“Geçmişin bu günkü kültürel tavırlar üzerindeki etkisi, geçmişin kendisinden daha önemlidir.” Edward Said(1) Şimdilerde Avrupa olarak bilinen coğrafi bölge, Yeni Dünya’ nın [ Amerika] fethinden önce, Asya’nın Batı ucunda fakir bir tarımsal yarım adaydı. Dünya ekonomisinin önemsiz bir unsuruydu ve dünyanın geri kalanına suna bileceği fazla birşeye de sahip değildi. Dünya ekonomisinin hatırı sayılır bir […]
“Geçmişin bu günkü kültürel tavırlar üzerindeki etkisi, geçmişin kendisinden daha önemlidir.”
Edward Said(1)
Şimdilerde Avrupa olarak bilinen coğrafi bölge, Yeni Dünya’ nın [ Amerika] fethinden önce, Asya’nın Batı ucunda fakir bir tarımsal yarım adaydı. Dünya ekonomisinin önemsiz bir unsuruydu ve dünyanın geri kalanına suna bileceği fazla birşeye de sahip değildi. Dünya ekonomisinin hatırı sayılır bir unsuru olabilmesinin yegane yolu, fetihlerden geçiyordu. Orta Çağdaki Haçlı Seferleri tam bu ihtiyaçtan doğan bir macera idi. Daha sonraki dönemde [15.yy] Ispanya’dan Yahudilerin ve Endülüs Müslümanlarının atılması, Batı Afrika’dan köle ticareti ve 1492 sonrasında Ispanyollar tarafından Amerika Kıtasının fethi, birikmiş zenginliğin yağmalanması, oradaki uygarlıkların tarih sahnesinden silinmesi, jenositler ve katliamlar, Avrupa’dan taşınan bulaşıcı hastalıklar sonucu ortaya çıkan emek açığını kapatmak üzere Afrikalıların avlanıp köleleştirilerek Amerika’ya taşınması, Avrupa denilen bölgenin altı katı büyüklüğündeki Amerika toprağının Avrupalıların özel mülkü haline getirilmesi, Değerli madenlerin [atın, gümüş] çıkartılıp Avrupa’ya taşınması, daha baştan kapitalist nitelik taşıyan tarımsal plantasyonların açılması… Atlantik bölgesini önemli bir ekonomik-ticari merkez haline getirdi. Avrupa’nın zenginliği esas itibariyle üç kıtanın beşeri ve doğal zenginligine ve servetine el komaya dayanıyordu.
İzleyen yüzyıllarda Afrika ve Asya’nın büyük bölümü de sömürgeleştirildi veya yarı-sömürge statüsüne indirgendi. Dolayısıyla, modern dünyanın tarihi, kapitalizmin, emperyalizmin, sömürgeciliğin tarihiydi. Sömürgeci-emperyalist Avrupalılar dünya ölçeğindeki etkinliklerini ve egemenliklerini artırdıkça, yeni bir insanlık tarihi versiyonu da oluşturdular, yeni bir dünya haritası yaptılar ve merkeze kendilerini yerleştirdiler. Giderek egemenin söylemi küresel planda egemen olmaya başladı. Avrupalılar kendi uygurluklarının yegane uygarlık olduğuna, bunun özgün bir uygarlık olduğuna, fetihler öncesinde de Avrupa’nın diğerlerinden üstün olduğuna, başka uygarlıklardan iktibas yapmadığına, önce kendilerini inandırdılar, eş zamanlı olarak başkalarını da inandırmalırı gerekiyordu. Aksi halde egemenlikleri kalıcı olamazdı. Zira, sömürgecilik sadece ekonomik ve politik bir kategori değil, aynı zamanda kültürel-ideolojik-entellektüel veçheleri de olan bir olgudur. Amerika, Afrika, Asya halklarının toprağını almak yeterli değildi, ruhuna da el koymak, bunun için de kültürel kimliklerini yok etmek gerekiyordu. İşte bu işi de şimdilerde avrupa-merkezcilik denilen ideolojik kurgu yapacaktı… Avrupa-merkezciliği