Geçen yıl, halk bilimsel bir araştırma yapmak için Erzincan’a gitmiştim. Tercan’ın Kargın beldesinde, bir çay bahçesinde ilk notlarımı almaya başladığımda, bana yardımcı olabilecekleri inancıyla başka masada oturanları önerdiler. Ben de o masaya geçerek onlarla, soru-yanıt biçimli söyleşiye başladım. Alevi inancından olduğunu öğrendiğim bir amca, söyleşinin bir yerinde dedi ki: “Sen şimdi bunları yazacaksın, sonra gelip […]
Geçen yıl, halk bilimsel bir araştırma yapmak için Erzincan’a gitmiştim. Tercan’ın Kargın beldesinde, bir çay bahçesinde ilk notlarımı almaya başladığımda, bana yardımcı olabilecekleri inancıyla başka masada oturanları önerdiler. Ben de o masaya geçerek onlarla, soru-yanıt biçimli söyleşiye başladım. Alevi inancından olduğunu öğrendiğim bir amca, söyleşinin bir yerinde dedi ki: “Sen şimdi bunları yazacaksın, sonra gelip bizi kırmasınlar?!”
Bu sözlerin arkasında, tarihten gelen bir kırılma korkusu vardı. Alevi toplumu ne kadar kırıma uğramış ki, kendine, kendi ekinine yönelik sorduğum bir-iki soru, hemen kırımı çağrıştırdı onda; korkuya kapılmasına neden oldu.
O insanların beyninde açılan düşünsel yaralar bana, BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme‘nin 2. maddesinin b şıkkını anımsattı: “Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi.”
Kırımlar, soykırımlar düşünsel yaraları yalnızca kırıma, soykırıma uğrayanlara değil, o coğrafyada yaşayan herkese açar. Bununla da kalmaz, o yaralar bütün insanlığa açılır. Alman faşizmi, örneğin Romanları soykırıma uğratmakla, yalnızca Romanların sağ kalanları ve sonraki nesillerinde değil, bir o kadar da Alman toplumunda düşünsel yaralar açmıştır.
Soykırıma uğrayanlarda daha çok gizlenme, kendini yok sayma, bazen de intikam peşinde koşma biçiminde ortaya çıkan zihinsel yaralar; diğerlerinde, hoşgörüden uzak, karşılaştığı en ufak sorunda geçmişin kan kokularına nostaljik yaklaşma gibi birlikte yaşamayı zorlaştıran sonuçlar ortaya çıkarıyor. Sonuçta, bütün tarafların belleği yaralanıyor. Abel1, bu terimi her ne kadar Türkler için kullanıyor olsa da, “yaralı bellek” tanımı, kırıma uğrayan ve uğratanların belleğinde oluşan kalıcı derin yaraları, herkes için anlaşılır kılıyor.
Bugün, bir Alman, bir göçmene, “Hepinizi yakmak lazım!” diyebiliyorsa, bu, faşizmin uygulamalarının bundan 60 – 70 yıl önce Alman toplumunun zihninde açmış olduğu derin yaranın/zararın bir göstergesidir. Düşünsel yaralama/yaralanma sınır tanımıyor elbette. Bir göçmen de bir Alman’a, başka bir göçmene veya bir Yahudiye benzer sözler söyleyebiliyor.
Soykırımın örneklendirilen zihinsel zararları/etkileri, Ermeni toplumunda da görülüyor. Birçok Ermeni, Ermeni olduğunu açıktan söyleyemiyor. Kendilerine yapılanlar hakkında sahip olduğu bilgiyi aktaramıyor. Olayların üzerinden 90 yıl geçmiş olmasına karşın bir türlü unutamıyor.
Yıllar önce tanıdığım, yaşça benden büyük, Erzurumlu bir Ermeni vardı. Osmanlı askerleri, dedesinin babasını evlerinin içinde, evdekilerin gözü önünde öldürmüş. Dedesi, ölüyü bahçeye bir yere gömmüş. Askerler birkaç gün sonra gelip ölüyü istemişler. Doğal olarak verilmek istenmemiş. Ancak, aynı sona uğramak kaygısı, ölüyü teslim etmelerine neden olmuş. Osmanlı’nın bu Ermeni yurttaşının gömütü belli değil. Erzurumlu Ermeni arkadaşa bunları yazmak istediğimi söylediğimde, aldığım yanıt şu olmuştu: “Sakın ha! Bulurlar bizi; kökümüzü kazırlar!”
