Son birkaç aydır, mahkemeler ve kararları yoğun tartışmalara neden oluyor. Basını ve kamuoyunu günlerce meşgul eden ve siyasi alanda da gerilimleri artıran iki olay yaşandı. Bunlardan ilki, üç üniversitenin ortak düzenlemek istediği bir konferansın çok çarpıcı gerekçelerle durdurulmasıydı. İkincisi ise tartışmaları hala süren Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nün çete oluşturma suçlamasıyla tutuklanmasıydı. Her iki olayda […]
Son birkaç aydır, mahkemeler ve kararları yoğun tartışmalara neden oluyor. Basını ve kamuoyunu günlerce meşgul eden ve siyasi alanda da gerilimleri artıran iki olay yaşandı.
Bunlardan ilki, üç üniversitenin ortak düzenlemek istediği bir konferansın çok çarpıcı gerekçelerle durdurulmasıydı.
İkincisi ise tartışmaları hala süren Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü’nün çete oluşturma suçlamasıyla tutuklanmasıydı.
Her iki olayda da mahkemelerin tutumlarında hukukun yerine siyasetin, egemen söylemin etkin olduğu yönünde epey laf edildi ve edilmekte.
Tüm bu tartışma ve çatışmaların arasında Baskın Oran yazdığı bir makale ile hukuktaki bir başka soruna dikkatleri çekti. Belki başkaları da değinmiş olabilir, ama benim görebildiğim bir tek onun yazısıydı.
Oran, 21 Ekim’de Birgün gazetesindeki yazısına “Yargıya dokunulmalıdır!” başlığını atmıştı. Yaşananları ve üstüne yazılanları okuyunca hak vermemek elde değil.
Makale kısaca şunu savunuyordu; “öz açısından, bizdeki yargı, yasamanın AB Uyum Paketleri yoluyla yaptığı iyileştirmeleri uygulamıyor.” Bununla ilgili iki örnek olay göstermiş birisi dil konusunda diğeri eleştiri özgürlüğü konusunda.
Baskın Oran’ın bu yazısını görünce, işin bir de emekçiler cephesinde yaşanan boyutunu gündeme taşımak kaçınılmaz bir görev oldu.
Anayasa’nın 90. Maddesi 7 Mayıs 2004 tarihinde 5170 sayılı Yasa ile değiştirildi. Yapılan değişiklik sonucunda maddeye “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır” cümlesi eklendi.
Eklendi de ne oldu, hemen hiçbir değişiklik olmadı. Yani bu hüküm konulduğuyla kaldı. Gerek yürütme ve gerekse yargı, değişen bu Anayasa hükmüne uymamak konusunda adeta kararlı.
Baskın Oran’ın iki örneğine biz emek dünyasından iki örnek ekleyelim. Birisi yukarıda da belirttiğimiz gibi KESK üyesi Eğitim-Sen’in ünlü tüzük davası. Diğeri ise DİSK üyesi Sosyal-İş Sendikasının işyerinde yetkili sendikanın tespiti nedeniyle açtığı bir dava.
Eğitim-Sen Davası
Eğitim-Sen Davası anadilde eğitimin bir hak olup olmadığı ile düşünce ve örgütlenme özgürlüğü bağlamında sarmalanmış bir tartışma süreci yarattı.
Sonuçta sendika iki arada kaldı; bir taraftan iş bir siyasi zeminde bölücülüğü de içine alan bir tartışmaya dönüştü, diğer yandan ise temel hakların savunulmasında sonuna kadar gidilip gidilmeyeceği sorunu yaşandı.
Sendika tercihini, temel bir hakkın her ne pahasına savunması yerine, “örgütü korumak” adına tüzük değişikliğinden yana kullandı. Elbette süreç sendikayı da oldukça yıprattı. Bir halk deyimi vardır, “bekara karı boşamak kolay gelir” diye. Söylediğimizi hemen bu yöne çekeceklerin sayısı bir hayli fazla çıkabilir. Ama bu sendikanın bir zamanlar “yasa dışılık” ithamlarıyla boğuştuğu, kapılara asılan mühürlerin kırıldığı bir süreçten bugüne geldiği düşünüldüğünde ileriye mi geriye mi gidildiği bir başka tartışmanın düzlemini oluşturur.
