Ingo Schmidt Prince George’daki Northern British Colombia Üniversitesinde ekonomi eğitimi vermektedir ve Almanya’daki yerel bir emek dergisi olan Goettringer Betriebsexpress’in editörlerindendir. Aynı zamanda ATTAC-Almanya’nın Bilimsel Danışma Kurulu ile birlikte çalışan Schmidt sendika eğitimcisi olarak da çalışmaktadır. Almanya son yedi yılda bir merkez-sol koalisyon tarafından yönetildi. Bu hükümet 1998 yılında seçmenlerin önemli bir çoğunluğunun mali kemer […]
Ingo Schmidt Prince George’daki Northern British Colombia Üniversitesinde ekonomi eğitimi vermektedir ve Almanya’daki yerel bir emek dergisi olan Goettringer Betriebsexpress’in editörlerindendir. Aynı zamanda ATTAC-Almanya’nın Bilimsel Danışma Kurulu ile birlikte çalışan Schmidt sendika eğitimcisi olarak da çalışmaktadır.
Almanya son yedi yılda bir merkez-sol koalisyon tarafından yönetildi. Bu hükümet 1998 yılında seçmenlerin önemli bir çoğunluğunun mali kemer sıkma, düşük işsizlik ve sosyal güvenlik yardımları ve sınırlandırılmış ücret artışlarının zenginlik ve tam istihdam sağlayacağı vaadinde bulunan muhafazakarlardan yorulmuş olması nedeniyle seçilmişti. Ancak, yeni hükümetin programı eskisinin insani yüzlü bir neoliberalizmin temsilcisi gibi görünebilmesine neden oldu. Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) başını çektiği yeni hükümet, İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir refah devletinin kurulmasından bu yana emeğe ve sosyal standartlara karşı yürütülen en ciddi saldırıları başlattı. SPD tarihinin büyük bir çoğunda kendisini refah devletinin genişlemesinin arkasındaki temel itici güç olarak sunmuş olduğu için, işçi düşmanı eylemleri izleyicilerini fena halde hayal kırıklığına uğratırken muhaliflerini de şaşırttı.
Refah devletinin lağvedilmesi seçmenlerin desteği ve partinin üye sayısında dramatik bir düşüşe neden oldu ve aynı zamanda bir kitle protestoları dalgasını da tetikledi. Ancak, hükümete meydan okuyabilen bir hareket de ortaya çıkmadı.
Federal hükümetin nihayet yeni seçimlere gidilmesi çağrısında bulunmasına neden olan şey sokak gösterileri değil, eyalet seçimlerindeki bir dizi sarsıcı yenilgi oldu. Bu adımsa paradoksal bir duruma yol açtı. Bir yandan, genellikle Hıristiyan Demokratik Birliğin (CDU) bu seçimleri kazanması bekleniyor. Öte yandan, onların da SPD’yi çökertmiş olan neo-liberal politikalara devam edeceklerinden kuşku duyulmuyor. Bu açıkça görünür çelişkinin açıklaması bu iki partinin kendi seçmenlerini harekete geçirme konusunda farklı yeteneklere sahip olmaları. CDU hala çeşitli sosyal tabakaların desteğine dayanabilirken, SPD işçilerin ve işsizlerin desteğini yitirmiş olmaktan fena halde hırpalanıyor. Beklentilerin aksine, CDU üst sınıfların tek-yönlü partisi olmayıp, onun da kendine özgü refah-devleti yaklaşımlı akımları mevcut. Uluslar arası rekabet gücünü artırmaya yönelik ısrarlı ihtiyaç yaygın kabul görmekle birlikte, bazen “refah devletine yönelik fena halde ilgi”ye de rastlanıyor. Bu çelişik konsensus (Batı) Almanya’nın savaş sonrası tarihiyle derinden kaynaşmış durumda ve politik gelişmeler açısından hala yaşamsal. Sendikalar, ihracat-yönelimli büyüme ve emekle sermaye arasında korporatist aracılıktan ibaret olan bu konsensusun oluşması ve dönüşmesinde temel bir rol oynadılar.
Sendikalar içindeki bir kanat, SPD’nin neoliberal dönüşü ile karşıkarşıya kaldıklarında SPD ile olan ittifaklarını sürdürmeye çalıştılar. Bunun, refah devletinin varlığını muhafazakarlara karşı savunmanın tek yolu olduğunu ileri sürdüler. Bu pozisyona karşı daha küçük bir başka fraksiyon daha hareket-merkezli bir sendikacılığa doğru yöneldi. Bazı sendikacılar yeni bir parti kuracak kadar ileri gittiler. Mayıs ayında federal seçimlerin ilan edilmesinin ardından, sendika önderleri, ehven-i şer olarak gördükleri SPD’ye destek vermek üzere geri döndüler. Sendikalar, SPD’nin eski seçmenlerine çağrıda bulunan bir sandık alternatifi inşa etmeye yönelik çabaları hoşgörmekle birlikte buna destek olmadılar. Alman sendikalarının resmi çizgilerinden sapan herkesi bastırmak konusundaki sicili veri alındığında, bu durum daha fazla açıklık ve sendikal demokrasiye yönelik bir adım gibi görülebilir. Aslında, sendikaların borusunun parlamenter siyaset içinde ötmemesinin bir işaretidir.