Bu örnek, soykırımın Ermenilerin zihninde açtığı yaranın boyutunu göstermesinin yanında bir başka gerçeği daha imliyor: Ermeni ölülerinin/gömütlerinin neden bulunamadığını! Her nedense, gerekli olmadığı halde kendilerini bu olayın muhatabı gören resmi tarihin sözcüleri, Ermeni ölüleri /gömütleri nerede diye soracaklarına, bulunmalarına yardımcı olsalar, barışık bir toplum düzenine doğru olumlu bir adım atmış olurlar.
Soykırımın verdiği önemli bir zihinsel zarar da, topluluğun acısını, kendisini soykırıma uğratanlarla benzeşerek aşabileceğini umması. Aynı zamanda, topluluğun ben’ini savunma işlevi gören bu durum, iki türlü ortaya çıkıyor. Bir: Kendilerine yapılanları başkalarına yapmak. Bunun en iyi örneği, İsrail devleti. İki: Kendilerini soykırıma uğratanların etnik kimliğini, onlardan daha çok sahiplenmek, savunmak. Kraldan çok kralcı kesilmek sendromu. Böylece, kendilerine karşı olmakta ve/veya olabilecek olan olumsuzlukları savuşturabileceklerini sanmak.
Soykırımın, Ermeniler’de açtığı düşünsel yaraları, bir biçimde, Levon Panos Dabağyan‘da izleyebiliriz. Onun “Sultan Abdülhamid Han ve Ermeni Meselesi”2 adlı eserinde bunun örnekleri yeterince bulunabilir. Buraya birkaç tanesini alacağız.
Dabağyan’ın dili, yukarıda yapılan saptamaların ikincisine daha yatkın. Diyor ki: “Türklüğü sevdirmek, Türk ırkının sevgi ve saygı kazanarak dünya sosyetesinde hak ettiği şerefli yeri alabilmesi mücadelesinde olumlu yönde uğraş vermek vs. gibi gayet elzem bir ihtiyaç olduğu halde, hemen her daim gözardı edilmiş, ‘Türk Milleti’nin asıl özellikleri hiç bir zaman dünyaya tanıtabilme mücadelesine girilmemiştir.” (s. 207) Bu alıntıda geçen ırk sözcüğünde mahsumiyet yoktur. Başka yerde, bu konuda daha da ileri gidilmiş olmasından anlıyoruz bunu. “Söğüt Bölüğü”, alt başlığıyla işlenen, “Altı asır evvel, Anadolu’nun Bilecik ve Söğüt taraflarına yerleşen Karakeçili Oymağı’ndan devşirilme “Söğüt Bölüğü”, saf, temiz, lekelenmemiş, mert, cesur ve sadık, Türk kanının en güzel numunesi olarak…” (s. 196) biçiminde süren bölümcede, Türk ırkçılığına kadar kayan yaklaşımlarla karşılaşılmaktadır.
