre farklılıklar göstermektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin ekonomik politikalarında farklı üç dönem gözlenmektedir. Birinci dönem, savaş sonrasından 1960’a kadar uzanan süreyi kapsar. Bu dönemde savaş döneminin iç pazara hapis olmuş ekonomisi özellikle tarımda modernizasyona ağırlık vererek dışa açılmaya başlamış, liberalleşme söylemi içinde özel kesime önem verilmeye başlanmış, demiryolları ağırlıklı alt yapı yatırımları stratejisinden, karayolu ağırlıklı bir yapı stratejisine geçilmiştir. Bu politikaları kısa sürede, dış ödemeler darboğazları ortayı çıkınca, korumacı ithal ikameci bir sanayileşme politikası izlemek durumunda kalmış, özel kesim ağırlıklı siyasal söyleme rağmen kamu kesimi ekonomi içinde önemini korumaya devam etmiştir. İkinci dönem 1960’dan 1980’e kadar uzanmaktadır. Bu dönemde pek çok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye’de planlı bir karma ekonomi politikası uygulanmaya çalışılmıştır. İthal ikamesine dayalı, iç piyasaya dönük bir sanayileşme politikası izlenmiştir. Karayolu ağırlıklı altyapı politikaları bu dönemde de önemini korumuştur. Bu politikalar, 1970’li yıllarda yaşanan iki petrol şokunun da etkisiyle, ülkeyi önemli dış ödemeler dengesi sorunlarıyla karşı karşıya getirince, 1980’de Türkiye’nin ekonomik politikalarında köklü değişikliklere yol açmıştır. Türkiye içe dönük ekonomi politikasını neo-liberal bir çizgide dışa dönük hale getirmiştir. Ekonomisini dış dünya ile bütünleştirmeye öncelik vermiştir. Altyapı politikalarında bilgi toplumunun gerektirdiği yeni kurumları geliştirmeye çalışmıştır. Bu değişimler sırasında kamu maliyesi açıkları önlenemediği için daha önceki dönemlerde görülmeyen düzeyde yüksek bir enflasyon yaşanmıştır.
Elli yıllık dönemde ekonominin dinamiklerinin ve izlenen ekonomik politikaların etkileri, Türkiye’nin bugünkü ekonomik yapısını ortaya çıkarmıştır. Tarımsal kesim bu dönemde geçimlik ya da yerel pazarlar için sınırlı artık üreten bir yapıdan, ulusal ya da uluslararası pazarlar için uzmanlaşmış üretim yapan bir yapıya ulaşmıştır. Bu dönüşümle birlikte gelişen tarımsal üretim teknolojisi, tarımın verimliliğini artırırken kırsal alandan büyük kopuşlara da yol açmıştır.
Ancak, 1980’den sonra önemli ölçüde azalmış olsa da, tüm bu dönem içinde tarım kesiminde uygulanan koruyucu popülist fiyatlandırma politikaları kırsal kesimde küçük üreticiliğin sürmesini sağlamıştır. Bu olgu bir ölçüde de olsa yaşanmakta olan kırdan kopuşun daha da hızlanmasını engellemiştir.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı kentleşme sürecine özgül nitelikler kazandıran ikinci önemli olgu ise Türkiye’nin tek partili bir siyasal rejimden çok partili bir siyasal rejime geçmesi olmuştur.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili bir siyasal rejime geçmesi, yönetimin merkezi bir yapıdan desantralize bir yapıya geçmesi sonucunu doğurmamıştır. Türkiye merkezi yönetimin yapısını, ulaşım alt yapısındaki gelişmelerden de yararlanarak, gittikçe güçlendirerek sürdürmüştür. Demokrasinin geliştirilmesi ile yönetim desantralizasyonu arasındaki ilişki, Türkiye’nin gündemine 1970’li yılların ikinci yarısından sonra girmiştir. Bu yıllarda gelişmeye başlayan yeni belediyecilik hareketi yerel yönetimlerin güçlendirilmesini savunmuştur. Bu hareket yerel yönetimlerin güçlendirilmesi konusunda siyasal partiler arasında geniş bir görüş birliği yaratmış olmasına karşın bunun sonuçları yaşama yansımamıştır. 1984’te belediyelerin güçlendirilmesi konusunda bazı adımlar atılmış ama bu adımları başkaları izlememiştir. Yine 1970’li yılların ikinci yarısından sonra demokrasinin geliştirilmesi için katılımcılık savunulmaya ve siyasal söylem içinde sık sık yer almaya başlamasına karşın, bu konuda ciddi adımlar atılamamıştır. Gerek yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin, gerek katılımcı yönetim pratiklerinin, yaşama geçirilmeyişinin arkasında, Türkiye’de toplumcu çözüm pratiklerin azlığı ve örgütlenme geleneğinin bulunmayışı ve himayeci siyaset pratiklerinin, bu yöndeki taleplerin gelişmesini önleyici etkileri bulunabilir. Bu durumda kamusal alanların oluşturulması, uygulamayı etkileyen siyasal bir güç haline gelememektedir.
