Giriş Avrupa Birliği ile müzakere için kritik 3 Ekim tarihinin başarıyla geçildiğini ileri süren hükümet çevreleri, liberal yazar ve akademisyen takımınin yanı sıra askeri-sivil devlet bürokrasisi de medeniyet ailesine katılımın kaçınılmazlığını “bir plan dahilinde yol haritasının yerine getirilmesiyle” olabileceğine inanmış halde kaynaşmış görünüyor. Öte yandan AB’ye karşı olduklarını belirten çevreler de eleştirilerini daha çok milliyetçi […]
Giriş
Avrupa Birliği ile müzakere için kritik 3 Ekim tarihinin başarıyla geçildiğini ileri süren hükümet çevreleri, liberal yazar ve akademisyen takımınin yanı sıra askeri-sivil devlet bürokrasisi de medeniyet ailesine katılımın kaçınılmazlığını “bir plan dahilinde yol haritasının yerine getirilmesiyle” olabileceğine inanmış halde kaynaşmış görünüyor. Öte yandan AB’ye karşı olduklarını belirten çevreler de eleştirilerini daha çok milliyetçi vurgular (Kıbrıs, Ermeni tartışmaları gibi) üzerinden yaparak devletin pazarlık gücünü artırmaya dönük ve kısmen iç politikadaki temel sorunları (Kürt sorunu, özelleştirmeler gibi) gizlemeye yarayan bir tarzda gerçekleştiriyorlar.
Burada alternatif bir tutum, etkimiz ve gücümüz dışında yapılmaya çalışılan -ve doğrudan bizi ilgilendiren- bir evliliğin eleştirisini nesnel ve bilimsel ölçütlerle ve emperyalizm karşıtı bir eksende durarak yapmak olacak. Bu tarz bir eleştirinin anlamlı olabilmesi için Türkiye’nin taleplerinden ziyade (pazarlık gücü olmayan Türkiye’nin nelere razı edileceği bugünden rahatlıkla görülebiliyor) AB’nin bu katılımdan neler beklediğinin anlaşılması gerekiyor. Bu beklentilerin önde gelenlerinden biri, “AB’nin Ortadoğu ve Avrasya ile komşuluk gereksinimleri” giriş niteliğindeki bu analizin konusunu oluşturuyor.
AB ile ABD arasında bir tampon: Türkiye
AB’nin Avrupa Ordusu kurma projesi AB dış politika yüksek temsilcisi Javier Solana tarafından “yakın çatışma bölgelerine barışçıl müdahale amacına dönük olarak bir askeri kuvvetin oluşturulma zorunluluğu” olarak ifade edilmekteydi. Geçen süre içinde Nato’ya alternatif olarak geliştirilen projenin somutlaştırılamaması bir yana, birliğe yeni katılan ülkelerin de ABD desteğiyle ve herhangi bir rezerv ile karşılaşmadan Nato’ya üye oldukları görüldü. Gelinen aşamada Avrasya’daki enerji alanlarının hakimiyeti ve Ortadoğu’daki sıcak alanlarda etkin olma mücadelesinde ABD’ye karşı mevzi kaybedildiği görülüyor.
Kendi askeri araçları olmadan Ortadoğu-Avrasya bölgesinde söz sahibi olamayacağının farkında olan AB siyasal eliti ve sermaye çevrelerinin ABD ile diplomatik alanda bir kapışmaya -kaçınılmaz olarak- girdikleri ve Irak’a yapılacak müdahaleye karşı koymaya çalıştıkları izlendi. Şimdi taşların yerinden oynadığı ve Irak’taki müdahalenin ardından İran ve Suriye’ye de müdahale edilebileceği göz önünde tutuluyor. Bu bilinenlerin yanı sıra, Suriye ve İran’ın AB ve Rusya ile artan ilişkileri, aynı anda Hindistan ve Pakistan’ı idare eden İsrail’in Çin ile yakınlaşması da önümüzdeki süreçlerde önemli olacak.
Bu çok yönlü ilişkiler içinde kendisini AB içine atarak garanti altına almaya çalışan Türkiye’ye karşılık AB de, doğrudan sınır komşusu olacağı bölgelerde yeni pazar alanları beklentisi içinde bulunuyor. Ortadoğu ülkeleriyle doğrudan ticaret komşuluğu olanağı ve bölgedeki siyasal çatışma alanlarına (İsrail-Filistin, İran-Suriye-ABD) yakın durma olanağı AB’nin ‘ön beklentileri’ durumunda. AB’nin birincil önceliğini, gelişen Avrasya-Ortadoğu pazarı üzerindeki paylaşım kavgasında ‘pozisyon kazanmak’ olarak okumak gerekiyor.
