1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla başlayan tarımda ki tahribat, 1999 yılında Dünya Bankası’yla beraber “Tarımda Yeniden Yapılandırma” adı altında uygulanan uyum programıyla devam etti. AB ile müzakereler süreci öncesinde ise tarımda yaşanan yıkım daha da hızlandırılmış durumda. Önce IMF uyum programının, arkasından DB’nın, arkasından DTÖ’nün, arkasından AB sürecinin bitmeyen istekleriyle Türkiye tarımı tam bir kuşatma […]
1980 yılında 24 Ocak kararlarıyla başlayan tarımda ki tahribat, 1999 yılında Dünya Bankası’yla beraber “Tarımda Yeniden Yapılandırma” adı altında uygulanan uyum programıyla devam etti. AB ile müzakereler süreci öncesinde ise tarımda yaşanan yıkım daha da hızlandırılmış durumda. Önce IMF uyum programının, arkasından DB’nın, arkasından DTÖ’nün, arkasından AB sürecinin bitmeyen istekleriyle Türkiye tarımı tam bir kuşatma altında.Hükümetlerin yerine getirmekten çekinmediği bu istekler ise gayet açık; tarım sektörüne sağladığınız her türlü destekleri kaldırın, tarımsal yapınızı dağıtın, tarımınızı şirketleştirin. Yeni dönemin tarımsal stratejisi “talep çıkışlı, sanayi odaklı, sözleşmeli üretim modeli” olarak belirleniyor. Böylece, tarımsal üretimin tohumundan başlayarak pazarlanmasına kadar olan zincirini bütün dünyada eline geçirmek isteyen çok uluslu şirketlerin önü açılıyor.Elbette, Türkiye tarımı yabancı sermayeyle ilk defa yüz yüze gelmiyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde tütün üretimini, denetimini ve pazarını eline geçiren Reji Şirketini hatırlamak bile, bunun için yeterli. Türkiye tarımını bugünkü noktaya getiren süreç ise ‘Endüstriyel Tarım’a geçildiği 1950’li yıllarda başlar. Makineler, kimyasal gübreler ve kimyasal ilaçlar Anadolu topraklarına girer, daha geniş araziler tarıma açılır, tek ürünlü yoğun üretim yapılan ve daha az emeğe ihtiyaç duyulan yeni bir tarımsal üretim biçimi yaygınlaşır. Köylerden kentlere büyük göçler olur. Bu tarz tarım yüksek enerji ve yoğun girdi gerektirdiği için pahalı bir üretimdir. Ancak sübvansiyonlar ve desteklemelerle sürdürülebilir. İşte bu destekleri sağlayabilecek kamusal kurum ve bankalar üzerinden yeni bir tarımsal yapılanma oluşturulur. Türkiye tarımı endüstrinin hizmetine sunulur. Endüstriyel tarımın girdilerini pazarlayabilmek için gelişmiş ülkelerin isteğiyle kurulmuş tarımsal yapılar bugün yine onların isteğiyle dağıtılıyor.Çünkü, kimyasal ilaçları, kimyasal gübreleri ve tohumları üreten şirketler birbirleriyle birleşerek ve birbirlerini yutarak çok uluslu dev tarım şirketleri haline dönüşmüş durumdalar. Tarımsal üretime hormon spreylerini, antibiyotikleri, bir kez ekilen tohumları ve genetik değişime uğratılmış tohumları da dahil eden şirketlerin artık bu girdileri çiftçilere satabilmeleri için ülkelerin mevcut tarımsal yapılarına ihtiyaçları kalmamıştır. Onlar dünya gıda sektörünün üretimden pazarlamaya kadar olan zincirini oluşturabilmek için tarımı şirketleştirmekte ve çiftçilerle birebir ilişki kurmaktadırlar. Çiftçilerle kurdukları ilişki ise “sözleşmeli üreticilik” biçiminde olmaktadır. Yüksek oranda girdi ve enerji kullanacakları üretim süreçlerine zorlanan çiftçilerin önünde, şirketlerin istediği biçimde üretim yapmaktan başka seçenek bırakılmamaktadır .Toprağa ve üretim araçlarına sahip olmalarının bir önemi kalmayan çiftçiler, üretim yapabilmek için önce çok uluslu şirketler veya yerli ortaklarıyla sözleşme imzalamakta; tohumu, kimyasal gübre ve ilaçları aynı şirketten almakta; ürettiği ürünü yine aynı şirkete teslim etmektedirler. Geleneksel üretimlerini sürdüren veya sürdürmek isteyen çiftçileri engelleyebilmek içinse çok uluslu şirketler besin ürünlerini standartlaştırarak çiftçilerin kendi tohumlarıyla elde edecekleri ürünlerin satışını zorlaştırıyorlar.Şimdi de tohumları patentleyerek dünyadaki bütün tohumlara sahip olmaya çalışıyorlar. Artık çok uluslu şirketlerin kölesi haline gelmiş çiftçiler, tarlalarına hangi ürünü ekeceklerine veya ekecekleri ürünün hangi türünü seçeceklerine karar verme hakkına bile sahip değiller.Emekleri üzerindeki denetimlerini kaybetmiş olan çiftçilerin emek harcayarak elde ettiği ürünleri de kendilerine yabancılaşmış durumda. Ortaya çıkan yeni çiftçi tipi ise tohumunu bile kaybetmiş, kendi toprağında işçileşen/ marabalaşan çiftçidir. 