Kamu çalışanlarının toplu görüşmelerinin ve özelleştirme kapsamındaki bir iki kuruluştaki işçilerin protestoları dışında sendikal hareketin yaz rehavetini etkileyen önemli bir gündem maddesi olmadı. 1 Mayıs’ın ardından işçi ve memur kesiminin örgütleri, derin bir sessizliğe gömüldü. Bu parlamentonun tatile girmesiyle tam anlamıyla bir yaz uykusu havası yarattı. Ancak, olağan koşullarda Ekim başında açılacak parlamento ile […]
Kamu çalışanlarının toplu görüşmelerinin ve özelleştirme kapsamındaki bir iki kuruluştaki işçilerin protestoları dışında sendikal hareketin yaz rehavetini etkileyen önemli bir gündem maddesi olmadı.
1 Mayıs’ın ardından işçi ve memur kesiminin örgütleri, derin bir sessizliğe gömüldü. Bu parlamentonun tatile girmesiyle tam anlamıyla bir yaz uykusu havası yarattı.
Ancak, olağan koşullarda Ekim başında açılacak parlamento ile birlikte Avrupa Birliği müzakere sürecinin başlaması sendikalarda, daha doğrusu üst örgütlerinde bir hareketlenme yaratacak gibi görünüyor.
Konfederasyonların yönetim kurulu, başkanlar kurulu toplantılarıyla ilgili haberlerin gazetelerde veya internet haber sitelerinde yer almaya başlaması bunun ilk işaretleri.
Gerilimli Bir Ortam
Uluslararası finans kuruluşlarının ve iktidarın çizdiği pembe tabloya rağmen, hemen herkes tetikte, her an geçmişte Asya’da, Rusya’da, Güney Amerika’da yaşanmış bir felaketin benzeriyle karşılaşma olasılığı üzerinde duruluyor. Zaman zaman sıcak para tartışmaları açılıyor. Yabancı sermaye girişinin biçimi ve yapısı sorgulanıyor.
Öte yandan IMF ve Dünya Bankasının belirlemiş olduğu programlar emin adımlarla ilerliyor. Ekonomik anlamda Avrupa Birliği’nin IMF ve Dünya Bankası programlarını desteklemesi ve uygun görmesi, bu alanda üyelik süreci müzakerelerinde iktidarı rahatlatıyor.
Evet birileri gerçekten rahat ve giderek daha da rahatlıyor. Buna karşılık günden güne genişleyen bir kesim için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bugün artık ister karşıtı ister yandaşı olsun küreselleşmenin tartışmasız iki önemli sonucu var; çok uluslu tekellerin egemenlik alanlarını genişletmesi ve gelişmiş veya gelişmemiş tüm ülkelerde yoksullaşmanın ve yoksulların sayısının tehdit boyutlarında artması.
Buna sosyal güvenlik sistemlerini ortadan kaldırmaya dönük politikaların uygulamalarını, piyasa rekabeti adına kayıt dışı üretimin yaygınlaşmasını ve sendikal hakların kullanılmasının engellenmesini ve daha bir çok alt başlığı eklemek mümkün.
Türkiye’de sosyal yapı, ekonomik yapı hızla biçim değiştiriyor. Özellikle tarımda Dünya Bankası’nın dayatmış olduğu politikalar sonucunda ilk belirtileri görülmeye başlanan bir felaket yaklaşıyor. Bilindiği gibi nüfusun önemli bir bölümünü istihdam eden tarım dağıldı. Yüz binlerce tarım çalışanı işsiz ve gözleri kentlerde, özellikle sanayi ve hizmetler bakımından gelişmiş (!) kentlerde.
Çalışan her bir işçinin karşısında sayıları onları bulan işsiz aynı işi alabilmek için bekliyor. Yeni istihdam alanları açılmaz, açılamazken mevcutlarda da istihdamda düşme yaşanıyor. İstihdama yönelik yapılan tüm teşvik girişimlerinin bugüne kadar olumlu bir sonuç yaratamadığı ortada.
İşsizlik ve yoksulluk işçi sınıfını kemiren bir sinsi düşmana dönüşmüş durumda, bunun üzerine bindirilmiş kıtalar savaşı haline dönüştürülen etnik çatışmayı körükleyen politikalar gelince durum giderek vahim bir hal alıyor. Kimi küçük kentlerde çalışan Kürt kökenliler potansiyel tehdit grubuna sokularak apar topar dışarı atılıyor. Bazı yerel yönetimler, inşaatlarda şarkı/türkü söylenmesini bile yasaklama yoluna gidiyor.
Ülkemizde olduğu gibi özellikle Avrupa’nın hemen birçok ülkesinde de işsizlik ve yoksullaşma etnik çatışma ve dışlamayı besliyor.