Batı Avrupalıların kendileri ve başkaları hakkında oluşturdukları düşünceler, tasavurlar, teoriler, yakıştırmalar, hezeyanlar, safsatalar, yalanlar, yok saymalar, tahrifatlar… yığını olarak tanımlamak mümkündür. Fakat, önemli olan sadece bunların uydurulması, kurgulanması değil, yayılması, başkalarına nüfûz etmesi, başka türlü ifade etmek istersek, hedef alınan kitleler [ Avrupa-dışı toplumlar], yeryüzünün lânetlileri tarafından içselleştirilmesidir. Egemenlik altına almada kaba kuvvet veya çıplak şiddet en azından başlanğıçta gerekli olabilir ama köleleştirme, bilincin köleleştirilmesi gerçekleşmeden kesin ve kalıcı değildir. Egemen-tâbî ilişkisi, ideolojik kölelik olmadan mümkün değildir… Avrupa -merkezli ideolojinin misyonu, benim sömürge bilinci dediğimi dayatıp sürekliliğini sağlamaktı. Bu bakımdan sömürgecilikten ayrı bir modernleşme mümkün olamazdı. Avrupa-dışı toplumlar kendilerini sömürgecinin sunduğu aynada gördüklerinde, artık sömürgecilik içsel bir kategori haline gelmişti. Bilinci sömürgeleşmiş, kendini sömürgecinin tuttuğu aynada gören bir insan topluluğu, artık kendi gözüyle göremez, kendi eliyle tutamaz demektir. Zira, gösterilen şey, sömürgecinin göstermek istediğidir… Bu yüzden gerçek durumu bilince çıkarabilmek için, sömürgeleştirmeyle, sömürgeleşmişlik durumu ayrımını yapmamız gerekiyor. Bir yabancı gücün bir başka toplumu işgal edip, kendine bağımlı hale getirmesi tarihte sık raslalan bir şeydi, ama modern sömürgecilik veya aynı anlama gelmek üzere kapitalist yayılma, önceki dönemlerin emperyal yayılmasından farklı niteliklere sahipti. Birincisi, Avrupa sömürgeciliği ırkçı bir yayılmaydı; ikincisi, modern sömürgecilik öncesi dönemdeki emperyal yayılmadan farklı olarak, kapitalist yayılma bir sömürü metabolizması şeklinde tezahür ediyor. Nüfûz ettiği toplumları ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, ideolojik, entellektüel olarak baştan sona dönüşüme uğratıyor. Sadece ekonomisine, siyasetine nüfuz etmiyor, kimliğini de tahrip ediyor ve ona sömürgeleşmişlik kimliğini dayatıyor.
Sömürgeci Avrupalılar önce kendileri ve başkaları hakkında bir dizi gerçek dışı ideolojik safsata ürettiler: Avrupalı akıllı [rasyonel], yetenekli, çalışkan, bilime ve sanata yatkın, keşfiçi, bu yüzden üstün bir uygarlık yaratmışsa, ötekiler de bu hasletlerden yoksunsa, ilkel, barbar, geri, azgelişmiş olarak kalmışlar demektir! Zira, onlar rasyonel düşünceden yoksundur [irrasyoneldir], tembeldir, bilime ve sanata ehil değildir, gelenekten yakayı kurtaramaz, keşif ve icat yeteneği yoktur, orada doğu despotizmi geçerlidir, toplum durağandır, kendiliğinden ilerlemesi mümkün değildir… İkinci olarak, bu tür yakıştırmalar bir de modernite patentli, aydınlanma timsali, evrensel bilimsel hakikatler sayıldı… Eğer öyleyse, geriliğe mahkum söz konusu toplumları hareket ettirmek, kımıldatmak, ‘modern tarihin’ içine sokmak Avrupalıya düşerdi,,. Velhasıl çevre merkeze, Avrupa-dışı toplumlar Avrupa’ya benzemelidir. Eğer söz konusu olan kapitalizmse, kapitalist yayılmaysa, sermayenin