Giriş: Not: Bu yazı,Yüksel Akkaya’nın Kızılbayrak dergisine yazmış olduğu “Gecekonduları Niçin Yıkmalıyız?” başlıklı yazısının vermiş olduğu “ilham”la kaleme alınmıştır. İşçi sınıfının mülksüzleştirilmesi, onun otomatik olarak sınıf bilincine erişmesine ve mücadeleye tutuşmasına yol açmaz. Akkaya; Engels’ten alıntı yaparak başladığı yazısında, kendi yanlış görüsüne dayanak bulduğunu düşünmektedir. Engels’in 19.yüzyıl Avrupa’sından yola çıkarak yaptığı gözlemlere dayanarak yazdığı iki […]
Giriş:
Not: Bu yazı,Yüksel Akkaya’nın Kızılbayrak dergisine yazmış olduğu “Gecekonduları Niçin Yıkmalıyız?” başlıklı yazısının vermiş olduğu “ilham”la kaleme alınmıştır.
İşçi sınıfının mülksüzleştirilmesi, onun otomatik olarak sınıf bilincine erişmesine ve mücadeleye tutuşmasına yol açmaz. Akkaya; Engels’ten alıntı yaparak başladığı yazısında, kendi yanlış görüsüne dayanak bulduğunu düşünmektedir. Engels’in 19.yüzyıl Avrupa’sından yola çıkarak yaptığı gözlemlere dayanarak yazdığı iki kitapta dile getirdiği ve bugün açısından önemli tarihsel belgeler olmasının dışında günümüzdeki pozisyon alışlar açısından fazlaca önemi olmayan yorumları şimdiki zamana ikame etmektedir. Ama Engels’in kendi dönemini analiz ederken kullandığı yöntemden uzaklaşarak yapıyor bunu. Engels’in 19 yüzyılın somutuyla ilgili olarak ifade ettiği düşünceleri bugünün somutuna indirgemek gibi bir kolaycılıkla işin içinden sıyrılmaya çalışmakta. Akkaya gibi arkadaşlar, akademik düşünüşün sınırları dışında düşünmeye özel çaba gösterirler. Bu çabanın kendisi onlara akademi içinde ve dışında ayrı bir itibar kazandırır. Ancak bizzat bu itibarın kendisi akademik düşünüşün tekrar yöntemlerine sirayet etmesini göremez kılar. İşçi sınıfı hareketinin gelişmemesinde sendika uzmanlıkları ve akademi kökenli analizlerin üzerine oturmuş stratejilerin payı büyüktür.
“Bir devrimci, sosyalist için gecekonduları savunmak büyük bir çelişki olmanın ötesinde, büyük bir yanlıştır” bu cümleyle başlayan yazıya yanıta bu cümleden başlayalım. Beylik bir doğru gibi gözüken bu cümle, eşilince, şunları görürüz:
1- Devrimciler; 80 öncesinde büyük şehirlerde gecekondular kurdular, bu onların tercih ettikleri bir şey değil o günün koşullarında kendilerini içinde buldukları bir süreçti. Faşizme karşı mücadelenin yoğun bir şekilde sürdüğü koşullarda köylerinden kopup gelen insanlara yardımcı oldular, dayanışmada bulundular. Çatışmalarının yoğunluğu devrimcilere, mimariye ve şehir plancılığına uygun yerleşimler oluşturma fırsat vermedi. O koşullarda, yapabilecekleri tek şey, konutları imeceyle yapmaktı, öyle yaptılar.