Sendikaların politik önemindeki bu azalma kapitalistleri toplu sözleşmelerin uzun süredir kurumsallaşmış olan ilkelerine meydan okumaya cesaretlendirdi. Çok yakın zamanlara kadar, sendikalar yüksek ücretler ve daha kısa çalışma saatleri talep ederken, işverenler bu tip talepleri bastırmaya çalışırlardı. Artık işverenler daha düşük ücretler ve daha uzun çalışma saatleri çağrısında bulunarak inisiyatifi ele geçirdiler. Fabrika kapatma tehditleriyle yüzyüze kalan sendikalar, genellikle belirli bir süreliğine sağlanan iş güvencesi karşılığında kötüleşen çalışma koşullarını ve geliri kabul ettiler. Sendikaların tam kalbine yönelik bu saldırganlıkla kıyaslandığında, protesto ve kampanyalara fazla katılım olmaması umutsuz bir duruma işaret ediyor.
Bu durum iki soru ortaya koymaktadır: birincisi, son otuz yıl içinde refah devletinin ana kurumlarının erimesi bunların nihai yok oluşuna yol açacak mı? Ve ikincisi, SPD ve sendikal hareketin mevcut krizi emek siyasetine yönelik yeni bir yaklaşımın önünü açacak mı? Bu iki soruyu ele alırken aşağıdaki varsayımı öne süreceğim: emeğin ve refah devletinin savaş sonrasındaki tarihi yüksek bir kurumsal devamlılık derecesi ile karakterize olmaktadır. Ancak, ekonomik büyümedeki uzun erimli yavaşlama sosyal standartlarda bir düşüşe ve refah devletinin sosyal temelindeki erimeye neden olmuştur.
Sosyal güvenlik ve toplu pazarlık gibi kurumlar refah devletine yönelik mevcut saldırıları aşıp hayatta kalabilecek olurlarsa, bu kurumlar sistemin karakterini temelden değiştirebilecek sonuçlara katkıda bulunacaklardır. Refah devleti tarafından başlatılan, çalışan insanların büyük çoğunluğunun sosyal entegrasyonu durumunun yerine, giderek daha fazla sayıda insanın, eskiden kolektif olarak üretilen zenginlikten almaları gereken adil pay olarak görülen şeyden daha da fazla dışlanmaları durumu pekala da konulabilecektir. Refah devleti, işçilerin yaşam standartlarını yükselterek işçi sınıfını kapitalist sistemle eklemleyen bir kurumlar dizisinden, tam da bu sistemin bir yan ürünü olarak gelişmiş olan yeni bir orta sınıfın ayrıcalıklarını korumanın bir aygıtı haline dönüşebilecektir. Alman emek hareketinin ana akımları içinde derinden kök salmış olan bir tür kurumsal fetişizmin böylesi bir gelişme karşısında başarılı bir biçimde durulmasının önündeki en büyük engel olacağını da söyleyebilirim.
Emek hareketini ve hareketin ana akımının bütünsel bir parçası haline dönüşmüş olduğu korporatist refah devletini anlamak için, bu modern fenomenlerle eklemlenmiş olan feodal mirası da dikkate almalıyız. Almanya’da feodalizm hepsinin üzerinde zayıf bir merkezi gücün yer aldığı bir dizi bölgesel prensin elindeki adem-i merkezi politik güç ve zengin ve güçlü zanaat loncalarının oluşmasına izin veren, orta çağ kentinin bundan ayrı ekonomik özerkliği tarafından damgalanmıştır. Bu ayrım emek hareketinde SPD ile sendikalar arasında görülen keskin işbölümünde de yansımasını bulmuştur. Emeğin politik amacı feodal devletin demokratik bir devlete dönüştürülmesiydi; SPD’nin ilk yıllarında buna genellikle “halkın devleti” deniliyordu. SPD, feodalizmin parçalı gücüne bir tepki olarak, bazen sınıfsal ayrım çizgilerini ihmal ederek, demokratik devletin sosyal temeli olarak, halk kitleleri arasındaki bir birlik için bastırıyordu. Böyle bir devletin amacı çalışan halkın koşullarını yasama yoluyla iyileştirmekti. Ancak, sendikalar, işverenlerle yapılacak toplu pazarlıklara yoğunlaşmalıydılar. Sendikalar işçileri politik eylem, özellikle de politik grevler için harekete geçirmek durumunda değillerdi. Sendikalar başlangıçta ortaçağ zanaatkar loncalarından doğdukları için, sadece kendilerini dar anlamda tanımlanmış bir ekonomik role hasretmeye hazır olmakla kalmıyorlar, ay
nı zamanda vasıfsız işçileri örgütlemeyi neredeyse imkansız hale getiren güçlü bir üretimci ideoloji de geliştiriyorlardı.
SPD ile sendikalar arasındaki ayrım, partinin hükümetin parlamentodan Almanya’nın emperyal saldırganlığını finanse etmek için talep ettiği kredileri onayladığı Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında oldukça sorunlu bir hale dönüştü. Aynı zamanda, sendikal önderlik de özerk politik eyleme girişmeye hazırlıklı değildi. Partinin ve sendikaların içindeki, daha sonra Komünist Partisi’ni kuracak olan sol, savaşın ilk yıllarında ne kitlesel bir desteğe ne de örgütsel kapasiteye sahipti. İşler savaşla birlikte daha da kötüleşti. Weimar Cumhuriyeti SPD tarafından kendi halkın devleti vizyonlarının ete kemiğe bürünmüş biçimi olarak görülüyordu ve emek hareketi cumhuriyetin parlamenter kurallarını ihlal etmemeliydi; hatta genel grev gibi bir kitle eylemi, Nazilerin iktidara yükselişini durdurmanın tek yolu olduğunda bile.
Özetle, feodalizmin emek ve refah devleti üzerindeki parmak izleri, politik ve ekonomik mücadeleler arasındaki keskin bir ayrışmaya neden oldu; politik mücadele parlamenter etkinlikle sınırlandırılırken, ikincisi, işçi sınıfının daha aşağıdaki kesimlerini tam olarak kenarda bırakarak büyük ölçüde vasıflı işçilere yoğunlaştı.