Su politikalarının rolü
Yeni dönemdeki çatışma alanlarının analizinde “su” -petrolün de ötesinde- önemli bir politika bileşeni olarak denklemlere dahil olmakta. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’ten Elçin Poyrazlar’ın haberine konu olan bir gizli AB belgesinde “Fırat ve Dicle havzalarının AB ile ortak kullanılması” gibi isteğin ifade edildiği belirtilmekteydi (Cumhuriyet, 16 Ekim). Henüz müzakere süreci başlamadan AB tarafının yağmaya hazırlandığını ortaya koyan belge, gerçekte AB’nin temel hedeflerinden birini belirlemesi bakımından önem taşımakta.
AB’nin Fırat-Dicle havzalarına ilgisi su ihtiyacından kaynaklanmıyor. Avrupa’nın büyük bölümünde su ihtiyacı bulunmuyor ve kıta su yönetiminde başarılı bir performans sergiliyor. Özellikle Hollanda gibi ülkelerin ‘sudan toprak kazanma’ gibi projeler ve tarımsal teknolojilerdeki gelişmelerle yeni yaşama alanları yarattıkları biliniyor. Buradaki ilgi, havzanın stratejik karakterinden kaynaklanmakta. Ortadoğu’nun iki büyük havzasından Dicle Irak’ın yaşam alanlarını kontrol ederken, Fırat da Suriye’ye hayat vermekte. GAP projesinin tamamlanmasıyla önemi daha da artacak olan havzalar İsrail tarafından Tevrat’a dayandırılarak “vadedilmiş topraklar” olarak kabul ediliyor. Yahudi sermaye çevrelerinin havzadan büyük toprak alanları satın almaları da bu politikayla birleşen karakteriyle öne çıkıyor. ABD-İsrail ve bölge ülkeleriyle birarada önem kazanan havza bir siyaset aracı olarak AB’nin de ilgisini çekiyor ve geçmişte Suriye’yi tarımsal teknoloji ihracıyla belirli bir üretim biçimine mahkum eden Avrupa’nın benzer planların peşinde olduğu öngörülebilir.
Kürt sorunu
Daha geniş bir yazıda ele alınması zorunlu olan Kürt sorunu da AB’nin Türkiye’ye karşı taleplerinin bir aracı durumunda. Gelinen aşamada, ABD-İsrail desteğiyle Kuzey Irak’ta kurulan -emperyalizmle uyumlu- Kürt devletinin yeni süreçte önemli rol üstleneceği ortak görüş durumunda. Kürt devrimci hareketinin ABD’den ziyade AB çevrelerine sempati ile bakması Türkiye karar alıcılarını bu sorun etrafında ABD’ye yaklaştırıyor. ABD’nin bölge çıkarlarıyla ortaklaşması zor olan Türkiye’nin AB’nin atacağı adımlara göre politikalarını belirleyebileceği önümüzdeki döneme ilişkin beklenti olabilir. Özgür Politika gibi yayın organlarını kapatan ve Kürt dernekleri üzerinde -kontrollü- baskı oluşturan AB’nin gerçekte Türkiye’ye karşı alan yaratırken Kürt hareketi üzerindeki pozisyonunu da güçlendirmeyi hedeflediği görülüyor.
Aslında Türkiye’nin Kürt sorunundaki politik zayıflığı bizzat kendi yetersizliğinden kaynaklanıyor. Demokratik ve halkçı çözümler üretmek ve Kürtlerin taleplerini önemseyerek halklarını sahiplenmesi gereken Türkiye karar alıcılarının; bir yandan ABD ve AB’nin politikalarına eklemlenmeyi seçerken, öte yandan -denenmiş ve başarısız olmuş bir yöntem olduğu bilinmesine karşın- milliyetçi kanalları kışkırtarak sonuç almak istedikleri izleniyor.
Sonuç
AB’nin Türkiye’yi bünyesine katması siyasal ve ekonomik bir teslim düzeyinde olabilecek şüphesiz ki. Ele geçirilmesi hedeflenen alanlardan biri Türkiye’nin stratejik pozisyonu ve kaynaklarıdır. Askeri-coğrafi güç, su havzaları ve Kürt sorunu etrafında kazanılacak pozisyonlar AB’nin önemli ihtiyaçları durumunda. AB sürecini Türkiye’nin beklentilerinin yanı sıra AB’nin gereksinimleri ve kaybedilebilecekler açısından da değerlendirmeye tabi tutmak, geniş halk kitlelerinin evliliğin eleştirisini doğru tutum alarak -milliyetçilik dışında araçlarla- yapmaları bakımından önemli görünüyor.
Bülent TÜTMEZ
[email protected]