Kısaca ortam sürekli bir gerilim halinde ve birileri kontrollü olarak bu gerilimlerle sorunların gerçek yüzünü örtmeye, halkın taleplerinin, beklentilerinin önüne set çekmeye çalışıyor. Elbette bu kontrollü gerilim savaşının tümüyle kontrolden çıkarak tıpkı Balkanlarda olduğu gibi yerel etnik temizleme histerisine dönüşmesinin önünde de çok ince bir duvar olduğu hissedilebiliyor.
Bu arada erken seçim tartışmaları ve bu beklentiyi uygulamaya geçirme konusunda hemen tüm partilerde bir hareketlenme görülüyor.
Gerilimlerin ortasında emekçiler, kendi sorunlarını dile getirmek ve çözüm için kitle güçlerini kullanma konusunda bir geri çekiliş dönemi yaşıyor. Demokrasi Platformu’nun ardından Emek Platformu da tarihin sayfalarına geçmiş zaman kipiyle yazılıyor.
Oysa konfederasyonlar, işçi ve memur örgütlerinin bugün her zamankinden daha fazla ortak mücadele zeminlerine gereksinmeleri var. Birlik konusu ise ayrı bir başlık ve tartışma konusu olarak duruyor.
İşçi sınıfının bütünü açısından sorunlar birikimli olarak artıyor ve hareketsizlik geniş yığınları kendi haklı mücadelelerinde umutsuzluğa sürüklüyor.
Önümüzdeki Dönemin Gündem Başlıkları
Yazımızın başında Ekim ayı ile birlikte bir hareketlenmenin olacağını söyledik. Parlamentonun çalışmalarına başlamasıyla birlikte askıya alınmış veya dondurulmuş bir çok konu yeniden açılacak.
Önümüzdeki dönemde emekçileri eski ve yeni gündem maddeleri ana başlıklar halinde şu şekilde sıralanabilir;
Özelleştirme
Sosyal güvenlik sistemi
Sendikal hakları düzenleyen yasa değişiklikleri
Kamu personel rejimi
Bu başlıkların bir kısmı, özellikle son üçü bir bakıma Avrupa Birliği müzakere süreci tartışmalarıyla bir arada düşünülebilir.
Özelleştirme
İlk gündem maddesi ve halen devam etmekte olan bir konu olarak özelleştirme ve sonuçları önemini koruyor. Özelleştirme 24 Ocak 1980 kararlarından bu yana aslında ülke gündeminde. Kimi zaman alevleniyor, kimi zaman buzdolabına konuluyor.
Ancak gelinen noktada bir çok kurum ve kuruluş bakımından geri dönülmez bir noktaya gelindi. Yarattığı sosyal ve ekonomik sonuçlar görülebildiği kadarıyla oldukça ağır bedeller yarattı. Bu konuyla ilgili olarak TMMOB’nin öncülüğünde yapılan sempozyuma sunulan tebliğlerin yararlı bir kaynak olacağı açık. Umarız en kısa sürede yayınlanır.
İşçi sınıfının diğer emekçi kesimlerle birlikte örülmüş güçlü ve mücadeleci bir platformu olmayınca tekil alanlara sıkışan mücadele hep yenilgiyle sonuçlandı. Bugün yapılan birlik oluşturma çağrılarının ne gibi sonuçlar doğuracağı şüpheli, hele Emek Platformu deneyiminden sonra pek de umutvar değil.
Bu alanda farklı bir yol izlemenin, en azından temel kamu hizmetleri; eğitim ve sağlık alanlarında gerekliliği gün gibi açık. Çünkü bu sistemler hızla çökertiliyor, yapılana özelleştirme demek de yeterli değil. Halkın tümünü kucaklayacak bir alt yapı yok ve olanda da onarılmaz bir biçimde yıkıma gidiliyor.
Sosyal Güvenlik
Gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde sosyal güvenlik sistemleri, devletin üzerinde bir yük olarak görülmeye başlandı. İşsizlik sigortasından sağlık ve emeklilik sigortalarına hızla bir geriye gidiş öngörülüyor. Sermaye küresel rekabet adına hem maliyetleri düşürmek hem de kamu kaynaklarını daha fazla kullanabilmek adına sosyal güvenlik sistemine saldırıyor. Diğer taraftan da özelleştirme yoluyla yeni kar alanlarının açılması için bastırıyor.
Türkiye’de durum pek farklı değil, IMF reçetelerine göre kamu giderlerinin azaltılması, borçlara ve faizlerine daha fazla kaynak ayrılması gerekiyor. Bu bakımdan azaltmaya gidilecek kalemlerin başında zarar ettiği söylenen sosyal güvenlik kurumları geliyor. Geçtiğimiz dönemde tartışmaları başlayan ve şimdilik beklemeye alınan yeni sosyal güvenlik sistemi emekçiler açısından çok büyük kayıpları içeriyor.