Sermaye de feodalizm tarafından biçimlendirilmişti. Feodal miras üniversitelerde teorik eğitimle tamamlanan endüstriyel eğitimin zanaatkar lonca sisteminin uyarlanmasında da yansımasını bulur ki, her ikisi de teknolojik gelişmenin kurumsal patikalarının yanı sıra sürüp giden küçük küçük icatları kayırmaktadır. Almanya yalnızca endüstriyel kapitalizmin başlarında, kimya ve otomobil sanayilerinin ortaya çıkışına neden olan bir dizi radikal icata sahne oldu. Ama burada bile, bunların Alman ekonomisinin hala önde gelen sektörleri olmaları küçük küçük yeniliklerin radikal yenilikler üzerindeki hakimiyetini göstermektedir.
Üçüncü önde gelen sektör olan makine gereçleri sektörü ise, dolaysız biçimde ortaçağ elzanaatlarından doğmuş ve ve sonuç olarak da, kimya ve otomobil sektörüne büyük şirketler hakim olurken, bu sektör küçük ve orta ölçekli firmaların hakimiyeti altında kalmıştır. Kimya ve otomobil sektörlerinin ilk evreleri, ABD şirketlerinin karakteristik özelliği olan dikey bütünleşme yerine, yatay yoğunlaşmanın hakimiyeti altında kaldılar. Bir süreliğine, yatay evliliklerin bu üstünlüğü, vasılı işçi kullanımı da dahil olmak üzere, uzun zamandır varolan iş örgütlenmesinin devamına izin verdi. Kitle üretim bandının büyük ölçekte devreye sokulmasından sonra bile, çalışmanın Fordist ve Taylorist yöntemlerde tipik olan vasıfsızlaşması Almanya’da birçok başka ülkedekinden daha sınırlı oldu. Yoğunlaşmış sermayenin göreceli olarak yüksek-vasıflı br işgücüyle yaşadığı bu bileşim kaotik piyasa düzenlemelerinin ve onun iniş ve çıkış çevrimlerinin yerine, emeğin ve sermayenin omuzlarına ortaklaşa biçimlerde dayanan korporatist bir düzenlenmenin konulması fikri açısından da temel bir dayanaktı. Sendika ve SPD önderliği bu durumun, bir yanda akılsız kapitalistlerin, öte yanda vasıfsız, kaba ve geri işçilerin neden oldukları ekonomik krizler ve keskin sınıf mücadelelerini alt edebileceğine inandılar.
Bilimsel öngörüler ve akla dayalı korporatist düzenleme kavramı endüstriyel şirketlerin ve bankaların birleşik bir mali sermaye içindeki evliliklerinden sonra daha da güçlendi. Kredilerin düzenlenmesi endüstriyel üretimi oynak piyasaların müdahalesi olmaksızın denetlemenin etkin bir aracı olarak görüldü. Şirket düzeyindeki ekonomik düzenlemeye böyle odaklanılması aynı zamanda makro ekonomik düzenlemenin reddinin örtük biçimde kabul edilmesi anlamına geliyordu. Bu yalnızca, üstelik de radikal akımları da dahil olmak üzere emek hareketindeki çoğu kişi tarafından paylaşılan bir fikir olmakla kalmayıp, aynı zamanda orta ve egemen sınıfların çoğu tarafından da paylaşılıyordu. Bir yanda oligopolcü sektörler düzeyinde şirketler içi korporatizm, ve öte yanda anti-Keynesci bir konum, batı Almanya’da bütün bir savaş sonrası dönemde ve bugüne değin geçen sürede yaşanan ekonomik ve sosyal gelişmelerin tonunu belirleyen yaygın biçimde paylaşılmış bir konsensus haline dönüştü.
Ekonomik gelişmenin Alman modeli, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıktığı haliyle, sadece kurumsal devamlılık ve ekonomik zenginlik, politik istikrar ve sosyal tavizi birinci sıraya yerleştiren sınıflar arası bir konsensus tarafından değil, aynı zamanda kendi güçlü ihracat-merkezliliği tarafından da şekillendirilmiştir. Alman yapımı malları dünya pazarlarına satmak, değerlerinin nihai doğrulanması ve aynı zamanda zenginliğin öngerekliliği olarak görülmüştür ve hala da görülmektedir. Bu durumda, yukarıda bahsedilen konsensus yabancı piyasaları fethetmeye yönelik merkantilist bir projeyi de içerir.
Ekonomik politikaların bu önde gelen hedefi uluslar arası rekabet gücünün 1980’lerle birlikte neoliberal yeniden yapılandırmanın propaganda sloganı haline getirilmesinden çok önce de Alman burjuvazisi tarafından kabul edildi ve emek hareketi içindeki ana akımlar tarafından onaylandı. Aslında, bu kısmen batı Almanya’nın Üçüncü Reich’ın yenilgisinden sonra kapitalist dünya ekonomisine yeniden entegrasyonuydu. Yani daha en başından beri kapitalist gelişmenin bir parçası olan ve faşist diktatörlükten, kapitalist olmakla birlikte, demokratik bir cumhuriyete geçişle birlikte yeni bir biçime kavuşan içsel korporatizm dünya pazarına yönelik merkantilist politikalarla tamamlanmıştı. Her ikisi de şimdiye kadar yerlerinde kaldılar, ancak geçen yarım yüzyıl içinde değişen makroekonomik sonuçlar ortaya çıkardılar.