“Anadilde eğitim”in hak olup olmadığı, yararı, zararı, gereği gereksizliği boyutunu bu yazının dışında bırakıyoruz. Asıl ilgi alanımızı temel sendikal haklar ve Anayasa düzlemine indirgiyoruz. Sendikanın tüzükle ilgili savunmasında temel varsayımı, Anayasa’nın 90. Maddesi hükümleri uyarınca usulüne uygun olarak kabul edilmiş uluslararası sözleşmelere göre tüzüklerine bu hükmü koyabilecekleri yönünde.
Sendika, savunmasında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10 ve 11. maddelerine göre, tüzükteki hükmün görüş açıklama özgürlüğü yönünden değerlendirilmesinden yana. Sendika şu görüşleri dile getiriyor:
– Bu hükümlere göre herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hakkın kısıtlanması ancak “ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi …” gibi hallerde mümkündür.
– Ayrıca ILO’nun örgütlenme hakkını düzenleyen sözleşmeleri sendikaların tüzüklerini özgürce düzenleme hakkını getirmektedir.
Uluslararası sözleşmelerde bir temel hakkın hangi koşullarda sınırlanabileceği açık biçimde tanımlanmışken, yargının kararı bu koşullara değil, yasayla sınırlama getirilebileceğine vurgu yapıyor.
Sendikanın tüzük değişikliği yapmasının, “ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanında demokratik bir eksiklik yaratmayacağı”nın açık olduğu söyleniyor.
Yıllardır yerinde durduğu halde kimseye zararı dokunmayan bir tüzük maddesinin neden bir anda “ulusal bütünlüğü tehdit” ettiğine ise bir yanıt verilmiyor.
Sosyal-İş Davası
Sosyal-İş Sendikası, bir işyerindeki yetki uyuşmazlığıyla ilgili davada, 2822 sayılı Yasa’ya göre bir sendikanın toplu sözleşme imzalayabilmesi için işkolundaki işçilerin yüzde 10’unu üye yapma kısıtlamasının Anayasaya ve ILO sözleşmelerine aykırı olduğu yönünde bir dilekçe veriliyor.
2003 yılında başlayan dava, 2004 yılındaki Anayasa değişikliğiyle daha bir önem kazanıyor, 2005 yılında sonuçlandığında verilen karar dudak büktüren cinsten sayılıyor.
Sendikanın baraj sisteminin, Anayasa’ya da, ILO’nun sözleşmelerine aykırı olduğunu savunması normal diyenler çıkabilir. Bilenler bilir, Sosyal-İş çalışmalarına yeniden başladığı günden bu yana hiç yorulmadan, bıkmadan aynı kararlılıkla bu tezi savunmuştur..
İş sendikanın görüşleriyle sınırlı değil, ILO ve Avrupa Birliği de işkolu ve hatta işletme barajının örgütlenme ve toplu sözleşme hakkına sınırlama getirmesi bakımından sözleşmelere aykırı diyor.
Yıllardır ILO Genel Kurullarında, raporlarında özgürce toplu sözleşme yapma hakkı engelleniyor, bu engel asli görevlerinden biri toplu sözleşme olan sendikayı fiilen işlevsiz kılıyor, yani örgütlenme hakkı da kısıtlanıyor deniliyor.
Ama yargı aynı düşüncede değil. Bakın yargının kararı ne; “Altına imza koyduğumuz uluslar arası yazılı metinlerde (davacı vekilince örnekleri ibraz edilmiş) baraj sisteminin yasaklandığına dair açıkça bir hüküm söz konusu değildir.”
Bunu her hangi biri söylese hukuk nedir bilmiyor, idare ediverin diyeceksiniz, ama öyle değil. Hak ve özgürlükleri düzenleyen bir sözleşme ile ceza yasasını bir birine karıştıran bir yaklaşım konusunda ne denileceğini “hukukçu”lara bırakalım. Sözleşme bu hakkın, yani sözleşme özgürlüğünün sınırlanmamasını, tam tersine rahatça kullanımı için idarenin önlem almasını istiyor. Bizim yargı yasaklamamış diyor.