hareketiyse, kapitalist yayılma da sömürgecilikle, emperyalizmle özdeşse, her seferinde ve her düzeyde hiyerarşi veya kutuplaşma üretmeye mahkûmsa, benzeme ve benzetme problematiğinin ne menem birşey olduğu açıktır. Kapitalist dünya sistemi veya aynı anlama gelmek üzere sermayenin hareketi, her ileri aşamada, kutuplaşmayı, hiyerarşiyi, farklılıkları, eşitsizlikleri, sömürgeleşmişlik durumunu derinleştiriyor. Dolayısıyla, kapitalist-emperyalizm koşullarında başkalarının merkez gibi olması, onu yakalaması, ona benzemesi, kalkınması mümkün değildir. Avrupa solu bu durumu anlamaktan acizdi, zira Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûldü. Avrupa merkezli ırkçı ideolojik yabancılaşmayla şerbetli bir sol hareketin, kapitalizm dışında yeni ve farklı birşeyler tavavvur etmesi, tasarlaması, teklif etmesi zaten iyimserlik olurdu. Birinci Enternasyonal de , İkinci Enternasyonal de açıkça sömürgecilikten yanaydılar, zira uygarlaştırıcı misyona inançları tamdı. Üçünçü Enternasyonale hakim Avrupa-merkezcilik, sömürgelerden gelen kimi itirazlara rağmen, birincinin ve ikincini yolundan devam etti. Zaten komintern Stalinist egemen bürokrasinin bir ideolojik-diplomatik manipülasyon aracına indirgenmişti.
Bu yüzden, geçerli Avrupa-merkezli paradigma dışında, yeni, farklı birşeyler yapma iddiasında olanların, dünyayı değiştirmek isteyenlerin, benim sömürgeleşmişlik durumu dediğim hakkında bilinç açıklığına ulaşmaları gerekiyor. Nasıl tarihsel Avrupa solu kapitalist sistemin bir iç-unsuru, bir bileşeni olmanın ötesine geçememişse, ulusal bağımsızlık hareketleri de aynı paradimanın esiri olmaya devam ettiler. Zira, toprakları sömürgeciden temizl
emek, sömürgelişmişlik durumunun ötesine geçildiği anlamına gelmiyordu. Kaldı ki, sömürgeleşmişlik durumu veri iken, artık sömürgeci-emperyalist güçlerin doğrudan denetimi de gereksiz hale gelmişti. Doğrudan sömürgecilik sermaye için pahalı bir şeydir ve zorunluluk dışında sermayenin itibar edeceği birşey değildir. Dolayısıyla doğrudan sömürgecilik sömürgeciliğin bir ilk aşamasıydı. Artık yerini başka egemenlik-bağımlılık biçimlerine bıraka bilirdi… Milli Kurtuluş Hareketleri sonucu kurulan ulus-devletlerin içi boş kabuk olmanın ötesine geçememesi, tam da yakarda söylediğimiz sömürgeleşmişlik durumunun, sömürgeciliğin içselleşmesinin sonucudur. Nitekim, XIX’uncu yüzyılın başında Latin Amerika, ikinci dünya savaşı sonrasında da Asya ve Afrika’nın sömürge halkları ‘bağımsızlıklarını kazanmalarına’ rağmen, sorunun özüne dair kayda değer bir değişiklik söz konusu olmadı. Sömürgeciliğin tasfiye edildiği söylemi, XX’inci yüzyılın ikinci yarısına ait bir efsaneydi… Zira, sömürgeleşmişlik durumu sömürgeciliğin tasfiyesine engeldi… Söz konusu ülkeler sömürgecilikten kurtulmak şurda dursun, yaptıkları herşey sömürgeleşmişlik durumunu daha da derinleştirdi. 