New Orleans’a ilk gidişimizde yerel kültürle bütünleşmek amacıyla otelde kalmak yerine, yerli bir yaşlı kadının tarihi evinde kalmayı yeğlemiştik. “Ne dilediğine dikkat et, çünkü, dileğin gerçekleşebilir” diyen eski atasözüne kulak asmalıydık. Yerel tarih ve kültürü yaşamını orada geçirmiş ev sahibimizden heyecanla dinlemeye hazırlanırken, eski köleci gururuyla dimdik duran beyaz Amerikalı bayan, artık New Orleans’ın eskisi gibi güzel olmadığını çünkü siyahilerin utanmadan şehrin içlerinde bile dolaşabildiklerini ve bizim onlardan uzak durmamızı salık veriyordu.
ABD’nin güneyiyle tanışmamız böyle oldu. Mümkün olduğu kadar ev sahibimizle karşılaşmamaya çalışarak dolaştık. İkinci hatamız turistlere eski çiftlikleri gezdiren bir tura katılmakla yaptık. Bizi tertemiz, geniş, pırıl pırıl korunmuş beyaz çiftlik evlerine götürüp, geçen yüzyılın çiftliğinde yaşamış çocukların oyuncaklarını, beşiklerini, annelerinin dikiş makinelerini ve mutlu akşam yemeklerini yedikleri sofralarını gösterdiler. Bir çiftliğin büyüklüğü ve ününü sahip olduğu topraklar kadar kaç tane köle çalıştırdığı da belirliyormuş. Tur bilgisine her bir çiftliğin kaç köle çalıştırdığı da eklenmişti. Bize gösterilen evin tüm işlerini yapan, tüm üretimi gerçekleştiren kölelerin, siyahilerin yaşadığı yerleri de görmek istediğimi söylediğimde, uzaya gitmeyi istemişim gibi bakmıştı bizi gezdiren kadın. O ne demek… o ne biçim soru… bana havlar gibi, “Onlar da, bayağı mutlu, kendi kulübelerinde, arka bahçede yaşıyorlardı” diyip arkasını dönmüştü. New Orleans’a daha sonraki ziyaretlerimde hiç bir tura katılmadım.
Sular altında kalan New Orleans’a bakarken, ailelerine su ve yiyecek bulmak isteyen siyahiler ve yoksul halk için toplama kampları kuran polis ve devlet güçlerini seyrederken, Vali’nin kendi suçunu atmak için felaket kurbanlarını suçlayan, “Biz onlara şehri boşaltın dedik, daha ne yapalım” diye bağırışını dinlerken, yaşlı ev sahibimizin otomobiline binerek ilk kaçanlardan olduğundan eminim. Onun gece uykularını kaçıran, “utanmadan şehirde dolaşabilen” siyahilerin ise boğulmak üzere geride bırakılanlar olduğundan da hiç şüphem yok.
Eski Linçler
ABD’nin güneyini tarihe geçirecek bir olay varsa, bence toplu linç hareketleri olmalıdır. Toplumların en iyi şekilde yaşamasını eşit olsun ya da olmasın, ama en önemlisi, ayrı olmasını öneren milliyetçi, ırkçı düşünce, bu ırk ayrımının sınırlarını gayet net çizmişti ABD’de. Özellikle kendi kafalarında yarattıkları siyahilerin cinselliğinden uykuları kaçan beyazlar bir beyaz kadına bakan zencinin linç edilmesini normal sayıyordu. Kölelikten kaçma, sahibine yan bakma, itaatsizlik, göz üstünde kaş olması linç nedeni olabiliyordu. Bob Dylan’ın 60’lardaki Desolation Row şarkısı, “Asılmanın kartpostallarını satıyorlar” diye başlıyor.
Kartpostal satışı, ABD güneyinin bir “halk” geleneğinden alınmış. “Yakalanan” bir siyahi genellikle önce dayaktan geçiriliyor, parmakları koparılıyor, cinsel organı kesiliyordu. Bu arada haber uygar beyaz halka ulaşıyor, herkes okulunu, işini bırakıyor, kadınlar en iyi elbiselerini, şapkalarını giyiyorlar, en iyi şaraplarını ve piknik sepetlerini alarak olay yerine koşuyorlardı. Bu arada ağaca bağlanmış siyahinin etine tirbuşonlar sokuluyor ve et parçaları koparılıyordu. Gözleri oyulurken, beyazlar giyinmiş dinî halk bir hatıra fotoğrafı çektirmek için ağacın önünde yer kapmaya uğraşıyorlardı.
Sonunda, eğer hala canlı kalmışsa, siyahi boynundan asılıyor, orada çırpınırken de ateşe veriliyordu. Bu arada kadehler kalkıyor, fotoğraflar çekiliyor, arkada ağaçta asılı, hala tüten cesedin önünde mutlu gülümsemeler siyah beyaz fotoğraflara alınıyordu. Bu fotoğraflar kartpostala dönüşüp satışa çıkıyor, fotoğrafa girmeyi başarmış mutlu Amerikalılar bu hatıra resimlerini uzakta, her pazar kiliseye giden annelerine göndererek, “Bak, ben de oradaydım, beni görüyor musun? Resmin sağında, elinde kadehi olan, güzel şapkalı benim!” diye mutluluklarını paylaşıyorlardı.