Yaşamakta olduğu ekonomik dönüşümler ve siyasal rejim krizi nedeni ile Türkiye’nin yerleşme sistemi sürekli bir dönüşüm geçirmektedir. Bir ülkenin yerleşme sistemini sadece nüfusun mekândaki dağılımına dayanarak tanımlamak yeterli olmaz. Yerleşme ve kentleşme süreçlerini kapitalin mekândaki dağılımı ve yerleşmeler arası ilişki kuran çeşitli altyapı sistemleriyle birlikte düşünmek gerekir. Türkiye’nin yerleşme yapısında yaşanan dönüşümleri üç ayrı düzeyde kavramlaştırmak uygun olabilir.
*Yerleşme sisteminin yaşadığı dönüşümlerinin makro özellikleri,
*Yerleşmelerin büyüklük farklılaşmaları,
*Her bir yerleşmedeki mekânsal farklılaşma ve büyüme süreçleri, olarak sıralanabilir.
Sonuç olarak, ülke yerleşme sisteminin dönüşümünü belirleyen iki temel süreç nüfus ve kapitalin mekândaki yeniden dağılımı olarak görülebilir.
Bu süreçlerin etkisiyle, Türkiye’nin yerleşme yapısının yaşamakta olduğu dönüşümünün makro özellikleri;
1) kentleşme oranlarının yükselmesi, 2) kıyı alanlarında yoğunlaşma, 3) mekânsal eşitsiz büyüme ve 4) yerleşmeler arası ilişki ağlarını yoğunlaşması, olarak tanımlanabilir.
II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye hızlı bir kentleşme yaşamıştır. Eğer 100000 den fazla nüfuslu yerleşmeler kent olarak alınırsa, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, yani 1945 de ülke nüfusunun yüzde 18.3’ü kentlerde yaşarken,bu oran 2000 yılında yüzde 60 seviyesine ulaşmıştır.
Nüfusun kentlerde hızla yığılmasına karşın, kentlerin bu gelenleri entegre ederek toplumsal ilişkiler ağı içinde kaynaştıramayışı, toplumda sürekli eleştiri konusu olmuştur.
Bu eleştiriler Türkçe’de, Batı dillerinde değişik bir biçimde kentleşme ve kentlileşme biçiminde farklılaşmış iki kelimenin gelişmesine neden olmuştur. Kentleşme sadece nüfusun belli noktalarda yığılmasına ifade ederken, kentlileşme kentte toplanan bu nüfusun kentli değerlere sahip hale gelmesini, kentin sunduğu fırsatlardan yararlanabilmesini ve kent yaşamıyla bütünleşmesini anlatmak için kullanılmaktadır.
Nüfusun ve kapitalin mekânda dağılım süreçleri, ülke mekânında, toplumsal gelişmenin eşitsiz dağılımına neden olmaktadı
r. Böylece, mekânsal eşitsizlik bireysel düzeydeki eşitsizliğin yeniden üretimini kolaylaştırıcı bir mekânizma olarak çalışmaktadır.