1923 sonrası ‘reformlarının’ ve politikalarının Türkiye’yi emperyalist Batı’ya daha da bağımlı hale getirmesi bu yüzdendi. Siyasi bağımsızlıklarını ‘kazanan’ halklar-uluslar, doğrudan sömürge oldukları dönemdekinden daha hızlı ve daha kapsamlı olarak kendilerini sömürgeleştirmiş olanları taklide, onlara benzemeye yöneldiler. Kendileri olmayı akıl etmelerine sömürgeleşmişlik durumu engeldi… Oysa taklit hem mümkün değildi hem de arzulanır birşey de olmamalıydı… Sonuç uydulaşmanın, bağımlılığın, zenginlik transferinin, kimliksizleşmenin, kültürel yozlaşmanın derinleşmesi oldu. Daha önce başka yerde yazdığım gibi, sadece egemenliğin biçimi ve araçları değişmişti. Sömürgeleşmişlik durumu ve|veya sömürgeciliğin içselleşmesi veri iken, uzaktan denetim pekâlâ mümkündü. Doğrudan sömürgecilik dönemindeki genel valilerin, yüksek komiserlerin, memurların, askerlerinin, polisin, velhasıl sömürge bürokrasisinin yerini, uluslarasarı denilen ama aslında emperyalizmin kollektif çıkarlarına veya kollektif emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden kurumlar ve mekanizmalar [ IMF, Dünya Tcaret Örgütü, Dünya Bankası, Davos, G7’ler….] alabilirdi. Söylediklerimizden artık militer gücün gereksiz hale geldiği, Amerikan deniz piyadelerine ihtiyaç kalmadığı anlamı çırarılmamalıdır. Aksi halde dünyayı baştan başa saran Amerikan üslerine gerek kalmazdı…Eninde sonunda egemenlik zor ögesi olmadan mümkün değildir. Bağımsızlıktan sonra, önceki dönemde sömürgeci-emperyalist güçlerin üstlendiği baskı ve denetim işlevi büyük ölçüde Batılı efendilerin rahle-i tedrisinden geçmiş yerli yönetici unsurlara ihale edildi. Doğrudan sömürgecilik dönemindeki sömürgeci bürokrasinin yerini şimdilerde yerli ‘milliyetçi bürokrasiler’ almış durumda… Bundan sonraki mücadele emperyalizmle birlikte yerli milliyetçi egemenlere karşı yürütülebilir… Tutarlı bir anti-kapitalizm içermeyen hareketlerin, anti-emperyalistlik taslamaları olsa olsa kendilerini ve kitleleri aldatmaya, gericiliği yeniden üretmeye yarar… Fakat, mücadelenin başarısı üç soruna dair zihinsel açıklık gerektiriyor: 1. Bilinci özgürleştirmek, sömürgeleşmişlik durumunu anlamak ve aşmak; 2. Kapitalizm koşullarında neyin mümkün olmağını konusundaki kafa karışıklığından kurtulmak; 3. [¨Özel] mülkiyeti tartışmaya cesaret etmek.
Fetihler ve sömürgecilikle birlikte binlerce yıllık Batı dışı düşünce ve ‘bilimsel birikim’ yok sayıldı, en azından marjinalleştirildi. Sömürgecilikle yaşıt olan Batı sosyal düşüncesi [kapitalist kültür] başka uygarlıkların bilimsel-entellektüel birikimini yok saydı veya inkâr etti. Bunun mümkün olmadığı durumlarda bilim adamlarının ismi değiştirildi. [Batı Asyalı İbni Sîna’nın adı Avicenna, El Kindi Alkindius, İbni Rüşt Averros olarak değiştirildi…] Batı sosyal düşüncesi kendi uygarlığının özgün ve başka uygurluklardan iktibas yapmadığını ilân ettiği anda, Batı dışı sosyal düşünceyi yok sayması, inkâr etmesi kaçınılmazdı. Avrupa-merkezli sosyal düşüncenin [sosyal bilim] insanlığın ortak eseri olan birikimi reddedip, yok sayıp kendini dayatması demek, dünya ölçeğinde entellektüel sömürgeciliğin yayılması, etkinlik alanını genişletmesi demekti. Belirli bir eşik aşıldıktan sonra, Batı sosyal düşüncesi evrensellik içeren düşünce olarak sunuldu