DİSK’in başlattığı girişim hakkında Genel Başkan Süleyman Çelebi sol kamuoyuna bir çağrıda bulundu ve özetle, önyargılı davranılmamasını ve kestirme tahlillerle bu girişimin mahkum edilmemesini istedi. Gerekçesi, içeriği ve sonuçları ne olursa olsun, eğer girişim bir işçi örgütünden gelmişse, konu zaten ciddiyetle ele alınmayı hak ediyor demektir. Umalım ki, toplantı tutanakları en kısa sürede yayımlanır ve […]
DİSK’in başlattığı girişim hakkında Genel Başkan Süleyman Çelebi sol kamuoyuna bir çağrıda bulundu ve özetle, önyargılı davranılmamasını ve kestirme tahlillerle bu girişimin mahkum edilmemesini istedi.
Gerekçesi, içeriği ve sonuçları ne olursa olsun, eğer girişim bir işçi örgütünden gelmişse, konu zaten ciddiyetle ele alınmayı hak ediyor demektir. Umalım ki, toplantı tutanakları en kısa sürede yayımlanır ve katılımcıların kimlikleriyle sınırlı değerlendirmelerin yerini, orada sarf edilen sözler alır.
Hatırlanırsa, DİSK’in girişiminin kamuoyunca ilk algılanışı “DİSK parti kuruyor” şeklinde olmuştu. Girişim sözcüleri, çeşitli şekillerde bu algılayışın yanlışlığını dile getirdiler ve toplantıyı “solda yeni bir heyecan yaratmak maksadıyla yapılan bir beyin fırtınası” şeklinde nitelediler. Bunların fazlaca bir önemi yok. Bu girişimi siyasi değerlendirmeye tabi tutmak bakımından yöneltilmesi gereken asıl soru şudur: Bu girişim işçi sınıfı hareketinin siyasallaşma eğiliminin bir ifadesi midir; yoksa, mevcut siyaset yelpazesinin yeniden şekillenmesi noktasındaki bir aracılık faaliyeti mi?
Bu iki soru, birbiriyle tümüyle zıt iki farklı stratejik yönelimin ifadesidir. Günümüz Türkiye’sinde her iki soruya da olumlu yanıt vermek olanaksızdır. Birinin esas alınması, diğerinin dışlanması demektir. Bunun nedeni, sol, siyaset ve sınıf ilişkisinin günümüzdeki özgüllüğü ile ilgilidir. Sonda söylenecek sözü başta söyleyelim: Türkiye’de sol; siyasallaşmış bir sınıf hareketinin başlangıcında değil sonunda (yeniden) oluşacaktır!
Zira, mevcut siyaset zemini, temel sınıflar arasındaki çelişkilerin kimi dolayımlarla temsil edildiği bir saflaşmanın ürünü değildir. Aksine, mevcut yelpaze, uluslararası sermaye programının ön kabulüne yaslanan ve fakat kimlik siyaseti ve parti oligarşileri parametreleri tarafından biçimlenen bir karaktere sahiptir. Üstelik, sözü edilen siyasal aktörler, temsili demokrasinin derinleşen krizi çerçevesinde, hukuk, iktisat, politik vb. araçlar bakımından da iktidarsızlaşan bir “siyasal toplumda” varlıklarını sürdürmektedirler.
Meta ilişkilerinin bu kadar yaygınlaştığı ve derinleştiği bir toplumda, siyaset zemini emek-sermaye çelişkisini temsil özelliğine sahip değilse, orada soldan söz etmek (siyasal mücadelenin ana arterleri içinde olmak anlamında) zaten abesle iştigaldir. Şurası açıktır ki, Türkiye solunun kaderi, tıpkı memleket ve bölge kaderinde olduğu gibi, işçi sınıfının siyasal eylemine bağlanmış durumdadır. DİSK’in girişimini eleştiren bir ÖDP yetkilisinin “sol siyasetin toplumsallaşması gerekir” şeklindeki tespiti, baş aşağı çevrilmiş de olsa, burada vurgulanan gerçeği ifade etmektedir.
Dikkatlerin ve enerjinin “kitlesini arayan sola” değil, “siyasetini arayan sınıfa” yönelmesi elzemdir. DİSK’den beklenecek olan da budur. Ne var ki, DİSK’in girişimi, tam ters yöndeki bir arayışa sahne olmuş gibidir. Bu yargının kanıtları, katılımcı değerlendirmelerinde bolca bulunabilir. Örnek için 18 Ekim 2005 tarihli gazetelerinde Derya Sazak ve Rıdvan Akar’ın yazılarına bakılabilir. Yazılardan anlaşıldığı kadarıyla DİSK, mevcut siyaset zemininde bir aracılık işlevine soyunmuştur. Bu işlevin iki eksene sahip olduğu anlaşılmaktadır: Kadro temeli bakımından sosyalistlerle sosyal demokratların birlikteliğini sağlamak ve politik pozisyon bakımından da neo-liberal ve ulusalcı çizgilerin dışında konumlanmak. “AKP’nin alternatifi MHP mi olacak?” şeklindeki yakınmaların yaygınlığı düşünüldüğünde, bu girişimin, -örgütleyicilerin atfettikleri anlamdan bağımsız olarak- AB ile müzakere sürecini taşıyabilecek yeni bir siyasi oluşumu yaratmayı hedeflediği rahatlıkla söylenebilir. Oysa, sözü edilen toplantıda da ele alınan konulardan, AB müzakere süreci, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, laiklik, özelleştirmeler vb. başlıkların uluslararası sermaye programının hegemonize ettiği bir siyaset zemininde tartışılması başka bir şeydir, emek-sermaye çelişkisi ile kutuplaşmış bir siyaset zemininde tartışılması başka bir şeydir. Bu “nüans” ihmal edildiğinde ortaya çıkacak durum, cilalı dans salonlarında afili rugan ayakkabıları giyip harmandalı oynamaya benzer ki, zamanımızdaki bütün burjuva eğlencelerin bu minval üzere gerçekleştiği bilinmektedir.