Sermaye ile yerleşme sistemi arasındaki ilişkiyi, sermayenin mekânda yeniden dağılması olarak kurmak yerine yerleşme sistemini tümüyle bir sermaye birikim sürecinin ürün olarak görmek de olanaklıdır.
Yetmişli yılların ortalarına kadar Türkiye’de kentler, plansız ve çarpık bir şekilde gelişen, yağ lekesi halinde büyüyen yerleşmeler olmuştur. Bu dönemde yapı sunum biçimlerinin niteliği gereği, kentlerin büyümesi önemli ölçüde, yapıların birer birer eklenmesiyle gerçekleşmektedir. Ayrıca kent içi ulaşım hizmetlerinin örgütlenme biçimi, kentin yapılaşmış kesiminden kopmaya olanak vermemektedir.
Sanayileşme sürecinin peşine takılan bir yerleşim politikası, beraberinde çarpık bir kentleşme sürecini yaratmıştır. Sonuç olarak, sistem kent merkezlerinde yık-yap süreçlerinin işleyişini, dolayısıyla tarihsel ve kültürel değerlerinin tahrip edilmesini, sürekli olarak yoğunluk artışını ve yeşil alanların yok oluşunu ve sosyal altyapıların yetersiz kalışını ortaya çıkarmıştır. Bu noktada, sağlıksız kentleşme süreci bir anlamda kentte yaşayan insanların yaşam kalitesini düşüren sonuçlar doğurmuştur.
Türkiye kentleşme tarihinde, bir ilginç süreç ve deneyim de, toplu konut projeleri ve gecekondu önleme projeleri olmuştur. Yine bu dönemde, küçük sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinin sayıları hızla artmıştır. Toplu işyeri yaptırma kooperatifleri örgütlenmiştir. Yüksek öğretim kuruluşları, sağlık kuruluşları gibi kamu hizmet binaları, özel kesimin büyük kuruluşlarının yönetim merkezlerinin, kampüsler halinde inşa edilmesi eğilimi yükselmiştir. Tüm bu gelişmeler kentlerin birer birer yapıların eklenmesiyle büyüme biçiminden, kente büyük parçalar eklenmesiyle büyüme biçimlerine geçilmiştir. Öte yandan, 1970 sonrasında Türkiye’de otomobil üretilmeye başlamış, özel araba sahipliği yaygınlaşmıştır. Özel ve kamu kuruluşları, çalışanlarını özel servisleriyle taşımaya başlamışlardır. Bu pratik oldukça yaygınlaşmıştır. Bu gelişmeler, teoride kentlerin aralarında boş alanlar bırakarak büyümesine yani metropoliten bir yapının doğmasına olanak verebilecek gelişmelerdir. Oysa kentlerin büyümesinin yine aralarda hiç boşluk bırakmayan bir biçimde gerçekleşmekte olduğu gözlenmektedir.
Parçalar halinde büyüme olanakları ve rant ödemeden kaçınmanın kolaylığı, kentin çevresinde sıçramalı bir gelişme ortaya çıkarmaktadır. Bu başlangıçta boşluklu bir dokudur. Ama boşluklu alanlardaki arsaların sahipleri, zaman içinde arsa üzerinde doğan rantı gerçekleştirerek olabildiğince yüksek yoğunluklu yapılaşmalar oluşturmakta ve boşluklar da dolmaktadır. Popülist siyasal eğilimlerin güçlü olması nedeniyle disiplinli bir regülasyon ya da planlama-uygulama mekânizmasının kurulamayışı yüzünden böylesi sonuçların önüne geçilememektedir. Kentlerin büyümesi, bir yandan da merkezi iş alanlarından yeni alanlara yayılma eğilimini ortaya çıkarmıştır. Bu eğilim sonucunda, konut alanları işyerlerine dönüşmüştür. Yeni gelişen denetim işlevleri, büyük miktardaki ofis ihtiyacı, hatta dünyada yaşanmakta olan bilgi toplumuna geçişin, Türkiye bağlamındaki sonuçları kentin merkezi iş alanının, kent içi ulaşımının zaman-uzaklık ilişkilerine bağlı olarak belli yönlerde ilerlemesine, burada yapılan gökdelenler ile yeni prestij alanları oluşturmasına yol açmaktadır. Bu türden yönelmeler bir araya gelince konut alanında da önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır.