Kabaca söylenirse, savaş sonrası dönemi 1950’ler ve 1960’ların büyüme devreleri, 1970’lerdeki geçiş dönemi, 1980’lerin ve 1990’ların yeniden bölüşümcü devreleri ve nihayet 2001’deki son dünya ekonomik gerilemesiyle başlamış olan deflasyonist eğilimler eşliğindeki bir durgunluk evresine bölebiliriz. Kapitalist merkezin diğer ülkelerinde olduğu gibi, toplam üretim bu alt-dönemlerin ilkinde beklenmedik oranlarda büyüdü, ama nominal talep daha da hızlı büyüdü. Bu durumda, enflasyon yükseldi, yavaşça olsa da. Bu alt-dönemde, işçiler daha yüksek gerçek ücretler ve kısa çalışma saatleri elde ettiler. Toplam büyüme ihracatla tetiklenmekle birlikte, bu yıllardaki toplu sözleşmelerin ana ürünü olan, gerçek ücretle üretkenlik arasındaki bağlantı, aşırı üretimin artan kitlesel tüketimle eş gitmesine izin verdi.
Ancak, Almanya ve Japonya’nın her ikisi açısından da geçerli olan ihracat-yönelimli büyüme, dünya çapında, mevcut gerçek ücret artışı ve hükümet harcamaları modeliyle dengelenemeyecek olan bir aşırı kapasite inşası sorununu ortaya çıkardı. Toplam talepteki göçük daha yüksek gerçek ücret artışları ve/ya da artan hükümet harcamaları ile ortadan kaldırılabilirdi, ama, “sol-Keynescilik” olarak adlandırılabilecek olan bu tür bir stratejinin pratikte hiçbir gerçekleşme şansı yoktu.
Bunun dört nedeni vardı. Birincisi, teknolojik gelişme giderek daha da sermaye yoğun bir hal almış, ya da Marksist terimlerle ifade edilirse, sermayenin organik bileşimi yükselmiş, bu durumda kar oranları üzerinde aşağıya doğru bir basınç oluşturmuştu. İkincisi, yaşam standartlarını nasıl yükselteceğini daha yeni öğrenmiş olan işçi sınıfı nominal ücret artışları için savaşmaya yetenekli ve istekliydi. Üçüncüsü, gelir dağılımı üzerindeki bu mücadeleler içinde yükselen enflasyon, ihracata yönelik temel bir tehdit olarak görülüyordu. O halde, egemen sınıf içindeki bir
çoğunluk enflasyonu düşürmeyi amaçlayan daraltıcı ekonomik politikalar uygulamak ve işçilerin pazarlık gücünü azaltarak karları artırmak istiyordu. Dördüncüsü, emek hareketi içinde bile yalnızca bir azınlık sol-Keynescilik yönünde ilerlemek istiyordu; hareketin ana akımları, bu durum daraltıcı makroekonomik politikaların yaratacağı daha düşük istihdam oranları anlamına gelse bile, enflasyonu düşürmek gerektiğine inanmıştı.
Enflasyona karşı girişim, 1980’lerin ve 1990’ların, temel özellikleri iki tür etkisi, bir ücret artışı sınırlandırması olan yeniden bölüşümcü devrelerine yol açtı: birincisi, bir enflasyon düşmesi süreci harekete geçirilmişti ve ikincisi, gerçek ücret artışı üretkenlik artışının arkasından sürükleniyordu. Kısa vadede, bu daha yüksek bir kar haddine neden oldu, ama zaman içinde, kitlesel tüketimin büyümesindeki yavaşlama ile birlikte, toplam büyüme, gerçekleşen karlar da dahil olmak üzere, hız yitirdi. Bu içerilmiş birikim koşulları altında, çalışma saatlerinin daha da kısaltılması istihdamdaki düşüşü gizleyebilir değildi. İşsizlikteki yükselme, işsizlik yardımları esas olarak ücret bordrosundan düşülen katkılarda finanse edildiği için, aynı zamanda brüt ve net ücretler arasındaki uçurumun genişlemesine de yol açtı.
Bu iki içerilmiş birikim ve dezenflasyon süreçleri Alman ekonomisini, dünya ekonomisi 2001’de genişlemeden daralmaya geçerken durgunluk ve deflasyonun eşiğine getirdi. İkinci Dünya Savaşından sonra ilk kez, ihracat iç talebi kışkırtmayı başaramadı. Uzayan mali kemer sıkma, sınırlandırılmış ücret artışı, ve yükselen işsizlik, gelirlerinin tümünü harcayan düşük ücretli işçilerin, harcamalarını daha da kısmak zorunda kaldıkları ve yüksek ücretli işçilerin de, eskiden olduğu gibi sosyal refah yardımlarına güvenemedikleri için tasarruflarını artırdıkları bir duruma neden oldu. Artan ihracat bile ekonomiyi durgunlaşmaktan alıkoyamadı.
Bu koşullar altında, korporatizm sosyal entegrasyon üretmekte daha başarısız olacaktır. Neden böyle olduğunu anlamak için, Alman refah devletinin iki temel ilkesini ele almak önemlidir: Birisi, işsizlik yardımları ya da emekli ikramiyeleri gibi ödemelerin, çoğunlukla brüt ücretlerden yapılan kesintilerle finanse edilmesidir. Öteki, bireysel tasarruflar işçinin önceden aldığı ücret düzeyine bağlıdır. Savaş sonrası zenginliğin sona erişi ve onu izleyen kitlesel işsizliğin ortaya çıkışı ile birlikte belirginleşen refah devletinin mali krizini dengeleyebilmek için, bireysel tasarruflar son otuz yıl içinde yavaş yavaş eridiler. Daha da düşük kişisel tasarrufları olan ve bir tür refah yardımlarına ihtiyaç duyan daha da artan sayıda insanla birlikte, GSYİH içindeki refah harcamalarının payı sabit kaldı. Bu da yalnızca nominal brüt ücretlerin bütün bu yıllar içinde artması ve onlarla birlikte de sosyal güvenlik vergilerinin mali temelinin genişlemesiyle birlikte mümkün oldu.