2- Ülkemizde sermayenin konut sorununda işçiler, yoksullar için konut edindirmede bulduğu formül gecekondu ve varoşları kışkırtmak ve bu sürece göz yummak olmuştur. Ayrıca bugün, ellili yıllardan seksenlere kadar tercih edilen gecekondu türü yapılaşma büyük oranda terk edilmiştir. Son 20-25 yılın konut biçimi, üzerinde filizi açık biçimde yükselen betonarme binalardır. (Bu tür kötü yapılaşma pratikleri solun değişik kesimlerinden farklı eleştiriler almıştır. Bu eleştirinin başlıcası “devrimciler onlara ev yaptılar ama onlar şimdi zenginleşince devrimcilere sırt çevirdiler” idi. Oysa bu eleştiride samimi hiçbir yan bulunmaz, İstanbul’da muhalif mahalleleri sayarsanız, Gazi, Okmeydanı, Sarıgazi, 1 Mayıs, Nurtepe, vb, devrimcilerin inşa edilmesinde kolaylaştırıcılık yaptıkları yerlerini saymış olursunuz.) Aslında devrimciler ve yapıları bugün bile varoluşlarını büyük oranda geçmişte yaptıkları o “kaba” dayanışmaya borçludurlar. Bu yerleşimler genel olarak varoş olarak adlandırılıyor. 20 yıllık süre zarfında arazi mafyası, yerel çıkar odakları (emlakçı, muhtar, hemşehri grupları vb.) mütahitlik mekanizmaları aracılığıyla dağıtılan kentsel topraklar üzerinde enformel yollarla hayatlarını kurmuşlardır. Konut edinme biçimi açısından bu yolda artık son birkaç yıldır tükenmek üzeredir. Çünkü artık kentsel toprağın sınırlı hale gelmesi, büyük sermaye gruplarının ranta el koyma süreçlerinde aracıları istememesi bu enformel ilişkileri “düzenli” hale gelmeye zorlamıştır. Emlakçılıkta bile ciddi tekeller oluşmuştur. Artık kolay kolay birilerinin gelip arsa işgal edip konut sorununu çözmesi mümkün görünmemektedir. Bugün artık bu hak uluslar arası ve yerel büyük sermaye gruplarına aittir
3- Gecekondu ve varoşlarda yaşayanlar açısından Akkaya’nın iddia ettiği, mülk sahibi olmanın sınıf bilincini ötelemesi gerçeği bir dönem için oldukça etkili olmasına rağmen bugün bu kesimler için artık o kadar da belirleyici değildir. Çünkü varoşlaşmayla aynı tarihsel kesite denk düşen bir mülksüzleşme, mülkiyet ilişkilerindeki parçalanma, yeniden bölüşüm süreçleri son on yılda yoğunlaşmıştır. Seksenlerin sonlarında konut yapan yoksulların çocukları büyümüş evlenmiş mevcut konutlara sığamaz olmuşlardır. Doğal olarak kiraya çıkmaya yönelmişlerdir. Geçici, çelişkili sınıfsal konumlardan, ait oldukları yere dönmüşlerdir. Tam da bu nedenlerle uzun kredili, kira öder gibi ucuz konut sahip olmanın yolu diye pazarlanan Mortage’ler ortaya çıkmıştır.(Bu ise işçi sınıfının ömür boyu rehin almak anlamına gelmektedir, kredi kartı işkencesinin insanın bütün ömrüne yayılması anlamına geliyor. ) Akkaya; “sağlıklı bir konutta barınma hakkı sağlamak için merkezi ve yerel yönetimler üzerinde bir baskı uygulayarak düşük kiralık konutlar üretmeleri savunulmalıdır. Böylece merkezi ısıtma sistemi ile ısınma sorunu ve sıcak su sorunu çözülecek olan bu konutlarda yeşil alan ve dinlenme yerlerinin de oluşturulması ile daha yaşanabilir bir ortam sağlanmış olacaktır.. ” diyor. Sermayenin TOKİ ve yerel yönetimler aracılığıyla bulduğu yol işçiyi ve yoksulu ev sahibi kılmıyor onları bankalara-faizlere mahkum ediyor. Mortage, bunun için var. Zaten bu yollarla ev sahibi olmak işçi sınıfının ücret durumu en iyi olan kesimleri için ancak mümkün olabiliyor. (Bu yolla konut sahibi olabilmek için asgari 1 milyarın üzerinde gelire sahip olmak gerekir.)
Akkaya’ın günümüz sendikalarının karakteristiği olarak nitelediği “panoptikon sendikacılık”ı aslında sermaye yerleşim alanlarına önerdiği site türü yerleşkelerle gözetim, denetim süreci ile tamamlanmış oluyor. Panoptik yerleşimlerde, işçiler, yoksullar site içindeki bir apartman dairesine yerleştirilip, komşularıyla diyalogları kesilip yabancılaşamaya mahkum ediliyorlar. Kapıdaki özel güvenlik kabininden muhtarlıklardaki rahat denetim olanaklarına kadar “güvenlik açısından” bir çok şey halledilmiş oluyor. Kentsel Dönüşüm, tam da böyle bir dönüşüm hedefliyor. Depremi ve sağlıksız yerleşimleri bahane ederek sermaye diyor ki “siz artık o kıymetli arsalarda, boğaz manzaralı, oksijenli tepelerde yaşayamazsınız, çünkü ben ve işbirlikçilerim için kentin merkezleri artık güvenli ve sağlıklı değil oralara benim yerleşmem lazım. Zaten siz işgalcisiniz, bana ait yerleri gasp etmişsiniz, artık çıkın. Çünkü oralarda siz bir birinizle iyi diyaloglar içindesiniz, sizi ben denetleyemiyorum. Sizi denetleyemeyince benim psikolojim bozuluyor vs.” Zenginler buralardaki konutların sağlıksızlığı ile ilgilenmemektedir sadece, esas ilgilendiği buralardaki “toplumsal-sosyal hayat”tır. Herkesin birbirini tanıdığı mahallelerin devrini kapatmak istiyorlar. O yüzden sorun gecekonduları yıkmak gibi bir ucubelikle anlaşılamaz, yıkınca da ücretler yükselmez. Akkaya; konut sahibi olmayan diğer yüzde ellinin neden sınıf mücadelesini yükseltmediğini, ücretleri yükseltme mücadelesine girmediğini bize anlatmalıdır. (Kentsel mekanın sınıf oluşum süreçlerine katkısını atlamadan.) Bir de neden düşük kiralık konut savunalım, villa neden olmasın işçi sınıfı için!