Kitapta geçen, etno-sosyolojik bir anlamı olduğunu düşünmediğim, “Türk Ermenisi” ya da “Türk Ermenileri” (bkz. s. 12, 160, 169) gibi söylemler, daha sonra, tam bir teslimiyete dönüşüyor ve kendine ayrımcılık yapanların etnik kimliğiyle aynılaşmaya yöneliyor: “Bizler, ‘Türk dostu’ değil, Türkiye Ermenileri olarak, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı Türkleriz” .(s. 205)
Bir Ermeni, “Ben Türküm” diyorsa, buna karşı söyleyecek bir sözümüz olamaz. Olayı, yalnızca, etno-sosyolojik açıdan anlamaya çalışıyoruz.3
Yazar Dabağyan; “… bütün hayatını devlet ve tebasına adamış ve bundan gayrı bir gayesi olmamış olan, Cennet mekan Abd’ül Hamid Han…” (s. 12) diye süren övgü dolu sözleriyle Abdülhamit’i yere göğe sığdıramayışının nedenini, eserin daha sonraki bir yerinde şöyle açıklıyor bize: “Sultan II. Abdül-Hamit Han, çoğu kere, Cennet Mekan temennisi ile anmamızın başlıca sebebi, her şeye rağmen, Kafkas-Ermenileri ile Osmanlı-Ermenilerini ayırt ederek, Osmanlı-Ermenilerini minnet ve sevgi hisleriyle anmış olmasından dolayıdır.”(s. 205)
Bu sözlerden de anlaşılacağı gibi, kitap, Abdülhamit’e methiye niteliğindedir. Abdülhamit’in Ermenilerin zararına olan siyaseti, yazar nezdinde övgüye değer görülüyor olsa da, asıl önemli olan, Abdülhamit’in gerçek siyasetinin satır aralarına girebilmiş olmasıdır. “Keza, Ermeni İsyanları bahsinde de onun emsalsiz sezgi ve zeka gücünü görebilmek, doğru ve yanlışlarıyla değerlendirerek, politik mahareti karşısında hayranlık duymamak gerçekten haksızlık olur. Mesela, Ermeniler ve Kürtlerin, Osmanlı devletine karşı birleşebilme temayülü gösterdiklerinde, gayet mahir bir siyaset sergileyerek, her iki kavmi birbirine düşürmüş, yekdiğerine acımasızca kıymalarını sağlamışlardı ki, meşhur bir kuruluş olarak tarihimize geçen ve isyan hareketlerinde büyük çapta başarılar sağlamış olan, namı diğer Hamidiye Hafif Süvari Alayları, onun gayet parlak zekasının ürünüdür.”(s. 197) Burada, yekdiğerine acımasızca kırdırılanların bir kanıdı Osmanlı Ermenileridir ki, Dabağyan, Abdülhamit’in onları Kafkas Ermenilerinden ayrı tuttuğunu ileri sürüyord
u.
Yaralı bellek, gerçeği bildiği halde, bunu doğrudan doğruya söyleme yürekliliğini gösteremiyor. Ya dolaylı anlatım yolunu seçiyor ya da hiç söylememe yolunu. Bu tinsel durum, Ermeni aydınlarının sürgünüyle ilgili bölüme şöyle yansıyor: Önce; “… devlet merkezi olan İstanbul’dan belli başlı ihtilalcilerden başka kimse tehcir edilmemiştir.” (s. 159), deniyor. Sonra; “1916’da ise, Ermeni isyanı memleketin hemen bir çok bölgede adeta bir iç savaş halini almış, 1915’de Ermeni tehciri ile isyanı temelden bastırabileceklerini sanan İttihatçılar vaziyetin vehametini görünce, bu sefer de, İstanbul’daki Ermeniler içinde ileri gelenleri tek tek tevkif ettirerek uzak bölgelere sürgün etmeye başlamışlardı. Böylece Pay-i taht Beldesinde başlatılan, sürgün hareketi esnasında, tanınmış tüccarlar, sanat ve zenaat erbabları, öğretmenleri, ressamlar, gazeteciler, muharrirler şüpheli şahıs sayılarak, tevkif edilmekte ve Anadolu’nun muhtelif mahallerine sürülmekteydi.” (s. 256-257)
Birincisinde, İstanbul’dan sürülenlerin belli başlı ihtilalciler olduğu söylenirken, ikinci alıntıda, Ermeni aydınların şüpheli şahıs sayılarak sürgüne gönderildikleri itiraf ediliyor.