Bugün, toplam ücret bordrosu, durgunluğa girer hatta batarken, ortada yalnızca refah yardımlarına muhtaç olan daha da fazla insanın bulunması sorunu değil, aynı zamanda bu tür yardımları finanse edecek gelirlerin yokluğu sorunu da var. Bu sorun işverenlerin, işçi yardımlarını olduğu kadar refah sistemine yönelik katkıları da içeren düzenli tam-zamanlı işleri, işçilerin asgari bir sosyal güvenliğin ötesine geçen her şeyden dışlandıkları güvencesiz işlere dönüştürmeleri ile birlikte daha da katlanmaktadır. Yani, ekonomik durgunluk refah devletinin benzeri görülmemiş bir mali krizine ve bu sistem olmaksızın hayatta kalamayacak olanlara daha da az yardım sağlanması durumuna yol açmıştır. Kurumsal yapısı hala yerli yerinde dursa da, refah devletinin karakteri çok farklı düzeylerde olmakla birlikte, nüfusun büyük çoğunluğu için sosyal güvenliği güvence altına alan bir devletten, orta sınıfların ve işçi sınıfının en yüksek tabakasının ayrıcalıklarının çalışan yoksulların, işsizlerin ve artan sayıda emeklinin aleyhine korunduğu kutuplaşmış bir sisteme doğru değişiyor gibi görünmektedir. Ne yazık ki, bu insanların sayısı artarken, bu kadar temelli bir değişime karşı verilen mücadele oldukça zayıf kalmaktadır. Bu durumun nedenleri refah devletinin eski biçiminin sosyal temelini eritmiş olan değişen sınıf bileşiminde aranmalıdır.
Almanya’da ihracat-yönelimli büyümeye yaygın kabule dayalı biçimde verilen öncelik veri olduğunda, güçlü bir endüstriyel sendikacılığın oynayabileceği önemli bir rol vardı. Bu sendikacılık, yukarıda gösterildiği gibi, yalnızca daha yüksek gerçek ücretleri zorlayarak ve refah devletinin fonlanmasını güvence altına alarak satın alma gücü yaratılmasına katkıda bulunmakla kalmadı, aynı zamanda endüstriyel sendikaların zanaatkar loncalarından miras aldıkları üretimci ideoloji yeni teknolojilere karşı güçlü bir işçi direnişini engelleyerek, dünya pazarlarında rekabetçi bir yer tutulmasına katkıda bulundu. Bu nedenlerden dolayı, daha fazla ihracat itkisi ve sendikaların kendilerini sermaye karşısında dengeleyici bir güç olarak gören öz-imgeleri arasında, her zaman fethedilmiş olmakla birlikte yine de uzun süren bir ilişki mevcuttur.
Bu ilişkinin biçimlendirilmesinde, metal işçileri sendikası, IGMetall birçok nedenden dolayı temel bir rol oynamıştır ve hala da oynamaktadır. IGMetall makine parçası ve otomobil üreten işçileri örgütler, bunlar, gördüğümüz gibi, Alman ekonomisinin önde gelen iki sektörüdür. Aynı zamanda ihracat sanayileri için en önemli girdilerden birisi olan çelik üretimindeki işçileri de örgütler. Üstelik, bütün bu üretim alanları büyük şirketlerden orta ve küçük ölçekli firmalara dek uzanan her şeyi içermektedir. Bu heterojenlik dikkatle dengelenmiş bir ücret skalasına yansıtılır. IGMetall tarafından temsil edilen tüm farklı sektörler ve meslekler sendikayı, onun Alman işçi sınıfının kolektif imgelemini çok yüksek bir derecede belirlediği ve aynı zamanda da öteki sendikaların izlemek durumunda oldukları sınır çizgilerini belirleyen toplu sözleşme lideri konumuna yerleştirmiştir.
IGMetall üye sayısı açısından metal işçileri sendikasından da büyük olan ve kamu sektörü işçileri, ulaşım ve ticaret-maliye sektörlerini örgütleyen Verdi, yani hizmet işçileri sendikasının da önderliğine sahiptir. IGMetall’in hizmetler sektörü sendikalarının tepesini belirlemesinin iki nedeni var. Birincisi, bu sendika yalnızca birkaç yıl önce küçük sendikaların birleşmesiyle ortaya çıktı ve bu nedenle de metal işçileri sendikasında onyıllar içinde gelişmiş olan bütünselliğe sahip değil. İkincisi, sınıf aşırı biçimde paylaşılan egemen üretimci ideoloji, hizmetler sektörü işçilerine, yüksek maliyet ve yalnızca düşük getiri yaratan, hiç de üretken olmayan işçiler olarak bakmaktadır. Bu bakış açısından, bu sektörlerdeki istihdam vasıflı işçilerle teknolojik olarak ileri makineleri bir araya getiren endüstriyel üretimden daha aşağıda görülmektedir. Bu yaygın ve politik olarak oldukça etkili bakış açısı, emek ile sermayeyi en etkin biçimde bir araya getirilmesi gereken ve birinin öteki üzerindeki iktidarı ya da birinin diğerini sömürmesiyle asla ilgisi bulunmayan üretim faktörleri olarak gören neoklasik emek sermaye kavramında ideolojik yansımasını bulmaktadır.
IGMetall ve öteki sendikalar bu fikirlere dayanarak, genellikle işyeri ya da fabrika düzeyinde çalışma yaşamı tartışmaları ortaya çıktığında yansız bir hakem rolü oynamaya soyunmaktadırlar.