Yukarıda açıklanmaya çalışılan süreç sonucunda, kentlerin kapital birikim süreçleri ile bağlantılı olarak şekillendiği ve 20. Yüzyılın ikinci yarısında Türkiye dahil, birçok ülkede kapitalizmin uygulanma biçimine bağlı olarak kentsel süreçleri belirlediğini tespit etmek olanaklıdır.
Bu gelişim evresinin sonucunda ise, Türkiye kentlerinin bölgesel dengesizlikler içinde geliştiği ve kapitalist merkezlerin ihtiyacı doğrultusunda büyüdüğü söylenebilir. İstanbul ve Marmara Bölgesi’ne yığılan sanayilerin ya da İzmir’in hızlı ve çarpık bir sanayileşme süreci ile karşılaşması, aslında ithal ikameci ekonomik kalkınma modelinin birer izdüşümüdür. Bu durum anılan bölgelerde kentsel gelişmeyi de dışa bağımlı bir eksene sürüklemiştir. Türkiye’nin önemli kentleri, Batı Kapitalizminin ihtiyaçlarını gidermek noktasında işlevler üstlenmiştir. Son dönemde ise, aşırı büyüyen bu kentler bir anlamda arka bahçe işlevi görmeye başlamışlardır. Kirli sanayilerin, pahalı teknolojilerin aktarıldığı, turizm adı altında eğlence-kumar sektörlerinin hayat bulduğu ortamlar oluşturulmaya çalışılmıştır.
Kentsel sorunlar gelişmiş kapitalist ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerde gittikçe artan ölçeklerde politik tartışmaların odak noktasını oluşturmaya başlamıştır. Gelişmekte olan ülkelerdeki kentleşme ve kentsel yatırımlar kapitalist ülkelerin doğrudan ilgi alanına girerken kentsel rantlar üzerindeki rantın kullanılması ve paylaşılması noktasında yeni bir sömürü ağı oluşturulmaktadır. Bu oluşum 1985 yılında Dünya Bankası’nın gelişmekte olan ülkelerin yerel yönetimlerine kaynak aktarılması kararıyla bütünleşince, kentsel yatırımlarında oluşan paylar, bu sömürge ilişkilerinin gerçekliğinin kaçınılmaz olduğunu ifade etmektedir. Buradan hareketle, Dünya Bankası politikalarının, Türkiye’nin ulusal belgelerine yansıması bağlamında kalkınma planları ve özellikle de bir ilk olması açısından 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı özel bir ilgiyi hak etmektedir. 5. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın kentleşme bölümünde aşağıdaki hususların altı çizilmektedir:
“…• Kentlerde kamu hizmetlerinin ölçümleri yükseltilmeli ve yatırımlara öncelik verilmelidir.
• Kentlerin büyümesinden doğan sorunların çözümü için ulaşım ve alt yapı sorunlarına öncelik verilmelidir.”
Doğal olarak 1985’lerden bu yana büyük ölçekli projelere yabancı sermayenin akıtılması, öne çıkmıştır. Altyapı tesislerinin kurulması, bir yandan kentsel büyümenin gerekliliği olarak ortaya çıkartılmışsa da (önlemlerin çok önceden alınması gerekirken) diğer yandan Dünya Bankası’nın sağladığı kredilerle hem bir borçlanma sistemi oluşturulmuş, hem de projelerin hisse senetleri satılarak yabancı sermaye projelere ortak ettirilmiştir. Uluslararası tekeller, böylece bir taraftan kredili sistemle kendisine pazar yaratmış, öte yandan bu pazarın getireceği rantın ortağı haline gelmiş bulunmaktadır.
