Başlangıçta militan bir tavırla ortaya çıkan ve sistem karşıtı yaklaşımlarda bulunabilen sendikalar zamanla işçi sınıfını sistemle uzlaştıran bir pozisyon almışlar ve sürece uzlaşmacı bürokratik sendikalar olarak katılmışlardır. Sendikaların uzlaşmacı bürokratik yapıya savrulmalarında ve bu yapıların politikalarını belirlemede ; Taylor’un “bilimsel yönetim” kuramı, Ford’un “akan şerit” modeli ve Keynes’in sosyal devlet yaklaşımlarının önemli etkisi olmuştur. Taylor’un […]
Başlangıçta militan bir tavırla ortaya çıkan ve sistem karşıtı yaklaşımlarda bulunabilen sendikalar zamanla işçi sınıfını sistemle uzlaştıran bir pozisyon almışlar ve sürece uzlaşmacı bürokratik sendikalar olarak katılmışlardır. Sendikaların uzlaşmacı bürokratik yapıya savrulmalarında ve bu yapıların politikalarını belirlemede ; Taylor’un “bilimsel yönetim” kuramı, Ford’un “akan şerit” modeli ve Keynes’in sosyal devlet yaklaşımlarının önemli etkisi olmuştur.
Taylor’un “bilimsel yönetim” kuramı emeğin verimliliğini maksimum düzeye çıkarılmasını hedeflemiştir. Taylor’un yöntemi sıkı disiplinin yanında fazla çalışmayı gönüllülük temelinde artırmaktı. Böylesine bir mekanizasyonun sağlanmasında maddi teşvik kullanılacaktı. Bu yolla işçinin fazla çalışması karşılığında fazla ücret verilerek fazla çalışma özendirilecekti. Kuramın uygulamaya sokulmasında ise Ford devreye girerek Taylor’un bilimsel yönetim kuramını fabrikasında otomobil üretiminde ünlü “akan şerit” düzenini kullanmıştır. Bu yöntem ve kuram işçinin emeğinin en üst düzeyde kullanılmasını ve emeğin bir alanda uzmanlaşmasını sağlayarak işçiyi makinanın bir parçası haline getirmiştir. Öyleki; İşçi düşünmeden, zihinsel faaliyette bulunmadan üretim sürecini mekanik bir parçası olacaktı.
Elbette iş üretimin artırılmasıyla bitmiyordu. Üretilenin tüketilmesi de gerekiyordu. Artan arza karşı talebi de artırmak gerekiyordu. İşçilerin alacağı fazla çalışma karşılığındaki fazla ücret işçinin içkisine, zevkine, sefasına değil fabrikasında üretilen arabaya gitmeliydi. Bunun için işçinin yaşam biçimi değer yargıları değiştirilmeliydi. Böylece arz ve talep sorunsuz yürüyecek, müreffeh ve refah içinde yaşayan bir işçi sınıfı yaratılacaktı. Çok daha önemlisi; düzene uyum sağlamış refah içindeki bir işçi sınıfıyla, kapitalizme olan tepki ortadan kaldırılmış olacaktı. Ford, bunu yeni bir toplumsal düzen olarak niteliyordu. Ford’un üretim modeli ile ortaya çıkan ideolojik argüman ise bilinçlere şöyle sesleniyordu:”refahı yükselt emekçi!”
Ancak kapitalist düzende işler planlandığı gibi gitmiyordu / gitmedi de. 1929 Dünya Kapitalist Bunalımı Ford’un üretim modeline büyük bir darbe indirdi. Beklenildiği gibi arza oranla talep artmamıştı. Dolayısıyla arzın fazlalığına karşın talebin artmaması krizin nedeni olmuştu. İşsizlik artmış, ücretler düşürülmüş yoksulluk olağanüstü büyümüştü. Sistem tehdit altındaydı.
Böylesine bir bunalımın imdadına Keynes yetişmiştir. Keynes’e göre arza göre talep her zaman geri kalacaktı. Bu kaçınılmazdı. Bu nedenle gizli bir ele ihtiyaç vardı. Ancak bilinçli bir müdahele ile denge oluşturulabilirdi. Ayrıca bu müdahele yaşamın bütün alanlarına (sosyal güvenlik, eğitim sağlık vs.) ilişkin olmalıydı. Böylece Keynes, devlet müdahelesini ön görüyordu. İşte bu öngörünün pratikte uygulanmasıyla refah devleti, yada sosyal devlet olgusu ortaya çıkmıştır. Sosyal devlet pratiğini koşullayan bir şey daha vardı: Sosyalizmin prestiji ve ulusal kurtuluş mücadeleleri…
Tabi sosyal devlet uygulamaları ile Fordist modelin sonu gelmedi. Çünkü sosyal devlet uygulamaları ile Fordist üretim modeli birbirini dışlayan uygulamalar değildi. Bu nedenle de fordist uygulamalar refah devleti uygulamaları içinde kendine yer bulabilmiştir. Refah devleti sürecinde de fordist modelin uygulanmasına devam edilmiştir. Bu sistem içinde Ford’un “akan şerit” modeli ve mekanik uzmanlaşma kendini yeniden üretebilmiştir.
