Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük siyasi depremlerinden birini yaşadı. Depremin şiddetini ölçenler 8.7 diyorlar. Güneşli bir eylül günü neşe içinde oylarını kullanan liderler, umutla, heyecanla kamuoyu yoklamalarında kendilerine göz kırpan rakamları beklemeye başladılar. Sonra akşam karanlığı yavaş yavaş, birlik partilerinin ve sosyal demokratların üzerine bütün ağırlığıyla çöküverdi. Yüzde 42’leri müjdeleyen kamuoyu şirketleri, tüm […]
Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en büyük siyasi depremlerinden birini yaşadı. Depremin şiddetini ölçenler 8.7 diyorlar. Güneşli bir eylül günü neşe içinde oylarını kullanan liderler, umutla, heyecanla kamuoyu yoklamalarında kendilerine göz kırpan rakamları beklemeye başladılar. Sonra akşam karanlığı yavaş yavaş, birlik partilerinin ve sosyal demokratların üzerine bütün ağırlığıyla çöküverdi. Yüzde 42’leri müjdeleyen kamuoyu şirketleri, tüm desteğini hizmete sunmuş medya, tekel patronları, büyük sanayici ve tüccarlar şaşkınlıktan küçük dillerini yutacaklardı neredeyse.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldular. Muhafazakârları iktidara getirelim, işleri hızlandıralım, ”reformları” katlayalım derken sosyal demokratları da güçten düşürdüler.
****
Sonuçlar, seçmenlerin oyunun farkına vardığını gösteriyor. Almanlar vergileri arttıracağını gururla açıklayan, işten çıkarmaları daha da kolaylaştıracağını göğsünü gere gere söyleyen CDU-CSU takımını iktidara getirmeyi reddetti. Birbiri peşi sıra yürürlüğe koydukları ”reformlar”la işçileri issiz yapan; emeklileri perişan eden, neoliberal politikalara yelken açmış SPD-Yeşil koalisyonunu da iktidardan indirdi. Farklı görüşlere tahammülsüz “Demokratik” parlamenter sistemin yerleşik partileri,yıkıntının altında kaldı. Şimdi tozlarını silkeleyip ayağa kalkmaya ve ağır bir yenilgi aldıkları halde, yenilmemiş gibi davranmaya çalışıyorlar.
Ama olacak iş değil. Kimse yutmuyor.Farkına varılan gerçek, Almanya’da partiler arasındaki farkın geçen dönemde hemen hemen silindiği, isimleri değişik partilerin neoliberalizmin savunucuları haline geldikleridir. İşte tam bu sırada devreye, canı yanmış işçilerin, Schröder reformlarına kurban edilmiş işsizlerin başlattığı WASG; “İş ve Sosyal Adalet İçin Seçim Alternatifi” hareketi devreye girdi.
Doğu eyaletlerine sıkıştırılmış Demokratik Sosyalizm Partisi-PDS, bu hareketle ve onun karizmatik lideri Oskar Lafontaine’ le neoliberalizme muhalefet eden tek parti olarak ortaya çıktı. Yalnız doğudan değil, batıdan da oy almayı başardı. Depremin, 8.7’lik şiddeti işte bu partiden geliyor.
****
Sermayenin sözcüleri saklayamadıkları bir öfkeyle, “Bu parti, düzeni bozdu” demekten kendilerini alamıyorlar. Şimdi hükümet kurmakta zorlanan partilerin tümünün anlaştıkları tek bir nokta var: Sol Parti ile işbirliği yapmamak. Sanki onlarla işbirliği yapmak isteyen varmış gibi.
Sol Parti’nin varlık nedeni, neoliberal politikalara destek vermemektir. Üç Türk kökenli milletvekilinin de yer aldığı 54 kişilik meclis grubuyla Sol Parti’nin önüne koyduğu program sokakla, işçilerle, sendikacılarla,neoliberalizm karşıtı güçlerle cepheyi genişletmektir. Sistem partilerinin ezberi bozulmuştur; sırada gerçek ve etkin bir muhalefet partisi olarak çalışanlara, işsizlere, emeklilere, göçmenlere, halka yönelik saldırıları göğüslemek ve güçlenmek kalıyor.
Bu yolu izleyeceklerini söylediler. Böyle yapmaz, zaman içinde parlamento dışındaki muhalefet güçlerini temsil etmeyi, onlarla birlikte politika geliştirmeyi unutup, ”parlamentoya taşınırlarsa” , şimdi ”pis komünistler” diye küfreden güçler tarafından alkışlanacakları kesindir. Sol Parti içinde şimdilik uyuyan bir ”düzen” virüsünün bulunduğunu saklamak da doğru olmaz. Pusuda bekleyen tehlike bu virüsün canlanması ve partiyi kemirmesidir.
e-posta: [email protected]