Geçtiğimiz günlerde hükümet, sermaye ve işçi kesiminin örgütlerinden bir biri ardı sıra açıklamalar geldi. Hükümet kanadında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, son günlerde katıldığı her toplantıda Sosyal Güvenlik Yasasının 2005 yılı bitmeden Meclis’ten geçeceğini söyledi. Bu kadar kesin tarih verilmesinin nedeni malum IMF ve Dünya Bankasına verilen taahhütler. Sermaye kesimi ise başta TİSK olmak üzere […]
Geçtiğimiz günlerde hükümet, sermaye ve işçi kesiminin örgütlerinden bir biri ardı sıra açıklamalar geldi.
Hükümet kanadında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, son günlerde katıldığı her toplantıda Sosyal Güvenlik Yasasının 2005 yılı bitmeden Meclis’ten geçeceğini söyledi. Bu kadar kesin tarih verilmesinin nedeni malum IMF ve Dünya Bankasına verilen taahhütler.
Sermaye kesimi ise başta TİSK olmak üzere Kıdem Tazminatı konusunun acilen çözümlenmesini isteyen açıklamaları gündeme taşımaya çalıştı.
Buna karşılık uzun süredir sessizliğe gömülen Emek Platformu Türk-İş’in ev sahipliğinde toplandı. Toplantı sonrası yapılan açıklamada 2821 ve 2822 sayılı yasalarda hızla değişiklik yapılmasını istendi.
Her ne kadar hükümet ile sermaye farklı öncelikleri dile getirmiş olsalar da aslında bir birlerinden çok da farklı düşünmüyorlar. Düşünmeleri de işin doğasına aykırı zaten. Sermaye örgütleri açısından Sosyal Güvenlik Yasası zaten bitmiş bir konu. Yani Meclis açılacak, iktidar yeter parmak sayısıyla yasayı hızla geçirecek. Son zamanlarda Cumhurbaşkanı da IMF ve Dünya Bankasının istekleri doğrultusunda çıkarılan yasalara pek itiraz etmiyor. Tabii eğer çok ciddi bir hukuk hatası yoksa.
Kritik konu kıdem tazminatı, bu konuda işverenler ile işçi örgütleri arasında bir anlaşmaya varılmış değil. Dışarıdan bakılınca varılacak gibi de gözükmüyor.
4857 sayılı yeni İş Yasası’nın Geçici 6. maddesi, “kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu” kurulmasını öngörmektedir. Bu fona ilişkin yasa yürürlüğe girinceye kadar kıdem tazminatına ilişkin uygulama 1475 sayılı eski İş Yasasının 14. Maddesi hükümlerine göre yapılmaktadır.
Bu noktadan sonra tarafların karşılıklı hamleleri de yerine oturmuş durumdadır. Sermaye kıdem tazminatı yasasının hızla çıkarılmasını işçi örgütleri ise kaba hatlarıyla 2821 ve 2822 sayılı yasalarda ILO normlarına göre düzenleme yapılmasını istemektedir.
Kıdem tazminatı tartışması
Kıdem tazminatı yasası, yukarıda da belirttiğim gibi bir fon kurulmasını esas almaktadır. Sermaye bu konuda yalnızca yasanın çıkmasını değil, düzenlemenin kendi maliyetlerini de aşağıya çekecek şekilde yapılmasını istiyor.
Şu andaki mevzuata göre işverenler her işçi için brüt ücretinin yüzde 8’i oranında bir miktarı kıdem tazminatı karşılığı olarak ayırmak zorundadır. İşte itiraz noktasını burası oluşturuyor. İşverenler fona bu miktarda prim yatırmak istemiyorlar. Onların isteği daha aşağıya çekmek, bilim kurulu tarafından hazırlanan yasa taslağı önerisinde bu oran yüzde 3 olarak öngörülmüştü.
Fon ne getiriyor ne götürüyor sorusu işçiler açısından önemli. Yasayı hazırlayanlar, işçilerin bu yolla korunacağı iddiasındalar. İşçi işten çıkarıldığında işverenle uğraşmayacak, gidip fondan hakkını alacak deniliyor. Yani kıdem tazminatına devlet güvencesi gelecek diyorlar.
Kazın ayağı göründüğü gibi değil, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu, fonun aktüeryal dengesinin korunması için primlerin en az yüzde 8 olmasının gerekli olduğunu söylüyor. Nedeni açık, işverenler her ne kadar işçi çıkarma maliyetlerinin çok yüksek olduğunu, hatta bu konuda dünya birinciliğini yakaladığımızı iddia etse bile işgücü sirkülasyonunun ne kadar yoğun olduğu bilinen bir gerçek. Yani kısa zamanda bu fon iflas bayrağı çekebilir. İkincisi işverenlerin her konuda olduğu gibi yine prim ödemekten kaçınması sorunu var. İşsizlik sigortasında yaşananlar ortada dururken bu konudaki endişeleri gidermek mümkün değil.