ve dünyanın geri kalanı da bu bakışı içselleştirdi… Şimdilerde Üçüncü Dünya’da ‘ortalama’ diplomalı, akademisyen, şair, yazar, vb… Avrupa-Amerika kaynaklı her düşüncenin, her teorik yaklaşımın, her eserin evrenselliğin timsali olduğundan şüphe etmez… Safsataların nasıl hikmetinden sual olmaz evrensel bilim sayıldığına dair en iyi örnek herhalde ‘iktisat bilimi’ denilip üniversitelerde okutulan, adına sayısız Nobel ödülleri verilendir. Söz konusu ‘iktisat teorisi’ dünyanın gerçekliğiyle ilgisi olmayan safsatalar yığınından başka birşey değildir. Misyonu burjuva toplumunun, kapitalizmin anlaşılmasını engelemek ve olup-bitenleri meşrulaştırmaktır. Öyle ki, tam da bilimin bulunması gereken zeminin karşı kutbundaki ideolojik safsatalar evrensel bilim sayılıyor… Ne yazık ki, birşeyin, bir olgunun inanç kategorisi haline gelmesi için, bir gerçekliğe tekabül etmesi gerekmiyor. Şimdilerde bilim çoktan bilim olmaktan çıkmış durumda. Bilimsel faaiyetin olmazsa omazı olan şüpheye dayanmak yerine bir inanç kategorisi haline gelmiş durumda…
Son dönemin ‘medeniyetler çatışması’ tezi, Avrupa-merkezciliğin tipik bir tezahürüdür. Zira, değişmez, ebed – müddet geçerli ‘Batılı değerler’ olduğu varsayımına dayanıyor. Oysa, böylesi bir kabûl, bilimsel olmak bir yana, mantık ve izâna da ters düşer. Bir toplumun kültürünü oluşturan unsurların değişmezliğini, durağanlığını iddia etmek, Elif ba’da kırk hata yapmaktır. Sadece değişmez Batılı değerlerden söz edilmiyor ‘Batılı değerler’ hep olumlu şeylere dairdir: özgürlük, demokrasi, sivil haklar, insan hakları… Oysa, bunların vitrine konulması öyle bir gerçeklik olduğu anlamına gelmiyor. Fakat, orada bir tuzak daha var: kavramların içeriğine, ne anlama geldiğine, gelmesi gerektiğine de uygar beyaz adam karar veriyor. Batı’nın ebed -müddet geçerli, değişmez değerleri arasında, ırkçılık, sömürgecilik, emperyalizm, jenosit, faşizm, nazizmi, frankizm, stalinizm de var mı? Batı, kendini uygarlık timsali sayıyor ve kitle imha silahları çoğaldıkça Batı medeniyeti, bilimsel ve teknolojik gelişme zafer kazanıyor. Kitle imha silahları ‘insanlık suçu’ işlemek için üretilmiyor mu? Eğer bu tür silahlar Batılı uygar beyaz adamın elinde olursa ‘dünya barışını’ ve ‘istikrarı’ korumak için [ Burada “barış” ve “isikrarın” ne menem şeyler olduğunun tartışmasına girmiyorum] gereklidir, Başkalarının [Avrupa dışı rejimlerin] elinde olursa, dünya barışı ve istikrar tehlikededir… Batı, özgürlüğün, insan haklarının, demokrasinin, vb. timsaliyse, İslam Ortadoğusu’na ne yakışır dersiniz: Ortadoğu’nun Müslüman halkları için üretilmiş standart klişelerden bazıları şunlardır: fanatizm, irrasyonellik, modernizm düşmanlığı, terör, şiddet, sakal, sarık, kalaşnikof… Aslında emperyalist Batı, kendi fanatizmini ve kıyıcılığını gözden uzaklaştırmak için, başkalarının zaaflarını bahane ediyor…
Batı sosyal düşüncesi [sosyal bilim densin] daha baştan iflah olmaz bir ırkçılıkla malüldü. Sömürg
