Yüksel Akkaya, “Gecekonduları niçin yıkmalıyız?” başlıklı bir yazısında “bir devrimci, bir sosyalistin gecekonduları savunmasının büyük bir çelişki olmasının ötesinde, büyük bir yanlış” olduğunu söyleyip Engels’e atıfla, gecekonduların “konut sorununa burjuvazinin bulduğu çözüm olduğunu” savlamaktadır. Gecekondular için, burjuvazinin bulduğu değil de kullandığı çözüm dense daha doğru olmaz mı? Çünkü gecekondu yapımını ilk başta akıl eden ve […]
Yüksel Akkaya, “Gecekonduları niçin yıkmalıyız?” başlıklı bir yazısında “bir devrimci, bir sosyalistin gecekonduları savunmasının büyük bir çelişki olmasının ötesinde, büyük bir yanlış” olduğunu söyleyip Engels’e atıfla, gecekonduların “konut sorununa burjuvazinin bulduğu çözüm olduğunu” savlamaktadır. Gecekondular için, burjuvazinin bulduğu değil de kullandığı çözüm dense daha doğru olmaz mı? Çünkü gecekondu yapımını ilk başta akıl eden ve uygulatan herhalde burjuvazi değil devrimci ve ilerici görüş sahibi insanlardı. Hatta bu kimseler kendilerine oturacak bir ev yapmaya bile yeltenmeyip, başkalarının ev sahibi olmasına çaba harcamış, bizzat inşaatlara katılmışlardır.
Yani gecekondular, barınma sorununu çözmek için göreve gelen hükümetlerlerin görevlerini yapmadığını/yapamadığını gösterir. Bunu çözmekte kendini yetkili gören ve yapabileceğinin iddia eden devletin nasıl da işlevsiz kaldığını gösterir. Gecekondu inşa edenler hiçbir resmi işlem yapmadan, hiç kimseye vergi vermeden bu işe başlamış, öyle de sürdürmüşlerdir. Elbette yalnızca bir bina inşaasıyla da yetinilmemesi gerektiğinin farkındaydılar. Altyapıyı düşünmüşseler bile bunu tek başlarına çözememişlerdir ama yine de topraktan ya da çakıldan da olsa yol yapılması için devlet beklenmemiştir. Elektrik hemen her eve bir süre sonra bağlanmıştır. Bunda da devlet kurumlarının belirleyici bir çabası olmamıştır. İçme suyu sorununu da ya mahalle çeşmeleri ile ya da tankerlerle taşıdıkları sularla çözmeye çabalamışlardır. Burada da devlet hiç ortalarda görünmemiştir. Gecekondular baştan sona sivil itaatsizlik örneğidir. (Mecburen de olsa) devletsiz bir yaşam denemesidir. Halkın bulduğu ve geliştirdiği (çözüm olmasa bile) bir yanıttır.
Gecekondu halkının yerel yönetimlerle de her zaman çok uyumlu olamadıkları bir gerçektir. Belediye başkan adaylarının, sayıları ve nüfusları gittikçe çoğalan gecekondu bölgelerini birer oy deposu olarak görmeleri ve sonrasında vaatlerine rağmen oralara hizmet götürmeyi “unutmaları” hemen her dönem yaşanmış şeylerdir. Aslında ilk başlarda belli küçük girişimlerle daha yaşanır bir hale dönüştürülebilecek gecekondu mahalleleri barındırdıkları muhalif ve sistem karşıtı eğilim nedeniyle görmezden gelinmiş, kendi kaderine terkedilmiştir, bir bakıma böylece yok olmaları beklenmiştir. Oysa önceden gidenlerin hem kendi aralarında hem de sonradan gelenle dayanışmaları sonucunda gecekondu sayıları hızlı bir şekilde artmıştır. Kapitalist sistemin karşılıksız dayanışmaya alerjisi olmasına rağmen gecekondulular kendi dayanışmacı kültür ve geleneklerini yakın zamana dek sürdürmüşlerdir zamanla bu evleri yalnızca sanayi siteleri ya da fabrikalarda çalışanlar değil şehrin modern semtlerindeki iş merkezleri ya da plazalarda çalışanlarda doldurmaya başlamış, onların çocukları da yine iyi semtlerdeki özel ve paralı okullarda okumaya başlamışlardır.