2002 yılının ocak ayında yasalaşan ‘Tütün Yasası’ ile birlikte; Tekel devre dışı bırakılarak özelleştirme kapsamına alınmış ve destekleme alımı yapmaktan vazgeçirilmiştir.Tekel’in alım garantisi olmadığı piyasada tütün ve tütüncülüğümüz çok uluslu şirketler ve yerli ortaklarının denetimine girmiş, tütün üretiminde ‘sözleşmeli üreticilik’ dönemi başlamıştır. Şöyle ki Phillip Morris-Sabancı ortaklığı Philsa, BAT-Koç ortaklığı , JTI ve R.J. Raynolds gibi çok uluslu şirketlerin talep ettikleri tütün miktarlarını bildirdikleri alıcı firmalar köylere giderek üreticilerle tek tek sözleşme imzalamaya başlamışlardır. Tek yanlı olarak dayatılan bu sözleşmelerde karşılıklı pazarlık, anlaşma ve uzlaşma olduğu zannedilmemelidir. Üretici önüne getirilen sözleşmeyi imzalarsa, ancak tütün üretebilmektedir. Üstelik, tütünün tesellümü aşamasında alıcı firmalar tarafından getirilen sözleşmeleri imzalamayan üreticilerin tütününün alımında zorluklar çıkartılmaktadır. Sözleşmeli üretimde hiçbir üreticinin, alıcının belirlediği kiloya, alıcının belirlediği fiyata ve parasını zamanında alamamasına itiraz etme şansı yoktur; itiraz mekanizmaları üreticilerin tek başlarına yürütemeyeceği kadar zordur. Üstelik alıcı firmalar arasındaki ilişkiler öyle güçlüdür ki sorunlu ilan edilen bir üretici her an tütün üretemez duruma düşürülebilmektedir. Sözleşmelerdeki yıllık bazdaki fiyat artışının enflasyon oranı kadar olması nedeniyle tütüncülerin durumunun bir önceki yıla göre daha iyi olması mümkün değildir. Açıklanan enflasyon oranlarının girdi fiyatlarının çok daha altında olması da üreticileri her yıl daha kötü koşullar altında tütün üretmek zorunda bırakmaktadır. Sonuç olarak son dört yılda üretici sayısı 583 bin 474 ten , 334 bin 176 ya(2003yılı) ; üretim miktarı 208 bin ton dan 120 bin tona (2003) gerilemiştir.2004 yılında sadece 285 bin üreticinin sözleşme imzaladığı bilinmektedir.2003 yılı tütün tüketim miktarı 101 milyon 479 bin kg ‘dır. Bunun 42 milyon 401 bin 675 kg ‘mı oriential , 54 milyon 666 bin 379 kg’mı ithal tütün (Virginia Burley ) dür. 1988 yılında ithal tütün miktarının 610 bin kg olduğu düşünüldüğünde tütün ve tütüncülüğümüzün geldiği nokta açıkça görülmektedir. Tütün Yasası sonrası, TEKEL’in devre dışı kalmasıyla birlikte, tütün üretiminin yapısı gereği “Sözleşmeli Üreticiliğe” bütünüyle geçilmiştir. Türkiye tarımının bugün ki yönelimi tarımsal yapısının şirketleştirilmesi yönünde oluyorsa, sözleşmeli üreticilik diğer ürünler açısından da kaçınılmaz olarak gelişiyor/gelişecek demektir. Uyguladıkları yöntem ise aynıdır. Tütünde TEKEL’e taban fiyatı açıklattırılmamıştır; diğer ürünlerde TSKB’lere referans fiyatı açıklattırılmamaktadır. Tütünde TEKEL özelleştirilme kapsamına alınmıştır; diğer ürünlerde TSKB’ler şirketleştirilmektedir. Sonuç olarak, her gün bir yenisinin daha ülkemiz tarımına katıldığı çok uluslu şirketlerle ve yerli ortaklarıyla, daha fazla çiftçi “sözleşmeli üretim” yapmak zorunda kalmakta, üreticileri yerli ve yabancı gıda şirketlerine bağımlı duruma getirecek sözleşmeli üreticiliğe geçilmektedir. Devlet bu yeni sistem içinde garantör rolü bile oynamamakta, örgütsüz çiftçiler örgütlü tüccar ve sanayicinin karşısında korumasız bırakılmaktadır. Hükümetlerin geçmişte çiftçilerle ilişkisini sağlayan tarımsal yapı uluslar arası finans örgütlerinin dayatmalarıyla dağıtılıyor.Özellikle, seçim dönemlerinde destekleme alım fiyatlarını yüksek , kredi faizlerini düşük tutarak kırsal alanı bir oy deposu olarak kullanan
hükümetlerin bu ve benzeri yöntemlerle çiftçilerle ilişki kurma şansları giderek kalmıyor. Türkiye tarımını şirketleştirmeye, tarımsal arazilerini birer fabrikaya dönüştürmeye, küçük ve orta ölçekli çiftçileri topraksızlaşmaya yönelik bu değişim karşısında çiftçiler ise şokta. Değişimin çiftçiler üzerindeki etkisi bir yanıyla iktidarla olan bağlarını koparmalarıysa, diğer yanıyla da ilk defa bağımsız olarak örgütlenme ihtiyacını duymuş olmalarıdır. Çiftçiler, şirketler karşısında örgütlü davranabilmek için üzüm, tütün, fındık, hububat, ayçiçeği üreticileri ve hayvan yetiştiricileri sendikalarını kurmuşlar, diğer sektörlerde de sendikalaşarak konfederasyon oluşturma çabalarına girmişlerdir. Kaynak: Tarım ve Hayvancılık Dergisi 09.08.2005 Ali Bülent ERDEM (TÜTÜN-SEN Genel Başkanı)