Haydarpaşa, Galataport ya da Dubai Towers Projeleri’ni böyle okumak gerekiyor…
Bir başka noktada, gecekondudan dönüşüm adı altında gündeme gelen yeni yap sat sürecini ve kent yoksullarını yaşadıkları alandan sürerek, “başka yerlere göçe zorlama” ve inşaat/yapı sektörüne soluk aldırma arayışlarını da bu bağlamda tartışmak gerekir düşüncesindeyim
V. Kent Havası Özgür Kılar…Ama, O Kent Ekoloji ve İnsan Öncelikli İse…
Kentler, uygarlığın ve demokrasinin kaynağı olmanın yanında, siyasal düşüncelerin geliştiği ve üretimin çeşitlendiği yerleşimlerdir. Bu açıdan bakıldığında, insanlık tarihinde kent ve kentsel yaşamın önemi yadsınamaz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Kent tarihi bize gösteriyor ki, demokrasi bilinci iki önemli kaynaktan güç alır: Birincisi, insanın kendine ait olduğu bilinci, ikincisi de, yaşadığı kentin yazgısı üzerinde söz sahibi olma hakkı. Demokrasi ve kent yaşamı, insan hak ve öz
gürlükleri ile yakından ilişkili kavramlardır. “Kent havası insanları özgür kılar” anlamındaki Alman atasözü, bir yandan,kentlerde toplumsal denetimlerin azaldığını, yüzyüze ilişkilerin yerini anonim ilişkilerin aldığını öte yandan, düşünce özgürlüğünün kentlerde varolabileceğini, kentlerin yeniliklere açık bulunduğunu, bireysel ve siyasal tüm özgürlüklerin kentlerde güvenceye bağlanmış olduğunu anlatır.
İdeal kent, kentlinin haklarını güvenceye bağlayan kenttir.
Sonuç olarak, bu haklar, hem kentte yaşayanların sahip olması gereken insan hakları, hem de yaşadığı kentin bir bireyi olarak, o yerleşim yerinin kent ve çevre değerleri üzerindeki haklarıdır. İşte bu noktada, “kentsel yaşam kalitesi” kavramı da gündeme gelmektedir. Kentsel yaşam kalitesi, çağdaş kent ve çevre standartlarının bir kente sağlamasının yanında, kent haklarının herkese sağlanmış olup olmadığı ile de doğrudan ilgilidir.
Bu bağlamda, kentsel yaşam kalitesi kavramını, özellikle Türkiye gibi kentsel sorunları “kriz” noktasına gelmiş ve kentlerinde sürekli bir değişim yaşayan bir ülkede değerlendirmek ve yorumlamak hiç de kolay olmayabilir. Temel insan hak ve özgürlükleri ile birlikte, dayanışma hakları arasında sayılan “çevre hakkı” kavramı, ardından “kent hakkı” anlayışı, çağdaş ve yaşanabilir bir çevre, planlı kentsel mekânlar kentsel yaşamın standartlarını arttırmada birer girdi olarak ele alınabilir. Ancak, sorun tek başına iyi tasarlanmış konutların üretilmesi ya da içme suyunun temini veya çöplerin düzenli toplanmasında yatmamaktadır. Tüm bunların yanında veya öncesinde kentin işlevlerini nasıl yerine getirdiği sorusuna yanıt verilerek, kente yaşayan insanların toplumcu bir tarzda demokratik geleneklere sahip olmaları ile bağlantı kurulmalıdır.
Bu noktada, uluslararası ortamda ve son dönemde ülkemizde de çokça tartışılan, “Kentsel Dönüşüm”, “Planlama”, “Toplum Yararı” ve “Katılım” gibi kavramları yeniden ele almak ve içeriklerini doğru bir bakış açısıyla, toplumcu bir anlayışla tanımlamak anlamlı olacaktır.
Küreselleşme sürecinin kentlerde yarattığı sorunların, bir anlamda tüm dünyada, doğal ve kültürel değerlerin yok oluşu sürecinin, yoğunlaşmış bir tezahürü olduğu göz önüne alınırsa, kentsel dönüşümüm bugün için kent yoksulları yani ötekiler için olumlu sonuçlar vaat etmediği anlaşılmak durumundadır.
Bu algılama ise , bize, köprü, iş merkezi, trafik, gecekondu gibi tartışma başlıklarında yeni olanaklar sunabilecektir.
Dr. Ethem Torunoğlu