Bu barbarlığı en derinden anlatan bir şarkı, ne enteresandır ki, bir Yahudi’nin kaleminden çıkıyor ama özellikle siyahi sanatçıların sesinde ölümsüzleşiyordu. Şarkının adı “Garip Meyve”, anlattığı öykü ise, ağacın dallarında asılı siyah, kanayan, kömürleşmiş garip bir “meyve”.
Güney ağaçlarının garip meyvesi olur / Yapraklarında kan, kökünde kan / Siyah vücutlar güney rüzgarında sallanan / Kavak ağacında asılı garip bir meyve
Kibar güneyin güzel kır sahneleri / Dışarı fırlamış gözler, bükülmüş ağızlar / Manolya kokuları tatlı ve taze / Sonra birden yanan et kokusu
İşte kargaların gagalaması için bir meyve / Yağmur biriksin diye, rüzgar emsin diye / Güneş çürütsün diye, ağaçlar düşürsün diye / İşte garip ve acı bir hasat
Yeni Linçler
Linçler tarihte kalmış bir ayıp değil ABD’de. Linç metodu değişse de lincin kendisi hala gayet sıhhatle yaşamına devam etmekte. Mumia Abu Cemal örneği tek başına modern linç sistemini göstermeye yetse de, daha büyük linç hareketleri içinde, “banyo yapmıyorlar”dan başka hiçbir gerekçe gösteremeyen belediye başkanının, siyahilerin oturduğu apartmana helikopterlerden bombalar atarak içlerinde kadın, yaşlı ve 5 çocuğun da olduğu 11 kişiyi öldürmesi sayılabilir. Ama daha önceleri, 1970’lerde de siyahi kültürel ve siyasî hareket MOVE’a yaptıkları baskında da otomatik silahlarla katliam ateşi açan polisten kaçan siyahiler, apartmanın zemin katına sığınmışlardı. Onları orada katletmek isteyen polis, zemine su vererek siyahileri boğmaya çalışmış, kurtulmaya çalışan siyahiler, çocuklarını suyun üstünde tutarak dışarı çıkmışlar, ve bu silahsız, ıslak, yorgun, halsizlerin üzerine Amerikan polisi üşüşmüş, televizyonların kaydetmesine bile aldırmayarak inanılmaz bir dayaktan geçirmişlerdi önlerine gelenleri.
New Orleans’ta kendi kaderlerine boğulmaya bırakılan yoksul siyahi halk, boğularak linç edilmeyle ilk defa karşılaşmıyorlar.
Teksas’ta ise, eğlenmek isteyen bir kaç beyaz delikanlı, sokakta yakaladıkları bir siyahi çocuğu arabalarının ardına bağlayıp sürükleyerek öldürmüşlerdi sadece birkaç yıl önce. Eğer KKK gibi açıktan ırkçı örgütler bugün pek ortada yoklarsa da, bu ırkçılığın yok olduğunu göstermez. Daha korkuncu, bu ırkçı, milliyetçi hastalığın, bir gizli virüs gibi, vücudun derinliklerinde yüzünü tekrar göstermek için uygun zaman beklediğini gösterir.
ABD’nin en ilerici, eşitlikçi California’sının liberal mahallelerinde daha bir iki ay önce siyahi ailelerin bahçelerinde gece haç yakma olayları pek çoklarını hayrete düşürmüştü. Irkçılığı salt beyaz çarşafın altına saklanmış güneylilere ya da Nazi subaylarına indirgemiş kişiler bugün bunların nasıl olabileceğini anlayamıyor.
Modern linç, artık insanları teker teker yakalayıp zevkle öldürme yerine, yıllardır beklenen felakete karşı en ufak bir önlem almayarak, onları geride kendi kaderlerine bırakarak ve hatta, siyahi belediye başkanının da, çatılarında aç ve susuz üç gündür bekleyen halkı için, “bırakın oldukları yerde ölsünler” demesiyle yapılıyor.
Modern linç, gezegenimizin iklimini mahvedip, yıllardır ciddi bilim adamlarının küresel ısınmaya karşı uyarılarını alaya alarak, bunun sonucu giderek şiddetlenen ve sıklaşan “doğal” felaketlere, “tanrı buyruğu” diyerek yapılıyor.
Modern linç, 24 saat, 365 gün, bacasından zehir fışkıran fabrikaları yoksul mahallelere kurup, epidemik hastal
Katrina’nın Şiddeti (1): “Doğal Felaketler, Irkçılık, Özel Mülkiyet ve Yoksul Korkusu” -Mehmet Bayram
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.
Önceki içerik
“Solda Çatlaklar Büyüyor mu?” -Immanuel Wallerstein Sonraki içerik
Bir Milyardan Fazla Çocuk Yoksulluk İçinde