Bütün olarak, IGMetall’in kendileri için rol modelini oluşturduğu sendikaların Alman korporatizmi içindeki konumları oldukça muğlak durumdadır. Bir
yandan, tek bir sektördeki tüm işçileri sermayeye karşı örgütleme ve temsil etme iddiasındalar. Ama öte yandan, emek ile sermayeyi bağlayan üretimci ve merkantilist konsensusun ötesine geçme tehdidinde bulunan tüm işçi mücadeleleri üzerindeki denetimi elden bırakmıyorlar. Genellikle korporatist entegrasyon ile işçilerin özerk istemleri arasındaki denge bir tür “denetimli etkinlikle” korunur. Yalnızca bazı çok az sayıdaki örnekte sendikalar ya kendi özerkliklerinden tamamen vazgeçerek devlet aygıtının bir parçası haline gelmişler ya da işçi mücadeleleri üzerindeki denetimi sürdürememişlerdir.
Emek ile sermaye ilişkileri üzerindeki korporatist aracılık her zaman belirli bir biçimde seçmeci olmuştur. Bunun nedeni vasıfsız işçilerin hizmetler alanındaki işçilerle paylaştıkları bir kötülük olarak, kolektif biçimde üretilen servete sadece marjinal biçimde katkıda bulunuyor gibi görülmeleridir. Bu marjinal konum onları ücret skalasının sınırlarına iteklemiştir. Ancak, savaş sonrası zenginlik dönemi boyunca, bu işçilerin sayısı fazla değildi ve onlarla daha iyi maaş alan bir üstteki işçi ile olan mesafe de oldukça kısaydı. Düşük ücretlerine karşın vasıflı işçilerle aynı sınıfın üyeleri olarak görülüyorlardı.
Ancak, kendi içinde ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, tek bir işçi sınıfının var olduğu varsayımı, savaş sonrası zenginliğin yerini ekonomik yeniden yapılanmaya bırakmasıyla birlikte zayıflamaya başladı. Son otuz yılda korporatizmin sosyal temelinin altını yavaş yavaş oyan iki bölünme ortaya çıktı. Birincisi, çalışma koşulları toplu sözleşme anlaşmaları ile belirlenen işçilerle düşük ücretli, genellikle hep gönülsüz biçimde part-time ve geçici güvencesiz işlerde çalışanlar arasındaki bölünme var. İkincisi, işsizlik yardımları, sağlık sigortası ve emeklilik ikramiyelerini ödemek üzere verilen daha da yüksek katkılarla birlikte ortaya çıkan ve genişleyen, brüt ve net ücretler arasındaki sözde aralık var.
İşverenler ve burjuva medya işçilere kimin sendikalar tarafından temsil edildiğini ve refah sisteminden yararlanacağını anlatmakta öylesine başarılıdır ki artan sayıdaki sözde gönüllü işsiz insan öncekilerin sosyal güvenlik vergileri ile finanse edilen refah devletinden yararlanabiliyor. Kitlesel işsizlik ve bunun hala çalışmakta olanlar üzerindeki basıncına öfke duymak yerine, burjuvazinin refah harcamalarında kesintiye gitme yönündeki eğilimi daha fazla kabul görüyor. Bu durum yakında bu türden bir refah yardımı ihtiyacı içinde olacak olan işçiler açısından bile geçerli. İşçiler işlerini korudukları ölçüde ücretlerin dondurulması ya da kesintiye uğratılmasını ve daha uzun çalışma saatlerini kabul etmeye yönelik yaygın bir arzu da var, çünkü kimse toplu sözleşme anlaşmaları ile düzenlenmiş olan ve işten çıkarmanın ardından yardım sunan bir iş bulmayı ummuyor. Güvencesiz çalışmanın kabulü yeni iş bulabilmenin tek yolu gibi görünüyor.
İşçi sınıfının küçültülmesi ekonomik yeniden yapılanma sırasında gerçekleşen şeylerden yalnızca birisi. Kökleri tekelci kapitalizmin ilk günlerine dek uzanan ve savaş sonrası büyüme döneminde kitlesel sayılarla artan; avukatlar, danışmanlar ve gazeteciler gibi sözde profesyonel yeni orta sınıf, konumunu güçlendirebildi. Bu kısmen profesyonellerin uzmanlık sağlayarak ve zenginliğe uzanan yolda zor ama kaçınılmaz gibi görünen adımlar atılırken kullanılan propagandayı üreterek ekonomik yeniden yapılanmada aktif bir güç olmasından kaynaklandı.
Bu orta sınıfın konumu ekonomik sermayeden çok sembolik sermayeye dayalıdır, bu da onu burjuvaziden ayırdeder. Bu nedenle bu orta sınıf, özellikle de ekonomik durgunluk dönemlerinde statüsünü yitirme korkuyu duyar. Bunun olmasını engellemek için de, refah devletini ele geçirmek ve artan sayıda eski işçi sınıfı üyesini sistemden dışlamak eğilimindedir. İdeolojik olarak bu durum, güya, refah devleti aracılığıyla yapılan eski yeniden bölüşüm şemalarını, halkı harekete geçirecek ve ekonomik büyümeyi güçlendirecek bir sistemle aşacak olan bir “üçüncü yol” biçimine bürünür. Pratikte, üçüncü yol politikaları sadece gelir dağılımı, sosyal güvenlik ve kamusal hizmetlere erişimi kutuplaştırmakla kalmamış, SPD’de büyük bir dönüşüme de neden olmuştur. Parti seçmenleri sosyal olarak her zaman sendika üyelerinden daha geniştiler; yine de üyeler sendikaların ve SPD’nin Almanya’daki emeğin iki temel gücü halini aldıkları günlerden bu yana merkezi bir nitelikteydiler. Yalnızca daha yakınlarda bu vasıflı işçiler çekirdeği SPD’nin sosyal temeli olarak yerini yeni orta sınıfa bıraktı. Politik bakımdan, emek hareketi şimdi iki güçlükle karşı karşıya: birincisi, sendikal temsilin eski kurumsal biçimlerini zayıflatan sınıf bileşimi değişimi ve ikincisi zaten zayıflamış olan sendikaların, politik arenadaki karşılıklarını yitirmiş olmaları.