Sendikal Haklar
Son ILO Genel Kurulunda Türkiye yine temel sözleşmeleri (87 ve 98) ihlal eden ülkeler arasında yerini aldı. Bu durum AB ilerleme raporlarına da girdi. Ayrıntılar Tonguç Çoban’ın “Müzakere Süreci Yaklaşırken Bir Durum Tespiti” başlıkla makalesinde var. Bilindiği gibi 2821 ve 2822 sayılı yasalarla ilgili dört konfederasyon (üç işçi ve bir işveren) ve hükümeti (devleti) temsil eden “bilim adamları” komisyonu tarafından hazırlanan taslaklar Bakanlığa sunuldu. Bu taslak konfederasyonlarca şu veya bu ölçüde beğenilmedi. Bakanlık bu taslakları beklemeye aldı. Görülüyor ki önümüzdeki dönem bu taslaklar yeniden gündeme gelecek. Söz konusu taslaklara yönelen ilk eleştiri ILO’nun 87 ve 98 sayılı sözleşmeleriyle uyumlu olmadığı yönündeydi. Örgütlenme ve toplu sözleşme hakkının önündeki en büyük engel olarak görülen ve ILO tarafından da bu şekilde tanımlanan baraj sistemiyle noter harcı konusunda işçi konfederasyonları bir anlaşmaya varamıyor. Barajın aşağıya çekilmesi örneğin yüzde 3 veya 5 konusunda bir görüş oluşturulmaya çalışılıyor.
Bu konuda DİSK’in bir tutumu dikkati çekmişti. DİSK, Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişikliğe dayanarak 2821 ve 2822 sayılı yasaların 87 ve 98’e uymayan hükümlerinde bu sözleşmeye göre haklarını kullanacağını açıklamıştı. Bugüne kadar bu yönde neler yapıldığı henüz öğrenemedik.
Sendikal haklar konusunda önümüzdeki dönemde konfederasyonların ne tutum alacağı merakla beklenecek. Hemen belirtmek gerekir ki, 87 ve 98’in altına düşen her hangi bir yaklaşımın hoş karşılanmayacağı ve ağır ithamlara neden olacağı açıktır.
Sendikal haklar deyince memur kesimini de ihmal etmemek gerekir. Malum, bu toplu görüşme sürecine girilirken hemen hepsi görüşme değil sözleşme diyerek bir tutum sergiledi. Diğer bir ifade ile baştan belli bir ücret artışı tartışması yerine grevli ve toplu sözleşmeli sendika hakkı talebiyle masaya oturulacaktı. Oturuldu, şerhli bir şekilde ücret artışları saptandı, sendikal haklar konusu yeniden rafa kalktı gibi duruyor. Memur konfederasyonları en azından bu talebin asıl sahibi olan KESK önümüzdeki dönemde bu konuya daha fazla sarılmak, müzakere sürecindeki tartışmalarda güçlü bir taraf olmaya çalışacaktır diye düşünüyoruz.
Kamu Personel Rejimi
Son bir yılın önemli tartışma konularından biri olan kamu personel rejimi değişikliğine son fırçalar bu dönemde atılacak. İktidarın hızla gündeme alarak Meclis’ten geçirmek istediği yasa taslaklarının başında geliyor.
657 sayılı yasayı tümüyle değiştirecek yeni düzenlemenin bu yasa kapsamında çalışanların hemen tüm özlük haklarını, daha da ötesi kamu çalışma sistemini etkileyecek bu girişim ciddi bir mücadele başlığına dönüşecek. Konu yalnızca memur konfederasyonlarını ilgilendirmiyor. Eğer yasa Meclis’ten çıkarsa, geçmişte memur sendikalarına üye olanlar için yeni adres işçi sendikaları olacak. Yani işler biraz karışacak.
Umudumuz AB mi?
Görülebildiği kadarıyla üst kuruluşlar açısından hemen her konu başlığı AB müzakere süreciyle bağlantılı ve beklentiler bu süreçten yana. Önümüzdeki dönemin bir başka konusu da bu olacağa benziyor. Nedeni basit, haklar konusunda AB komiserlerinin ve kurumlarının iktidara vereceği talimatlardan yarar bekleyen bir yaklaşım yaygınlaşıyor. Yani iktidarda konfederasyonlar da AB’den medet umuyor.
Sadece ana gündem başlıklarını hatırlamakla yetinmeyi düşündüğümüz yazı gereğinden fazla açıldı. Şimdilik kaydı ile burada kesmekte yarar var. Her bir konuyu kendi alt başlığında daha geniş tartışabilirsek, bilerek veya bilmeyerek eksik bıraktığımız kayıt dışı ekonomi, vergi vs. gibi başlıkların eklenmesine katkı sağlayabilirsek amacımıza ulaşmış olacağız.