AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana endekslendiği AB sürecinde, verilen ev ödevlerini yerine getirdi ve 3 Ekim’de Türkiye, AB ile müzakere masasına oturdu. Bir kesim, müzakere masasına oturulmasını, Türkiye’nin 82 yıllık batılılaşma hedefinin nihai noktası olarak gördü ve Cumhuriyet tarihindeki en büyük başarı olarak ilan etti. Bu kesim içerisinden bazıları ise daha da ileri […]
AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana endekslendiği AB sürecinde, verilen ev ödevlerini yerine getirdi ve 3 Ekim’de Türkiye, AB ile müzakere masasına oturdu.
Bir kesim, müzakere masasına oturulmasını, Türkiye’nin 82 yıllık batılılaşma hedefinin nihai noktası olarak gördü ve Cumhuriyet tarihindeki en büyük başarı olarak ilan etti. Bu kesim içerisinden bazıları ise daha da ileri giderek müzakere masasına oturulması ile medeniyetlerin buluştuğunu ve bunun dünya tarihinin en önemli olayı olduğunu savundu.
Buna karşılık bir başka kesim ise bu olayın abartıldığını ve hatta AB ile müzakere etmenin, AB’ye üye olma fikrinin Türkiye için çok da kötü olduğunu savundu.
Aynı olay karşısındaki bu iki farklı görüşten acaba hangisi doğruydu? AB üyeliğini ve 3 Ekim’i Türkiye’nin ve dünyanın en önemli olayı olarak ilan edenlerin görüşü mü yoksa, AB üyeliğinin ve müzakere koşullarının Türkiye için, Türkiye’de yaşayan insanlar için kötü olduğunu düşünenlerin görüşü mü?
Bunu anlayabilmek için bu görüşlerin hangi gerekçelere dayandığına bakmak gerekir. AB savunucularının çok önemli bölümü (örneğin CHP gibi bu sürece dahil edilmediği için eleştirenler dışında), 3 Ekim’de kabul edilen müzakere koşullarını başarı olarak kabul etmiştir. Kimdir bunlar? Kuşkusuz en başta medyayı saymak gerekir. Daha sonra ise medyayı da kontrol eden sermaye kesimi, medya ve sermayeyle sıkı bağlantı içerisinde bulunan liberal “aydın”lar sayılabilir. Ayrıca, AB fonlarıyla yakın ilişkileri olan sivil toplum örgütleri (STÖ) ve kendilerini STÖ olarak gören sendikacılar ile liberal sol çizgideki kişi ve siyasi oluşumlar da bu kesim içerisinde yer alır.
Sermaye ve onunla çıkar ilişkisi içerisinde olanların AB savunuculuğunun gerekçesi açıktır. Türkiye, AB’ye girebilmek için yerine getirmek zorunda olduğu koşullar sayesinde kapitalizme bütünüyle eklemlenecek, bu sayede sermaye, bir taraftan kendisine yeni kâr alanları ve pazarlar bulurken, diğer taraftan da siyaset üzerindeki egemenliğini perçinleyecektir.
Liberal sol ve sivil toplumcuların AB savunuculuğunun temel dayanağı ise Türkiye’de demokrasi ve sosyal hakların gelişmesi düşüncesine dayanmaktadır. Genellikle, demokrasi ve işçi sınıfı mücadelesini temsil ettiği iddiasında olan örgütlerde yer almalarına karşılık bu düşünce sahipleri; Türkiye’de demokrasi ve sosyal hakları geliştirecek dinamiklerin var olmadığını düşünerek, Avrupa demokrasisinden sebeplenilebileceğini savunmaktadır. Sermayenin kuralları ile işleyen bir birliğin, sermayenin çıkarlarına uygun olanın ötesinde demokrasi ve sosyal hakları sağlamayacağını göz ardı eden bu kesim, AB konusunda da sermaye ile paralel tavır sergilemektedir.
AB’ye ve/veya müzakere koşullarına karşı olanları, gerekçelerine göre iki ana gruba ayırmak mümkündür. Bunlardan biri, AB üyeliğine ve müzakere hükümlerine Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı olduğu için karşı çıkan milliyetçi sağ ve sol kesimlerdir. Bu kesimler, AB’nin emperyalist bir yapı olduğunu ve esas niyetin Türkiye’yi bölerek Kurtuluş Savaşı’nın rövanşını almak olduğunu iddia ederler.
Diğer bir kesim ise, sermayenin çıkarları doğrultusunda işleyen bir örgüt olduğu için AB’ye ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkanlardır. Ortadan kalktığı yönündeki propagandalara karşın, emek-sermaye çelişkisinin bugün en yoğun biçimde yaşandığını düşünen bu kesim; demokrasi ve sosyal hakların ithal edilemeyeceğini, ancak ve ancak, emekçi sınıfların mücadelesi ile kazanılabileceğini savunur. Demokrasi ve sosyal haklar konusundaki beklentilerin emek mücadelesine engel olacağını düşündüğü için de AB’ye şiddetle karşı çıkar.
Kapitalist sistem içerisindeki diğer ülkeler gibi Türkiye’de de ortak çıkarlara sahip bir toplum yapısı yoktur. Sınıfsal konumlara göre farklılaşan çıkarlar, toplum içerisindeki görüşlerin de farklılaşmasına neden olur. Ancak, iktidarı ve kitle iletişim araçlarını elinde bulunduranlar, toplumun tüm kesimlerinin çıkarlarının ortak olduğunu ve kendi çıkarlarının da tüm toplumun çıkarı olduğunu kabul ettirmeye çalışırlar.
İşte, AB sürecinde Türkiye’de sermayenin hükümet ve medya aracılığı ile yaptığı tam da budur. Emekçiler de dahil olmak üzere sermaye dışı toplum kesimlerinin önemli bölümünün AB konusunda olumlu görüşe sahip olduğu düşünüldüğünde sermayenin, bu konuda önemli ölçüde başarı sağladığını kabul etmek gerekir. Ayrıca, sermayenin hükümet ve medya sayesinde sağladığı bu başarıda, liberal sol ve sivil toplumcuların da katkısı unutulmamalıdır(!)
e-posta: [email protected]
Bu yazı 7-10-2005 tarihli Evrensel Gazetesi’nde yayınlanmıştır.