Kitlesel işsizlik ve ekonomik yeniden yapılanma Alman korporatizminin emek tarafını eritti. Bu da SPD’nin bir üçüncü yol partisi haline dönüşerek sendikaları korunma konumuna itmesine neden oldu. Korporatizm; kendisinin bütünsel bir parçası olan toplu pazarlık ve refah devleti de dahil olmak üzere, genel bir konsensusun parçasıydı, temelinin parçalanması sadece emek örgütlerini değil tüm politik sistemi sarsmaktadır. Devlet aygıtı içinde, ve hatta muhafazakar CDU ve burjuvazinin, yüksek ölçüde düzenlenen zanaatkar endüstrileri gibi bazı kesimleri içinde, sınırsız pazarlar ve otoriter bir devlet üzerinde emek-sermaye ilişkileri arasında korporatist bir aracılığı tercih eden akımlar mevcuttur.
Ancak, korporatizmin krizinden doğan ve krizin ele alınış biçimini de şekillendiren önemli bir çelişkinin mevcut olduğu kabul edilmelidir. Refah devletinin ve örgütlü emeğin gerekliliği üzerindeki konsensus hala yaygındır, ama kapitalist bir birlik partisi gibi bir şeylerin hep daha da düşük sosyal standartlar için bastırdığı parlamenter sistemde bu konsensus neredeyse mevcut değildir. Bu politikalar, sonuçları yaygın hoşnutsuzluğa konu olmakla birlikte, on yıllar içinde oluşturulmuş olan bir başka konsensusa dayanmaktadır; yani dünya pazarlarının sınavından geçmek gerekliliği konsensusuna. İhracatı artırmak için, halkın tüm farklı sınıflardan gelen bir çoğunluğu, uluslar arası rekabet gücünü artırmak üzere ücretlerin düşürülmesi ve refah devletinin dağıtılması yönündeki kabul gören ihtiyacı onaylamaktadır.
Sendikaların bu çelişkiye ve korporatizmin krizine reaksiyonu, yanıltılmış bir politik sınıf yüzünden baskı altına giren denenmiş ve doğru bir sistemin korunmasını savunmak biçimindedir. Korporatizmin kurumsal çerçevesinin savunulması tabandan önderliğe kadar sendikacıların çoğunluğu tarafından paylaşılırken, buna atfedilen stratejik iddialar iki farklı yönelim kazanmaktadır.
Korporatizmin krizine yönelik muhafazakar reaksiyon toplu pazarlığın kendileri için sosyal koruma değil yaratıcılıkları üzerinde bir sınırlandırma anlamına geldiği yüksek vasıflı işçilerin ihtiyaçlarını vurgulamak yoluyla bir üçüncü yol retoriği biçimini almaktadır. İşçi sınıfının üst sıraları arasında bireysel pazarlığın kendilerine toplu sözleşmelerden daha iyi ücret ve çalışma koşulları sağladığı yönünde bir yanılmasa olsa bile, bu hatlar üzerinde gelişen sendikal politikalar en iyi haliyle işçi sınıfının üst sıralarındakilerin ayrıcalıklarını daha fazla çalışıp daha düşük ücret alanlara karşı savunacaktır. Tüm işçi sınıfını tek bir sektör altında örgütleme ve kendi iç bölünmelerini dengeleme yönündeki önceki girişimlerin yeri
ne işçi aristokrasisi ve proletarya arasındaki derin bölünme konulabilecektir. Böylesi bir gelişme sendikaların ortayan kalkmasını ima etmez, ama onlar da yakın zaman önce SPD’nin yaşamış olduğuna benzer bir dönüşüm geçirmek durumunda kalacaklardır. Sendikalarla SPD arasında tam da bugün kriz içinde olan eski ortaklık yeniden kurulabilir; elbette her iki tarafta üçüncü yola girecek olursa.
Allahtan, sendikalarda böylesi bir gelişmeye karşı bir muhalefet de var. Sosyal harcamaları kısmaya yönelik gerekliliğe karşı, ekonomik büyüme ile istihdamı artırmak ve refah devleti üzerindeki mali basınçları gidermek üzere Keynesci politikaların adaptasyonu tavsiye ediliyor. Bununla, sosyal standartların korunması hatta iyileştirilmesi mümkün olabilir. SPD sırtını böylesi bir Keynesci-refahçı stratejiye döndüğü için, sendikaların, sosyal hareketlerle ittifak yaparak, oyun alanlarını toplu sözleşmelerden politik alana doğru genişletmeleri gerektiği ileri sürülüyor. Sosyal adalet mücadalesi ile ittifak yapmak isteyenlerin üçüncü yola girmek isteyenler üzerinde hakimiyet kurması ileriye doğru atılmış önemli bir adım olabilir. Bunun olabilmesi için, yine de bazı engellerin aşılması gerek.
Birinci ve en önemli sorun üçüncü yol politikalarının sadece az sayıda sendikal aydın tarafından savunulmayıp sendika üyeleri arasında da sosyal bir temele sahip olmasıdır. İşçi sınıfının üst sıraları arasında rekabet gücünü artırmak ve sınıfın alt sıralarında bulunanlarla bağlarını kesmek suretiyle işlerini koruyabileceklerine inanan birçok işçi var. Üretkenliği ve geliri resmi eğitimle ilişkilendiren üretimci ideoloji, bu görüşü destekliyor ve ilerici sendikal siyasetin önünde temel bir engel olarak duruyor.