Diğer bir çelişki yumağı da, Ermenilerin Osmanlı’da nasıl yaşadığıyla ilgili.“Osmanlı Ermenisinin Türkiye’ye ve milli bütünlüğe bağlılığı Osmanlı Türk Devletinin, aynen Selçuklular gibi, ‘Ermeni Kavimini’ kendinden sayması ve onu hiç bir zaman bir azınlık düşüncesiyle değerlendirmemesi özelliklerine bağlıdır ve durum değiştikçe, bağlılık derecesi de zayıflamaya başlamıştır…” (s. 81) Bazı sorunlar, ileri sürüldüğü gibi, Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkmış olsa da, soruna kökende Müslüman – Hıristiyan ayrımının kaynaklık ettiği; Selçuklulardan beri, en azından vergi adaletsizliğinin yaşandığı göz ardı edilmeye çalışılıyor. Berlin Kongresi’nin 62. maddesi, din ve mezhep ayrımı yapılmaksızın herkesin mahkeme önünde şahitlik yapabileceğini getiriyordu. İslam konusunda hiç bilgisi olmayan bir kişi dahi, buradan, Müslüman olmayanlara karşı bir eşitsizlik olduğunu; bu maddenin, bunu gidermek için yazıldığını anlayabilir. Sorunun, gösterilmek istenenden daha köklü olduğunu, Dabağyan’ın kendi aktarımıyla örnekleyecek olursak:
1- “1876 Eylül’ünde Ermeniler namına, İngiltere Hariciye Nazırı, Lord Derby’e verilen muhtıradan pasajlar. – Ermeniler, bugüne kadar her türlü mezalim ve husumetler altında yaşamışlardır. Bir gün geçmez ki bu sakin, çalışkan Ermeniler hırpalanmasınlar, tazyik görmesinler, dinlerine, hürriyetlerine, namuslarına, mallarına tecavüz edilmemiş olsun. Cebren arazi zaptı, kilise ve mabetlere hürmetsizlik, bilhassa kadınların ve küçüklerin cebren ihtida ettirilmeleri Ermenilerin aledevam maruz bulundukları şeylerdir. (..) Silah taşımak müsadesi yalnız müslümanlar için vardır. (…) Bir taraftan bu tertipli, teşkilâtlı, muntazam katil çetesinin tazyiki altında kalan ve diğer taraftan mütemadiyen müslüman valilerin taassup ve lâkaydisine maruz kalan Ermenilerin, İstanbul patriklerine müracaatinden başka çareleri yoktur.” (S. 94-95)
2- “Erzurum’lu İngiliz Konsolosu J.C. Taylor tarafından gönderilen, (1869) raporda ise şöyle deniyordu: – Bu kasabada, her taraftan Ermeniler Osmanlı hükümetine karşı acı acı şikayette bulunuyorlar. (…) Osmanlı hükümetinin fena idare tarzı, vergilerin gayri müsavi bir şekilde cibayeti, adaletin yokluğu, mütemadi suistimaller ve hrıstiyanların İslâmlarla müsavi olmaları hakkındaki vaatin, tatbik edilmemiş olarak kalmasıdır.” (s. 95)
3- Esat Uras’ın eserine atfen: “Osmanlı Devleti’nin özellikle madden zayıflaması başta olmak üzere, çeşitli gaileler içinde Anadolu toprakları ile daha titiz bir şekilde ilgilenememesi, Osmanlı Hükümetlerinin “Dini ve ırki” açıdan hamaset duygularıyla hareket etmeleri Ermenileri bir takım maceralara sürüklemekte başlıca rol oynamıştır…” (s. 95)
4- “Doğu vilayetlerinin Osmanlı Devletinden koparılmasını düşünmek gibi bir düşüncesi asla olmamış olan Patrik Varjabedyan, aslında tek bir dileğin peşinde idi. Doğu vilayetlerinde “Kürt ve Çerkez” çetelerinin, Ermeniler karşı uyguladıkları, saldırgan davranışlarına bir an önce son verdirebilmek.” (s. 101)