eci Avrupalılar başlangıçta ‘üstünlüklerini’ dine [Hristiyanlık] dayandırdılar. Burjuva devrimlerinden, özellikle de sanayi devriminden sonra, ideolojik meşrulaştırıcı referansları dinden ırka kaydı. Avrupalı üstün ırk olduğu için diğerlerinden üstündü… İkinci dünya savaşından sonra faşizmin ve ırkçılığın lafzen mahkûm edildiği, sömürge halklarının ‘biçimsel bağımsızlığa kavuştuğu’ koşullarda, ırk üstünlüğü argümanı işe yaramaz hale geldi, şimdilerde ırkçılık kültür ırkçılığıdır. Avrupa-Amerika, üstün ilerici kültürün timsali sayılıyor… Yeryüzünün Lånetlileri Batının zenginliği ve refahı tarafından büyüleniyor. Oysa, ” Batının zenginliği, dünyanın geri kalanının boyunduruk altına alınmasının, köleciliğin, yağma ve talanın, sömürünün, sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonucudur, ama Batılılar bunu hiçbir zaman kabul etmediler. Avrupa-merkezli egemen ideoloji, birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu arasındaki ilişkinin tartışılmasını ve anlaşımasını engelliyor [ Burada zenginlik ve yoksulluktan ne anlaşılması gerektiğinin tartışmasına girmiyorum…]. Tam tersine, kendilerini hep ‘büyük insanlık’ karşısında alacaklı saydılar. Oradaki mantık da kabaca şöyleydi: Avrupalı “öteki halklara” manevi şeyler veriyor, onları medeniyete sokuyor, kendi üstün-eşşiz medeniyetinin ürünlerine onları ortak ediyor… Oysa, sömürgelerden gelen maddi şeylerdi ve hiçbir zaman kendi sunduğu yüksek manevi değerlerin karşılığı olamazdı… Aslında bu düşünce tarzı egemenlik ilişkisinin değişmez kuralıdır. Egemen olan, kendini manevî zenginliğin timsâli ve sahibi olarak görür ve maddi zenginliğe de sahip olmaya hakkı olduğuna inanır… Bu gün de bu anlayışın aynı yoğunlukta sürüp gittiğini söylemekte bir sakınca yoktur. Şimdilerde yeryüzünün lânetlilerine insan hakları, demokrasi, ‘insânî yardım, rejim değişikliği, Büyük Orta Doğu Projesi, vb. önermiyorlar mı? Buna petrol karşılığı insan hakları ve demokrasi de diyebilirsiniz… Ama emperyalistler hep alacaklı kalmak şartıyla…
Emeryalist Batılıların insanlığın geri kalanı için ve onlar adına ‘düşünmesi’, ‘tasarlaması’, ‘tasavvur etmesi’, ‘karar vermesi’ demek olan Avrupa-merkezciliği aşmak, bilincimizi özgürleştirmeye bağlı. Zira, kavramların ne anlama gelmesi gerektiği, tartışma gündemi, tartışma konuları ve biçimi, velhasıl entellektüel rotamız hâlâ Avrupa-Amerikalılar tarafından belirleniyor ve bu durum, geçerli paradimanın sorgulanmasını engelliyor. Başka türlü ifade etmek istersek, artık dünyanın gerçekliğine kendi gözümüzle bakabilmeyi başarmamız gerekiyor. Bunun da yolu şüphe etmek, geçerli paradigmayı sorgulayabilme yeteneğimize bağlı. Zira, anlamak aşmaktır denmiştir. Elbette tersinden bir Avrupa-merkezcilik yaratma tuzağına düşmeden. XXI’inci yüzyılın başında gerçekten evrensel düşünceyi yaratmanın yolu, beynimizi Avrupa-merkezli ideolojik virüsten temizlemekten geçiyor.
(1) Kültür ve Emperyalizm. Kapsamlı Bir Düşünsel ve Siyasal Sorgulama Çalışması, Çeviri: Necmiye Alpay, Hil Yay.1995 s. 56.
(*)Bu yazı ilk olarak, www.ozguruniversite.org adresinde yayınlanmıştır. Yayınlanması için yazarı tarafından sitemize gönderilmiştir.