Son 150 yıldır, dünya solunu bölen en önemli tartışmalardan biri, bir ülkede ana “merkez-sol” partinin seçim hedeflerinin desteklenmesinin sol toplumsal hareketler için önemli olup olmadığıdır. Bu konuda üç temel yaklaşım var: böylesi partilerin toplumsal hareketlerin çıkarlarını savunmak konusunda tamamen güvenilmez oldukları ve bunlardan kaçınılması gerektiğini söyleyenler; gerçek kazanımlar elde etmek için tek umudun bu […]
Son 150 yıldır, dünya solunu bölen en önemli tartışmalardan biri, bir ülkede ana “merkez-sol” partinin seçim hedeflerinin desteklenmesinin sol toplumsal hareketler için önemli olup olmadığıdır. Bu konuda üç temel yaklaşım var: böylesi partilerin toplumsal hareketlerin çıkarlarını savunmak konusunda tamamen güvenilmez oldukları ve bunlardan kaçınılması gerektiğini söyleyenler; gerçek kazanımlar elde etmek için tek umudun bu partilerin iktidarda olması olduğunu söyleyenler; ve bu iki yaklaşım arasında salınanlar. Gerçekte bu üçüncü grup, yani salınanlar, hemen her zaman anlık konum alışlarıyla politik sonuçlar üzerinde etkili olan önemli bir gruptur.
Brezilya, Güney Afrika ve Meksika’daki mevcut politik tartışmalara bakıldığında da görülebileceği gibi, bu ikilemler son zamanlarda önemli ölçüde şiddetlendi. Bu ülkelerin her birinin siyasi ve tarihi arka planı elbette ki çok farklı. Fakat ortak özelliklere de sahipler. Her birinin düzenli seçimlerle işleyen parlamenter bir sistemi var. Hiçbirinde düzeni aksatacak ölçüde ciddi bir silahlı askeri ayaklanma yok. Hepsinde de sol toplumsal hareketlerin şu an ne yapması gerektiğine dair genel tartışmalar yürütülüyor.
Yakın zamanın en dramatik vakası Brezilya’da yaşanıyor. Brezilya’da sol bir parti, İşçi Partisi (Partido dos Trabalhadores -PT), Ekim 2002’de Luis Inacio Lula da Silva’nın Başkan seçilmesiyle iktidara geldi. Bu, sol bir partinin uzun bir aradan sonra elde ettiği ilk zaferdi ve Brezilya’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki toplumsal hareketler tarafından da bir zafer olarak karşılandı. PT, seçimlerde ve öncesindeki yirmi yıl boyunca, en büyük iki toplumsal hareketin -sendikalar (CUT) ve topraksız kır işçileri (MST)- ve bir dizi Katolik sol toplumsal hareketin desteğini almıştı. Hükümet için acil sorun şuydu: PT başkanlık seçimlerini net çoğunlukla kazanmış ve temsilciler meclisinde en çok sandalyeye sahip parti olmuşsa da, yasama meclisindeki koltukların sadece yaklaşık % 20’sini ele geçirebilmişti. Bu haliyle yasaları geçirebilmek için merkez ve hatta sağ kanat partilerle zayıf koalisyonlara girmek zorunda olduğunu hissetti.
Lula hükümetinin politikaları, ta başından beri sol içi tartışmalara yol açtı. Hükümet, bürokrat atamaları ve mali politikaların uygulamasında IMF’nin ve dünya yatırımcılarının isteklerine uyum gösterirken, toplumsal hareketler tarafından böylece yeni liberalizme teslim olduğu şeklinde değerlendirildi. PT, topraksızlara toprak dağıtmaya söz vermişti ve geçen üç yıl boyunca bu sözünde çok az durdu. PT, Amazon bölgesinin gelişiminde çevresel kaygılara önem vereceğine söz vermişti ve bu sözünde de çok az durdu.