Yüksel Akkaya, yazısında devamla “sağlıklı bir yaşam sağlayacak olanaklardan yoksun olan bu gecekondu konutlar zamanla işçi sınıfının mücadelesinin önündeki engellerden birine dönüşürken, ücretler üzerinde olumsuz bir etkide de bulunmuş” olduğunu söylemektedir. ücret talebi konusundaki bu yönlü bir olumsuzluk elbette vardır. Bir diğer etken olarak da bu “taze şehirli” işçilerin köylerinden yakın bir zamana dek düzenli olarak gelen erzaklar(un/tereyağ/peynir/kavurma/her türlü sebze ve meyve) sayılabilir. Ama ilerleyen yıllar içinde Türkiye’nin tarım ve hayvancılık alanında bilinçli olarak geriletilmesi, pek çok köyün ‘güvenlik’ nedeniyle boşaltılması gibi nedenlerle bu destek kısmi olarak sürmekle beraber gittikçe azalmış durumdadır.
“Gecekondulaşmayı hem sağlıklı bir konutta barınma, hem de sınıf mücadelesi açısından tartışmak” için kaleme aldığını yazdığını belirten Yüksel Akkaya ‘ya, köylerde de buna benzeyen “sağlıksız” evlerde yaşanmasına rağmen, havanın, suyun temiz, yiyeceklerin doğal ve hormonsuz olması, kişilerin iş,okul stresi yaşamaması, trafik ve benzeri sorunların olmaması gibi nedenlerle akıl ve beden sağlıklarının bozulmadığını hatırlatmak gerekir.
Oturulan evin kimin sahipliğinde olduğu ya da olması gerektiği elbette tartışılabilinir. Ama unutulmamalıdır ki üretim araçları şimdiki sahiplerinin elinde olduğu sürece, bir başka deyişle birileri (ki bu yazıda işçiler olarak adları geçmektedir) bir başkaları için üretiyor ama ürettiklerini kullanabilmek için dahi, onu üretmek için harcadıkları emeklerinin yetmiyor olduğu her durumda, ki günümüzde durum böyledir, ev/kondu sahipliğinin kimde olduğu barınma sorunlarını anlamada ve çözmede çok da belirleyici olamayacaktır.
Gecekonduları yapanlar ve oralarda yaşayanlar ilk başlarda gerçekten de ihtiyaç sahipleri olmalarına karşın, tek göz ve tek katlı inşa edilen konduların gittikçe hem oda hem de kat sayıları artmış, öyle ki, gecekondulara kiracı da alınarak oradan gelir de elde edilmeye başlanmıştır. Bu hemen hepimizin şikayetçi olduğu ranttan başka şey elbette değildir. Bu rant hemen herkesin iştahını kabartmış, hükümetler ve yerel yönetimler de bundan faydalanmayı denemişlerdir. “kentsel dönüşüm projesi” ile yapılmak istenen konduların tek tek ev değerlerinin el değiştirmesi değilse de, konduların kapladığı bölgelerin zamanla şehrin en merkezi yerlerinde kalmaları nedeniyle arsa değerleridir. Bu gibi yerlerin hem “modern” şehircilik’e uymadığı, çirkin oldukları, oralarda sağlıksız yaşandığı, bunlardan kurtulunması gerektiği pompalanırken öte yandan asıl olarak da olası alıcılara pazarlama çalışmaları yürütülmektedir.
“Kentsel Dönüşüm Projesi” kapsamındakı yıkımların ardından halihazırda duraklarda yaşamak durumunda kalanların tamamı oturdukları kondularda kiracı olanlardır. Kondulara sahip olanlara belediye ya da toplu konut idaresi iyi kötü bir yer göstermiş, karşılık olarak bir ev vermişse de kiracılar için herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Hani, gecekondular için halkın bulduğu ve geliştirdiği (çözüm olmasa bile) bir yanıttır demiştim ya. Bu kez de sokakta yaşamaya bırakılan gecekondu kiracıları belediyeye ait otobüs duraklarına “yerleşmiş” orada yaşamaya çabalıyor. Gecekondunun bir yanıt olmaya yetmediği durumda “durakkondu” beliriyor. Aslında bu yazının yazılmasına gerekçe olan fikir yerine yani gecekonduları yıkmak yerine hemen her yeri kondu haline getirip bu yanıtı daha da güçlü vurgulamak daha iyi değil mi? Bu amaçlarla geçtiğimiz ay bir grup otorite karşıtı, Taksim Meydanı’ndaki otobüs duraklarını bez, naylon, muşamba, karton gibi ‘yapı malzemeleriyle’ kapatıp ‘yaşanacak bir yer’ haline getirdi. Minik bir halı, bir çift terlik ve saksıdaki çiçek’i de ihmal etmediler. Yani fiziksel olarak bir binayı ya da durağı yıkmadan da orada devlet otoritesinin olmadığını söylemek, varsa bile yıkmak pek ala mümkündü. Onlar da onu yaptı.
