Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olma olasılığını daha da geriye çeken bir belge, bir kez daha diplomatik bir zafer, neredeyse bir ”devrim” olarak pazarlandı. Böylece kamuoyu, bir kez daha bir ”seçeneksizlik” açmazı ile karşı karşıya bırakıldı. ”Paranın vatanı yoktur” sloganını kendi öznel kimliklerine de taşıyan ”para babalarımız” ın AB tutkusunda şaşılacak bir şey yok. Beni […]
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üye olma olasılığını daha da geriye çeken bir belge, bir kez daha diplomatik bir zafer, neredeyse bir ”devrim” olarak pazarlandı. Böylece kamuoyu, bir kez daha bir ”seçeneksizlik” açmazı ile karşı karşıya bırakıldı.
”Paranın vatanı yoktur” sloganını kendi öznel kimliklerine de taşıyan ”para babalarımız” ın AB tutkusunda şaşılacak bir şey yok. Beni bu konuda daha çok ilgilendiren, Türkiye solunun bir bölümünün de sözü geçen savrulmaya kapılarak AB yandaşlığına saygınlık kazandıran katkılar yapmalarıdır.
Bu olguyu değerlendirirken Avrupa’da AB’yi soldan eleştiren görüşlerden yararlanabileceğimizi düşünüyorum.
****
AB’yi soldan eleştiren Avrupalılar, ekonomik politikalar söz konusu olduğunda ”Sosyal Avrupa” gündeminin tasfiyesini vurguluyorlar. New Left Review dergisinin Mayıs/Haziran 2005 sayısında Bernard Cassens şu saptamaları yapıyor: ”1986’dan bu yana üye ülkelerin sosyal ve iktisadi politikalarının homojenleştirilmesine çalışıldı. İki seçenek vardı: Ya toplumsal kazanımlar üst düzeyde ahenkleştirilerek genişletilecek; veya piyasa güçleri, bunları aşağıda eşitleyecekti. İkinci yol yeğlendi. AB’nin anti-demokratik yapısı bu işi kolaylaştırdı… Ve döneklere özgü bir taassupla Avrupa’nın orta-sol partileri, …neo-liberalizmi AB’nin temel ilkesi haline getiren tüm sözleşmeleri imzaladılar.”
Aynı derginin AB Anayasa Taslağı üzerindeki halkoylamalarını değerlendiren başyazısını kaleme alan Susan Watkins de benzer saptamalar yapıyor: Maastricht sonrasında ”devalüasyon ve açık finansman seçeneklerinin dışlanması, …düşük ücretli, korunmasız emekten ve piyasalaşmış hizmetlerden oluşan.. Anglo-Sakson gündemine” ayak uydurulmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Artık ”AB’nin ABD’ye sosyal-demokratik, daha insancıl bir alternatif oluşturabileceği umudu son bulmalıdır… Avrupa’nın seçkinleri AB’nin yasama ve yürütme erklerini savaş sonrasının sosyal-demokrat mirasının tasfiyesi için kullanmışlardır… Onların Avrupası sosyal içerikten yoksun kılınmıştır.”
Watkins’e göre bir toplumsal ilerleme projesi olarak AB artık yoktur. Ve soruyor: ”Bugün alternatif yoksa, daha iyi bir gelecek nasıl düşünülebilir?”
****
Uluslararası ilişkilerde AB’nin rolü söz konusu olduğunda, soldan gelen eleştiriler AB’nin anti-demokratik kurumsal yapısının içi boş bir ”demokratik Avrupa” söylemiyle gizlendiğini vurguluyorlar. AB’nin bu aldatıcı söylemi, Watkins’e göre 1970’li yılların ortalarında devrimci sol geleneklerin güçlü olduğu Yunanistan, İspanya ve Portekiz’in faşist rejimlerden Batı güvenlik ittifaklarına sıkı sıkıya kenetlenmiş liberal kapitalist demokrasilere dönüşmesine belirleyici katkılar yapmıştır. Aynı yazar, ”demokratik Avrupa” nın, Yugoslavya’nın kanlı bir iç savaşa sürüklenerek parçalanmasına nasıl yol açtığını da hatırlatıyor. AB’nin Amerikan emperyalizmine karşı alternatif bir siyasi ve askeri güç odağı olması seçeneği ise 1992-1993’te Fransa ve Almanya’nın bilinçli katkılarıyla kesinlikle dışlanacaktır.
Watkins, AB’nin, eski sosyalist blokun içinde ve çevresinde ”rejim yaratma” hizmetlerine nasıl hizmet ettiğini açıklıyor. ”Demokratik Avrupa”, buralarda temsili demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesiyle fazla ilgili değildir; zira seçimlerin kapitalizmin tolerans sınırlarını zorlayan sonuçlar vermesi mümkündür. Bu durumlarda ”kilit mevkilere danışmanlar yerleştirilir ve seçimle gelen.. yönetimlerin görevleri dış kaynaklarla beslenen devlet-dışı-örgütlere devredilir.”
Buralardaki ”rejim değiştirme operasyonları” içinde Avrupa, ABD’nin stratejik önceliklerini, ikinci sınıf bir rol üstlenerek desteklemiştir.
****
AB’nin Güney ve Doğu Avrupa’da otuz yıldır sürdürdüğü ”rejim oluşturma projeleri” , elbette Türkiye’yi de ilgilendirecektir. AB kurumlarıyla bütünleşme sürecinin stratejik işlevi, Türkiye toplumunu mümkün mertebe dönüşü olmayacak bir biçimde kapitalizme kenetlemektir. Ancak bu kapitalizm, önceki üç yüzyılın halk mücadelelerinin mirası olan toplumsal kazanımları tasfiye etmiş; sermayenin sınırsız tahakkümünü hedefleyen bir kapitalizm olacaktır. 21. yüzyılın bir dönemecinde Türkiye bugünkü sınıf dengelerinin değiştiği kritik bir yol ayrımı ile karşılaştığında, AB bağlantıları, toplumumuzun kökten, belki ”sosyalizan” bir doğrultuya yönelmesini önleyebilecek bir rol oynayacaktır.
Avrupa’nın sosyalist solu, AB’nin geçmiş sicilini çıkardığında bize bu uyarıyı da yapmış oluyor. Türkiye’nin AB’ci solcuları ise ülkelerinin geleceğini devrimci düzen değişikliğinde, sosyalizmde arayan bir zamanki perspektiflerini ve tüm ütopyalarını yitirmişlerdir. Geride ne kalır? Sermayenin hegemonik bir projesi olan ”AB süreci” ne savrulup gitmek.
”Demokrasi” özlemlerine saygı duyalım; ama demokrasi anlayışlarının bir hayli kısıtlı (ve bencil) bir perspektif içerdiğini de vurgulayarak…