Diğer yandan, Brezilya’nın dış politikada Birleşik Devletlerle büyük bir zıtlaşmaya gittiği görüldü: bölgesel ticaret bloğu Mercosur’un güçlendirilmesi ve tüm Güney Amerika’yı kapsaması çabası; Venezüella’da Chavez’le dostane ilişkiler; Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) içinde, yeni liberal hedeflerine DTÖ kanalıyla ulaşmak isteyen ABD ve Avrupa Birliğinin çabalarına karşı çıkan G-20’nin liderliği. Ne var ki, bazıları Brezilya’nın Güney Amerika politikalarını Birleşik Devletlerinkiyle yarışan bir bölgesel “emperyalizm” olarak görüyor.
Ve 2005’te, tabloya yeni bir unsur daha eklendi. Brezilya PT’nin ve hükümetin bazı lider kadrolarının karıştığı bir yolsuzluk skandalıyla karıştı ve Lula’nın suçlanmaya başladığı bir noktaya gelindi. Kısa süre öncesine kadar, 2006 seçimlerinde Lula’nın yeniden seçileceği ve/veya PT’nin zafer kazanacağına kesin gözüyle bakılırken, şu an için net bir şey söylemek çok güç.
Öyleyse toplumsal hareketler ne yapmalı? Daha ilk başta, pek çok sol entelektüel PT karşıtı bir konuma geçti. Ve partinin küçük bir kesimi ayrıldı. Fakat ne CUT ne de MST partiyi terk etmeye hazır görünüyordu. Bununla birlikte, MST hükümete dönük eleştirilerinde hayli sertleşmeye başladı ve parti kendi politikaları, özellikle de mali politikalar ekseninde içten bir bölünme yaşadı. Diğer yandan, toplumsal hareketler, parti içi sol unsurlar ve pek çok aydın PT’yi hep birlikte terk etme konusunda tereddüt içindeler. Çünkü, 2007’den sonra, yerinden edilmesi güç olacak hakiki bir sağ kanat hükümetin yeniden kurulup iktidara gelmesinden korkuyorlar.
Güney Afrika’daki durum da pek çok yönüyle Brezilya’dakine benziyor. Afrika Ulusal Kongresi (ANC) genel oy hakkı ilkesine dayanan bir devlet yapısı için yürütülen 80 yıllık bir mücadeleyi nihayetinde kazandı. Ve bu başarının ardından gelen 1994 seçimlerinden de doğal olarak galibiyetle çıkıp Nelson Mandela’yı başkanlığa seçti. 1999’da Mandela’nın yerine 2005 seçimlerinde yeniden seçilecek olan Thabo Mbeki geldi. ANC, apartayd rejimine karşı yıllar boyu sürdürülen mücadelenin başından beri Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) ile ittifaka gitti. Aynı şekilde, bugün Güney Afrika İşçi Sendikaları Kongresi’nde (COSATU) vücut bulan sendikal hareketle de ittifak içinde. ANC Güney Afrika’da, PT’nin Brezilya’daki durumundan farklı olarak parlamentoda ezici bir çoğunluğa sahip. Bugüne kadar da yalnızca SACP ve COSATU’yla resmen ittifak kurdu.
ANC’nin iktidarı boyunca uyguladığı politikalar PT’ninkilerden farklı olmadı. Sol entelektüellerin (ve doğrusu COSATU ve SACP’nin de) yeni liberal diye eleştirdiği ekonomik ve mali politikalar uyguladılar. Oysa gerçekte bu politikalardan sorumlu olan bakanlar da SACP üyeleriydiler. Hükümet şehirlerde Siyahi Afrikalıların oturduğu bölgelere elektrik ulaştırmak için bir şeyler yaptıysa da vaat ettiği toprak reformuna dair pek bir şey yapmadı. İlk başta suya erişim koşullarının iyileştirileceğini vaat ederken, daha sonra su kaynaklarının kısmen özelleştirilmesi için uğraşmaya başladı ve bu da toplumsal hareketlerin direnişiyle karşılaştı.