Hem de yasaların ILO sözleşmelerine aykırı olduğunu ILO’dan da daha iyi biliyor.
Olay bununla kalsa yine iyi, sonrası gerçekten vahim; “Herkesçe bilinen bir husus hukukun egemen olduğu yerde bir düzen ve disiplin vardır.” Sonra ne deniliyor “Dolayısıyla hukukun ve disiplinin olmadığı, daha açık bir ifade ile kuralların bulunmadığı bir yerde anarşi söz konusu olur ve topluma anarşi ve düzensizlik egemen olmaya başlar. Türkiye bunun acı örneklerini yaşamış bir ülkedir.” Nereden nereye, böylece yüzde 10 barajının aslında ülkenin anarşi ve düzensizliğe gidişini önlemek için konulmuş olduğunu öğreniyoruz.
Madde değişir, huy değişmez
Önümüze getirilen kararların içeriği sanki Anayasa’nın 90. Maddesinde hiçbir değişiklik y
apılmamış gibi.
2822 sayılı yasanın 12. Maddesinde yer alan baraj sistemi ILO sözleşmelerine gitmeden Anayasanın özüne de aykırı. Kanıt mı isteniyor, Anayasa Mahkemesi’nin 1972 tarihli ünlü kararı.
İktidar, sendikaların toplu sözleşme yapabilmesi için işkolundaki işçilerin 1/3’ünü üye yapmış olması kuralını koyar. Yani yasa ile toplu sözleşme hakkına sınırlama getirir. 15-16 Haziran’da DİSK’in davetiyle on binlerce işçi ayağa kalkar. Yasa değişikliği Anayasa Mahkemesine gelir ve Mahkeme der ki:
“… işkolu işçi sendikalarının çalışma alanı için konulan bu sınırlama sonuçta onların kuruluşunu iyice etkilemekte ve onları ölü doğmuş duruma sokmaktadır.
…
“… sendikalarla federasyon ve konfederasyonların kuruluşlarını daha başlangıçta olağanüstü zorlaştıran ve onların geniş ölçüde çalışmaları sonucunda kendilerini beğendirerek üye sayılarını artırmalarını engelleyici nitelikte olan bir düzenleme, Anayasa’ya uygun görülemez.”
Karar yasa maddesinin iptalidir. Baraj kalkar, toplu sözleşme ve sendika kurma, sendikal faaliyet yürütme özgürlüğü korunur.
30 yıl önce alınmış bir karar ile bugün alınmış kararları karşılaştırdığımızda ne kadar ilerlediğimiz konusunda kafamız karışmıyor dersek, yalan söyleriz.
İş ne zaman uluslararası sözleşmelere gelse yanıtlar hep aynıydı;
Evet biz onu imzaladık ama iç hukukumuza uygun yasa çıkarılmadığı için…,
Hak ve özgürlük veriyor ama bakın yasayla sınırlanır diyor, yasayla sınırladığımız için…,
Kullanamazsınız, kullandırmayız!
Yapılan yeni düzenleme ile bu gerekçelerin anlamını yitirdiğini düşünüyorduk.
Uluslararası sözleşme usulüne uygun onaylanmışsa Anayasaya aykırılığı öne sürülemez, yasa ile çelişiyorsa yasanın yerine geçer. Daha açık ne söylensin diyorduk.
Hani yürütme, yani iktidar, aksini savunsa bile hukuk sistemi hakkı korur sanıyorduk. Kazın ayağı öyle değilmiş.
Aslında hiçbir şey değişmemiş. 12 Eylül’ün kafalara kazıdığı zihniyet aynen muhafaza edilmiş.
Bizim hukukumuzda yasak ve kısıtlama temel, hak ve özgürlük istisnadır. Dolayısıyla uluslararası sözleşmelerde temel olan hak ve özgürlükler bize istisnadır ve de “herkesçe bilindiği gibi” istisnalar kaideyi bozmaz.
Hakmış, hukukmuş emekçinin neyine, ona düzen ve disiplin gerek!