Keynesyen politikalarla, yani sosyal devlet anlayışının uygulanmasıyla bunalım aşıldı. Kapitalizm kendini yeniden üretir duruma geldi. Öylesine ki; 50’li ve 60’lı yıllar kapitalizmin deyim yerindeyse “altın çağı” olmuştur. Tabi bu dönemi konumuz açısından önemli kılan bir başka şey daha var. Aynı dönem sendikalarında örgütsel anlamda güçlü ve pazarlık olanaklarına kavuştuğu dönemdir. Aynı zamanda örgütlü emeği kapitalist düzenle uzlaştıran bürokratizmi besleyen ve geliştiren bir dönemdir… Bu uzlaşmacı yaklaşım gerek işçi sınıfı partileri, gerekse sendikalar düzeyinde yaşanmıştır/yaşanmaktadır. Diğer bir deyişle; Sosyal devlet politikaları işçi sınıfı örgütlerini kapitalizm için tehlike olmaktan çıkararak bürokratik uzlaşmacı konuma itmiştir.
Ancak kapitalizmin “altın çağı” da uzun sürmedi. 1970’lerde kapitalizm yeni bir krizle karşı karşıya geldi. Bu krize ise kar hadlerinin düşmesi damgasını vurmuştur. Bugün krizden çıkış yolu; Fordist modelin terkedilerek üretimin esnek yapıya kavuşturulmasında görülmektedir. Bugün tüm üretim süreçleri esnek yapıya geçişi yaşamaktadır. Küçük işletmeler üretimde öne çıkmaya başlamıştır. Tabi burada teknolojik gelişmenin esnek üretime olanak tanımasını da belirtmek gerekir. Teknolojideki gelişme esnek üretime olanak tanıyarak çalışma ilişkilerinin bireyselleştirilmesine de olanak tanımaktadır.
Kapitalizmin teknolojideki gelişmenin olanaklarını kullanarak yeniden yapılanma çabaları işçi sınıfı örgütlenmelerini de krize sürüklemiştir. Şimdi kriz işçi sınıfı örgütlenmesi olduğunu iddia eden partilerde ve sendikalarda yaşanmaktadır. Sosyal devlet politikaları ile yapılanmış görece refah döneminin uzlaşmacı sendikaları yeni neoliberal politikalarla başı dertte. Doğal olarak bu sendikalar bu yapılanma ve uzlaşmacı anlayışlarıyla yeni döneme yanıt verememektedirler. Diğer bir deyişle işçi sınıfının ihtiyacını karşılayamamaktadırlar. Giderek uzlaşmacı nitelikleriyle, varolan örgütlülüğü de koruyamaz hale gelmektedirler.
Elbette işçi sınıfı ve emekçiler mücadelede gerekli kararlılığı ve cesareti göstererek bu krizi aşacaktır. Ancak, sendikaların krizini sadece üretim sürecine bağlayarak krizi bir kader haline getirme niyetinde olamayız. Krizin nesnel nedenleri yanında krizin derinleşmesine neden olan öznel etkenleri de görmek gerekir. Dolayısıyla nesnel koşuları gözardı etmeden bürokratizmin gücünü kırmak ve krizi işçi sınıfı ve emekçilerin lehine aşmak için sendikalara işçi sınıfı ideoloji ve politikaları taşınabilmeli. Burada sorumluluk ve görev burjuvaziyle çıkarları örtüşen ve onlarla aynı gemide olduğunu iddia edenlere değil, burjuvaziyle aynı gemide olmayanlara düşüyor.
Bu görev başarıldığında ancak; burjuva ideoloji ve politikalarıyla küllendirilmiş işçi sınıfı ve emekçilerin bilinci, kendisi için bilinç; eylemi de kendisi için eylem haline dönüşebilecektir. İşte o zaman işçi sınıfı ve emekçiler örgütlenmelerinin uzlaşmacı yapılarını sorgulayıp yeniden yapılandırarak sürece güçlü örgütlenmeler olarak katabilecektir.