Uluslar arası ilişkilerde, DTÖ içinde G-20’de Brezilya’ya katıldılar. ABD’nin ve Büyük Britanya’nın saldırılarına karşı Zimbabwe yönetimini savunuyorlar. Ama bu, Zimbabwe’deki Robert Mugabe rejimini özgürlük mücadelesine ihanet eden anti-demokratik bir rejim olarak kabul eden COSATU ve Güney Afrika sol entelektüelleri tarafından alkışlanmıyor. Mbeki pek çok direnişte bir “arabulucu” olarak, Afrika kıtasında önemli bir diplomatik rol oynuyor, fakat bazıları bunu da bir çeşit bölgesel “emperyalizm” olarak görüyor.
Güney Afrika’daki mevcut kriz de, aynı Brezilya’daki gibi bir yolsuzluk krizi. Ama burada, suçlanan ve yargı süreciyle karşı karşıya olan kişi, Mbeki’nin muhtemel halefi kabul edilen ve yakın zamana kadar Başkan Yardımcısı olan Jakob Zuma. Mbeki, Zuma’nın parti ve hükümet içi görevlerini askıya almak için hareket geçti. COSATU ve SACP ise Mbeki’nin kovuşturmayı durdurması ve ANC’nin tasfiye sürecini geri döndürmesini isteyerek Zuma’nın güçlü destekçileri durumuna geldiler. Fakat COSATU ve SACP bu yüzden ittifakı bozmalı mı? Sağ kanat partilerin uzun-dönem iktidara gelmelerinden korkan Brezilyalılardan farklı olarak Güney Afrika’daki toplumsal hareketlerin korkusu, ANC ile ittifakı bozdukları takdirde şu anda sahip oldukları sınırlı iktidarın da ellerinden alınabilecek olması. Bu yüzden de net bir kırılma yaratma noktasında tereddüt ediyorlar.
Meksika’da ise eş düzey parti, henüz iktidarda olmayan ama önümüzdeki seçimlerdeki adayı Andre Manuel Lopez Obrador’un (AMLO) kazanacağına kesin gözüyle bakılan Demokratik Devrim Partisi (PRD). Burada kilit toplumsal hareket EZLN ya da Zapatistalar. Ve onlar, PRD daha iktidara bile gelmeden mesafeli duracaklarını çok net bir şekilde ilan ettiler. PRD’nin iktidara gelmesinin son
ucu olarak çok az kazanım gerçekleşebileceğini beklediklerini söylediler. Gerçekten de, Zapatistalar PRD iktidarının PT ve ANC iktidarlarından çok farklı olmayacağını öngörüyor. PRD, her ne kadar Brezilya ve güney Afrika’dakilere göre küçükse de, halihazırda çeşitli yolsuzluk skandallarıyla karşı karşıya.
Ama bu tavrı beyan ettikten hemen sonra, Zapatistalar buna bir açıklık getirdiler. Halkı PRD’ye oy vermemeye ya da vermeye çağırmadıklarını söylediler. Bunun her seçmenin kendi başına karar vereceği bir mesele olduğunu söylediler. Ama bunları söylerken EZLN’nin kendisi, Meksika’da ve dünyada aşağıdan-yukarıya demokratik yapılar ve ittifaklar inşa etmek için “la otra campaña” (öteki kampanya) diye adlandırdıkları sürece yoğunlaşıyordu.
Dolayısıyla, sol içi çatlaklar, sol toplumsal hareketler ve ana merkez-sol partiler arasında net kırılmalara henüz dönüşmemekle birlikte derinleşiyor. Bu üç ülkedeki durum mevcut kararsız halinde kalabilir mi? Partiler sol toplumsal hareketlerden gelen baskıya daha cesur, daha sol politikalar izleyerek mi yanıt verecek? Ya da tam tersi, eğer partiler daha da sağa kayar ve toplumsal hareketlere karşı daha da saldırganlaşırsa toplumsal hareketler baskılarını sürdürebilecek mi? Bu üç ülkenin (ve şüphesiz diğer pek çok ülkenin) önümüzdeki birkaç yılı, Dünya Sosyal Forumu’nun sloganındaki “mümkün olan o başka dünyayı” kurmak isteyen sol toplumsal hareketlerin dünya çapındaki mücadeleleri üzerinde büyük bir etkisi olacak olan politik bir kavşaktır.
[fbc.binghamton.edu adresinden sendika.org tarafından çevrilmiştir]