5- “(Nubar Paşa’nın projesinden bölüm, shf., 223) -Ermeniler’in siyasi bir mevcudiyet, siyasi bir istiklâl arzuları yoktur. Onlar medeni bir hürrüyet istiyorlar. Mallarını, kadınlarının, kızlarının namuslarının masumiyetini, nihayet hayat hakları, bu müessese ile temin ve tekeffül olunabilir.” (s. 122)
İşin acı yanı, bunların yazıldığı bir kitapta bir de şu sözlere yer verilebiliyor: “Ermeni meselesi, Ermenilerin meselesi değildir ve de hiç bir zaman olmamıştır.” (s. 82)
Talat Paşa üzerine yazdıkları da çelişkili Dabağyan’ın. Bir yerde onu öven,“Arkadaşları gibi namus timsalidir Talat Paşa…” sözleri, başka yerde, anlatılan bir olay tarafından geçersiz kılınıyor. Özetle: İstanbul’da, Ermeni ileri gelenlerinin tutuklandığı dönemde, tutuklanma kaygısına düşen İstanbul Mebusu Krikor Zohrap Efendi, konağında saklanabilmek için, Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya başvurur. Buradan bir yanıt beklerken; dostu, felsefeci Rıza Tevfik Bey’in evinde kalır. Rıza Tevfik, Talat ile görüşmeyi önerir. Görüşmeye giderlerken, Erzurum Mebusu Vartges Serengülyan’la karşılaşırlar; onu da yanlarına alırlar. Görüşmede, Talat; “Hiç luzum yok. Anladım, ama beyhude yorulmuşsunuz. Telaşa hiç luzum yoktur. Ben dahiliye nazırı iken meclisin iki azası neden ürkebilirler? Kalkanları benim. (…) Krikor Efendi, sizin için endişeye mahal var mıdır? Olabilir mi? Haydi efendim, yemeğinizi yiyiniz, rahatınıza bakınız. Ben Dahiliye Nazırı iken, benim biraderim. Olamaz böyle şey.” der. Yemek sonrası dışarıya çıkan mebuslar tutuklanır; ölüme gönderilir. Olay sonrasında, görüşmeyi öneren Rıza Tevfik’in söyledikleri önemlidir. Çünkü, Dabağyan’ın “namus timsali” olarak tanıttığı Talat Paşa’yı tanımlamaktadır: “Ben de şimdi kafama vurup, şöyle söylemekteyim. Nah eşek kafası! Talat Dahiliye Nazırı iken, nah eşek kafası! Talat Dahiliye Nazırı iken, onun sözünü ve gülümseyişine mi inanılırdı?”
Bu olayı, Dabağyan’ın, “…devlet merkezi olan İstanbul’dan belli başlı ihtilalcilerden başka kimse tehcir edilmemiştir.” sözleriyle birlikte bir kez daha düşünmekte yarar olabilir.
Diğer Ermeni topluluklarını ve Yahudileri kötüleyerek kendi topluluğunu aklama çabası (s. 107, 182, 208 ve izleyen sayfalar) da, yaralı belleğin dışa yansıması olarak düşünülmelidir.
Yine satır aralarına sıkıştırılmış, benim de katıldığım önemli bir saptamayla bağlamak istiyorum yazıyı. “… Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ise, İttihatçıların adlarını dahi anmadan, Türk milletini savunur bir hava içinde, İttihatçıları savunup durmuşlardır…” (s. 154)
Kaynak gösterilen eserler:
1- Oliever ABEL’in “Yaralı Bellek” başlıklı yazısı için bkz. Stèphane Yerasimos (Yayıma Hazırlayan), Türkler – Doğu ve Batı, İslam ve Laiklik, Doruk Yayımcılık, İstanbul – 2002
2- Levon Panos DABAĞYAN, sultan abdülhamit han ve ermeni meselesi, Kum Saati Yayınları, İstanbul – 2001
3- Benzer bir yaklaşımı, Bursa’da yaşayan Romanların temsilcisi olan Saadettin Tokmakçıoğlu’nun şu sözlerinde görmekteyiz: “Biz Çingene değil, Türk-Romanız.” Prof. Dr. Ali ARAYICI, Ülkesiz Bir Halk: Çingeneler, s. 78, Ceylan Yayınları, Kasım 1999 – İstanbul
< b>Not: Yapılan alıntılarda dile yönelik bir değişiklik yapılmamıştır.
Güngör Şenkal (Viyana)
[email protected]