İkinci sorun Keynesciliğin genellikle ekonomik zenginliğe dayalı bir tam istihdam yolu olarak görülmesi. Ancak bu ekolojik nedenlerden dolayı istenir olmadığı gibi, savaş sonrası dönemin zenginliğinin yeniden yaşanması da muhtemel değil. Yavaş büyüme hatta durgunluk koşulları altında, ücretlerin ve sosyal harcamaların düşürülmesine ihtiyaç yok. Ancak, bunların korunması, yine de sermayenin yüksek kar itkisinin önünde duruyor. Zenginlik içinde mümkün olan, büyüyen bir pastanın emekle sermaye arasında paylaşılması, büyüme oranları düştüğünde mümkün değildir. O halde gelirden “adil pay” alma biçimindeki korporatist kavramın yerini işverenlerin çoktandır başlatmış oldukları bir şey aldı; bu durum kendi zıddı olan sınıfın aleyhine olsa bile pastadan daha büyük bir pay talep edilmesidir. Yeterince ironik biçimde, IGMetall ve Verdi önderlikleri, sadece söylemde destek verilen bir Keynesci programı, sadece bu türden bir programın uygulanmasının ekonomik ve sosyal koşulları çatladıktan sonra benimsemişlerdir. Ekonomik durgunluk ve yeni orta sınıf ile güvencesiz işçiler arasındaki keskin kutuplaşmanın egemenliği altında, Sosyal Demokrat Partiyi yeniden Keynesciliğe geri döndürmeye ikna etme girişimi başarısızlığa mahkumdur.
SPD tarafından yakın zamanda yapılan federal seçim çağrısı üçüncü yolun çıkmaz bir sokak olduğunu ima etmektedir. O halde emek hareketinin acil hedeflerini elde etmek üzere Keynesci politikaları yeniden icat mı etmesi yoksa Keynesciliğin tükenişine neden olan ekonomik ve sosyal değişimleri yansıtan yeni stratejiler mi geliştirmesi gerektiği soruları ortaya çıkmaktadır. Bugün sadece sendikalar içindeki ana akımlar bu türden bir stratejik yaklaşım çağrısında bulunmakla kalmamakta, yukarıda belirtildiği gibi, bazı sendikacılar, SPD tipi Keynescilik ve korporatizm geleneğine yeni bir ses kazandırmaya çalışan İş ve Sosyal Adalet İçin Seçim İttifakı (WASG) isimli yeni bir parti kurmaya yönelmektedirler.
Bu çabalar yalnızca batı Almanya’da zemin bulmuş değil. Mali düzenleme ve yeniden bölüşüm fikirleri birleşmeye kadar doğu Almanya’ya uğramadı, bu da bu türden önlemlerin savaş sonrasındaki çekicilik ve etkinliklerinin çoğunu yitirdiği bir dönemdi. Üstelik, Doğu Almanya’nın kapitalizme dönüşümü ile birlikte giden endüstriyel küçülme, açık harcama kavramını daha da gözden düşüren benzeri görülmemiş bir borç birikimi yarattı. Bu türden bir şüphecilik, kendisi de devlet sosyalizminin başarısızlığını temsil eden eski devlet partisi Sosyalist Birlik Partisi’nin devamı olan Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) tarafından dile getirilmektedir. Parti hala yeni bir sosyalist politika geliştirmeyi başaramamış olmakla birlikte, zenginlik adı altında arz-ı endam eden ancak işsizlik ve ekonomik çöküş getiren kapitalizme yönelik derin bir hoşnutsuzluğu ifade etmektedir.
WASG ve PDS’nin bölgesel sınırlılıklarının farkına varan her iki parti önderliği yalnızca bir araya gelirlerse federal düzlemde ilerici politikalar ifade etme şansı bulabileceklerine karar verdiler. Bu durum saf seçim açısından bakıldığında açıktır. Partiler toplam oyların yüzde 5’lik barajını aşmak durumunda oldukları için, her ikisi de parlamentoya bağımsız biçimde aday olduklarında yenilebilirler ancak bir araya geldiklerinde başarabilecek gibi görünmektedirler.
Doğudaki devlet sosyalizmi ile Batıdaki refah kapitalizminin tarihsel yükünü taşıyan bu iki örgüt arasındaki ittifak, önemli bir ileri adımı temsil etmektedir. Egemen medyadaki neoliberal yorumcuların isterik öfkesi de buna delalettir. Bu sol ittifakın geleceği, tarih tarafından ne kadar gölgelenirse gölgelensin, neoliberal rejimin işçi sınıfı tarafından artan oranda reddedilmesine bağlıdır. İttifakın ortaya çıktığı dönemde, kamuoyu yoklamaları Almanların çoğunun kapitalist Avrupa anayasasını reddetmeye yöneldiklerini gösteriyordu. İttifak sıcak tartışmaların içinden doğmuştur ve neoliberal yorumcuların isterisine, tamamen temelsiz olmayan bir sekter sol eleştiri de eşlik etmiştir. Ancak yine de yeni ittifak kapitalizmin yarattığı mevcut ekonomik durgunluk, sosyal kutuplaşma ve politik alternatif yokluğu yüzünden hayal kırıklığı yaşayanların çoğunu kendisine çekecek gibi durmaktadır. Bu türden bir hayal kırıklığının yaratabileceği daha eşitlikçi ve özgür bir toplum inşa etme arzusu hem batıda hem de doğuda emeğin geçmiş tarihinden çok şey öğrenmek durumunda olacaktır.
[Monthly Review dergisinin Eylül 2005 sayısından sendika.org tarafından çevrilmiştir]