Yani geneller ve özetlersek: her gecekondu devletin acizliğinin bir göstergesidir. Devlet bunları yıkarak oralarda yaşayanları ‘hayata döndürmeye’ çabalıyor. Kendi belirlediği, kendi sınırladığı hayatlara.
Yüksel Akkaya yazısında Engels’in “… konut, bahçe ve tarla mülkiyeti ve oturulan yerde çalışma garantisi, bugün geniş çapta sanayinin şartları altında, yalnız bazı bölgeler ve iş kolları için değil, bütün ülke için, sadece işçi sınıfının büyük engeli olarak kalmayıp, aynı zamanda ücretlerin eşi görülmedik şekilde normal seviyenin çok altına düşmesinin esas nedeni olmuştur” sözünü de hatır
latıp “sefalet düzeyindeki ücretlerin kabul edilmesine yol açan temel etkenlerden biri, emekçilerin önemli bir bölümünün kira ödemediği gecekondusunda oturmasından kaynaklanmaktadır demektedir. Engels’in sözünün tek karşılığı “oturulan yere kira ödenirse işçi daha yüksek ücret isteyebilir” midir acaba? Yoksa zorunlu ve ücretli çalışmanın ortadan kalktığı, elbette herhangi bir mülkiyete sahipliğin de söz konusu olmadığı bir dünya mı hayal etmeli? Ve bunun adımlarını da hemen bugünden atmalı: istemediğimiz koşullarda çalışmayarak ve ihtiyacımızdan fazlasını üretmeyerek. Kondu dedikleri evimiz bizim de olmasa ama kimseye orda yaşıyoruz diye kira da ödemesek.
Hep sözü edilen “işçi sınıfının üretimden gelen gücü” üretmek değil üretmemektir. Kârı, rantı, sömürüyü durdurmak ancak o pazarı ortadan kaldırmakla, yani o pazara ne mal ne de hizmet üretmemekle olanaklı olabilir. Bu çok açıkken işsizlere iş ve çalışanlara işgüvencesi istemek bu sistemden sittin sene kurtulamamak demektir. Oysa kapitalist sistemin temelini sarsmak ve nihayetinde onu yıkmak için yapılması gereken yegane şey bir başkası için ve herhangi bir ücret karşılığı çalışmayı reddetmek ve dolayısıyla hiçbir şeyin satılmadığı ve satın alınmadığı bir yaşam istemek değilse nedir? Sistemin asıl korkusu bu değil midir?
Belki evler belli bir mimariye göre tasarlanmamış olabilir ama son Marmara depreminde görüldü ki “planlı-projeli çok katlı modern siteler” yerle bir olurken bir ya da iki katlı gecekondu evler küçük çatlaklarla yerlerinde kaldı. Hem gecekondularda yaşayanlar mutlaka evlerini bahçe içinde yaptıklarından ya da evi inşa ettikten hemen sonra ilk yaptıkları şeyin çevreye bir şeyler ekmek olduğu dikkate alınırsa gecekondu sakinleri böylece hem gündelik gereksinimlerini karşılayacak domates, marul ve benzerlerini kendileri ürettiler, hem de bu yeşil örtü kentin tümününü gereksinim duyduğu oksijenin belli bir kısmını da sağlamış oldu. Kaldı ki kişilerin hem yaşayacakları evi bizzat inşa etmeleri hem de yedikleri domatesi kendilerinin yetiştirmeleri üretkenliklerini geliştirmekle kalmayıp kendi emeklerine yabancı olmamayı da getirdiğinden özellikle önemli ayrıntılardır.
Ve nihayetinde “gecekonduları yıkmalıyız” diyor Akkaya, “çünkü, gecekondular sağlıksız barınma yerleridir ve emekçiler burada yaşamayı hak etmemektedir” gecekonduların tek başlarına bir suçları yoktur. hatta küçük, şirin, sevimli, renkli, özgün olanları bir hayli fazladır. Aslında köyden gelen bir mirastır. Köyün şehire taşınmasıdır bir bakıma. bir kültür gizlidir o basit karmaşıklıklarında. Oraları korunmasız birer mahalledir. Komşuluklar vardır her şeye rağmen. Zaten devrimcilerin oralarda barınabilmelerinin ve faaliyet yürütebilmelerinin nedeni bu sıcak ilişkiler değilse nedir? Yıkacaksak herhangi bir kültürleri olmayan, soğuk, çirkin, yapay, yüksek güvenlik duvarlı, gözetleme kameralı plazaları, gökdelenleri yıkalım. Oralarda yaşamayı ne şimdi(!) ne de hiçbir zaman haketmiyoruz.
Gecekonduları yıkmak mı? Önce plazaları sonra da kapitalizmi yıksak bu yetmez mi?
Gür Şat