İşten çıkarılanlar işsizlik sigortasından yararlanmak için İş-Kur merkezlerine gittiklerinde ya primlerinin hiç ödenmediğini ya da eksik ödendiğini öğreniyorlar. Bu durumda sigortadan yararlanamıyor veya eksik ödenek alıyorlar. İş-Kur bu işverenler aleyhine dava açıyormuş vs. gibi yanıtlar ise canı yanan işçinin derdine derman olmuyor.
Sendikal haklardaki durum
2821 ve 2822 sayılı yasalar konusunda tek konuşan işçi örgütleri, hatta daha fazla dile getiren DİSK idi. Son Emek Platformu toplantısının kararları arasında bu başlıkları yeniden görebildik. Ancak toplantıda ne boyutta konuşulduğu, katılanların bildiği bir şey.
Açıklanması gereken Emek Platformundaki üç işçi konfederasyonunun bu konularda birbiriyle aynı düzleme gelip gelmedikleri. Görüldüğü gibi sermaye adım adım, ilmek ilmek “maliyetlerini azaltıcı” önlemlerini alıyor. Kayıt dışı ekonomik faaliyetler ise alabildiğine yaygınlaşıyor.
Konfederasyonlar Avrupa Birliği’nden medet umuyorlarsa, bu konuda yanılacakları kesin. Çünkü bugün Avrupa daha esnek bir piyasaya nasıl ulaşabiliriz üzerinden sosyal koruma sistemlerini yok etmeye doğru yola çıktı.
En katı koruma sistemlerinin olduğu Almanya’da SPD-Yeşiller ittifakı bu alanda ilk adımı attı. Bunun yanıtını oy kaybı olarak seçimlerde aldılar ama başlayan süreci geri çevirecek bir siyasi tablo ortaya çıkmadı. Yani sermaye saldırıları daha sistemli sürdürebilecek bir ortamı yine buldu.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki sendikal hak ve özgürlüklerin, sosyal güvenlik sisteminin şu anki AB ortalamasına yükseltilmesi gibi bir ciddi istemi olduğu çok düşünülmesin. Bu söylemde var ama eylemde pek yok. Örneğin İlerleme Raporlarında bu yöndeki tespit ve talepler konfederasyonların uzun süreli görüşme ve ETUC üzerinden baskılarıyla yalnızca bir temenni boyutunda yer alıyor.
Sonuçta ne elde edilecekse buradaki emekçilerin verecekleri mücadele ile belirlenecek.
Yapılan her araştırma Türkiye’deki emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüye gittiğini gösteriyor. Bu kötü girişi durdurabilmenin tek yolu ise etkin ve birleşik mücadeleden geçiyor.
Mücadele verilmiyor mu, evet veriliyor. Arkadaşımız Metin Özuğurlu, eylemleri çok iyi görmemizi sağlayan bir çalışma yapmış. İçinde bulunduğumuz sürecin çok net bir tablosunu çıkarmış. Dikkatlice değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. İlk etapta söylenebilecek tek şey grafiğin aşağıya eğilimli olduğu.
Sendikaların işleyişini, toplu sözleşme ve grev hakkının kullanımını düzenleyen yasaların getirdiği yasaklama ve kısıtlamalar işçi sınıfının en temel haklarının önünde bir duvar oluşturmaya devam ediyor. Bunu hepsi görüyor ve yaşıyor, ama 2821 ve 2822 sayılı yasaların düzenlenmesi konusunda bir türlü aynı noktaya gelemiyorlar. Tek endişe mevcut durumun korunması. Ne kadar koruyabilecekleri ise şüpheli.
1989 Bahar eylemlerinin başarısının ardında yatan birçok neden sayılabilir. Öne çıkarılması gereken hedefin ortaklaştırılmış olması ve kararlı bir eylem iradesinin varlığıdır. Bugün için işçi sınıfının bir adım öne çıkabilmesinin asgari koşulu da budur. Tek bir hedefin etrafında güçleri kararlılıkla birleştirmek gerekmektedir.
Konfederasyonları birleştirmek kimileri için bir çözüm gibi görülebilir, ama bunun tam aksini düşünmek için de elimizde yeterince kanıt var. Yani üç üst yönetimi yan yana getirip tek bir yönetim çıkarmak, sanılanın aksi sonuçlar vermeye daha uygun.
İşçi konfederasyonlarının hedefin ortaklaştırılması ve eylem iradesini ortaya koyması konusunda bir öncülük yapabilmeleri ne derece mümkün tartışılır. Her şeyden önce öncelikler konusunda çok farklı yerlerde durdukları kesin. Bu bizim iddiamız değil, üç konfederasyonun son bir ay içinde yaptıkları basın açıklamalarının ve etki
nliklerini yan yana getirmek yeterli.
Üst örgütlerin öncelikleri ile tabandaki üyelerin ve örgütlenmemiş işçilerin öncelik ve duyarlılık noktaları da farklı bu da kesin. Ayrıca üyeler ile yönetimler arasında güven sorunu artıran olayların varlığı da cabası.
Bu denklemi çözümleyebilmek için ise aşağıdan bir gücün baskısını yaratmaktan başka şu an için bir başka yol görünmüyor.