Sonuç Yerine:
Bugün İstanbul ve Türkiye’nin büyük kentlerinde tartışılan “kentsel dönüşüm projeleri” ne karşı solun alması gereken doğru tutum, öncülüğü doğru kavramakla mümkün hale gelir. Devrimciler, meseleye
barınma sorunu çerçevesinden yaklaşmalıdır. Bu yerleşimlerde yaşayan insanlardan daha fazla onların konutunu savunur bir yere düşmemelidir. Eğer konut, içinde yaşayan için önemli ise o zaten bu konuda belli bir uğraş içerisinde olur. Devrimciler, halka başına nelerin gelebileceği, hangi aşamalarda ne sorunlarla karşılaşabileceği, bu sorunlarla baş edebilmek için ne tür mekanizmalar, işleyiş oluşturması gerektiği konularında kolaylaştırıcılık yapmalıdır. Elbette “direneceğiz kazanacağız” türü slogansı yaklaşımlar sorunu kavramaktan uzaktırlar. Bu sorunlarla baş edebilmenin yolu, halkın konu ile ilgili (kendi akıbeti çünkü bu) her tür bilgiye ulaşmasını sağlamak, sadece sorunu yaşayanların içerisinde yer aldığı demokratik örgütlenmelerin oluşturulduğu ve bu örgütlenmelerin taleplerinin ve adımlarının ortaklaştırdığı süreçlerle oluşur. Devrimciler, halkın örgütlenmelerinin kapasitesini genişletmek, ihtiyaç duyulan her tür bilgiyle bu örgütlenmeleri enforme etmekle mesuldürler. Yani “ön”lerinde değil, “yan”larında durup her durumda kolaylaştırıcılık yaparak halkla dayanışmada bulunmakla doğru bir pozisyon alınmış olur. Direnme ve savaş sürecin belli aşamalarında taş sopa, barikat, belli aşamalarında hukuksal davalar, belli aşamalarının da heyetlerin ilgi makamlarla görüşme ve müzakereleri biçimini alabilir, ama sürecin esası halkın örgütlenmesi, sorunu kavraması, akıbeti konusunda bilgi sahibi olması, ne yapacağı konusunda kendisinin karar vermesidir. Tarzanca yaklaşımlar solda epey karşılık bulur ama halkın itibar ettiği bir şey olmamıştır. Bizzat bu konuda kimi pratikler içerisinde olanların daha kolay gözlemleyeceği bir sorun bu.
Kuşkusuz alternatif kentsel dönüşüm projeleri dahil kimi öneriler geliştirmek mümkün, belki on yıl önce Karanfilköy’de bulunan çözüm ya da Dikmen Vadisi’nde bulunan çözüm, yada Gülsuyu-Gülensu mahallesinin direnişle bulduğu çözüm bu sürece yön verecektir. Gerçeğe yakın olan çözüm; yıkımın söz konusu olduğu her mahallede (Tıpkı Gülsuyu civarı, Sarıyer’in birkaç mahallesi gibi) o mahallede yaşayan herkesin doğrudan temsiline dayanan, sokak temsilcileri üzerine yükselen örgütlenmelerin oluşturulmasıyla kent ölçeğindeki yan yana gelişiyle (Çünkü kentsel dönüşüm merkezi ve bütünlüklü bir proje) ve her mahallin kendine has çözümünü oluşturduğu ve bu çözümü kentin sorunsuz-formel yerlerinde oturan insanlarla paylaştığı onlarında, onayını kazandığı süreçlerle oluşa bilecektir.