Sendikal Krizden Çıkış İçin Ne Yapmalı Mevcut sendikal yapılara bakıldığında benimsenmiş sendikal politikalar ile krizden çıkış mümkün görünmemektedir. Zira sorun sadece işçi sınıfının yapısındaki değişim değildir, üretim ve yönetim biçimlerindeki değişiklikler değildir. Kuşkusuz krizde bu özelliklerin de yadsınamaz etkileri vardır, ama baskın ve belirleyici olan başka bir şeydir. Korporatist sendikacılık süreci ile ulaşılan panoptik sendikacılık […]
Sendikal Krizden Çıkış İçin Ne Yapmalı
Mevcut sendikal yapılara bakıldığında benimsenmiş sendikal politikalar ile krizden çıkış mümkün görünmemektedir. Zira sorun sadece işçi sınıfının yapısındaki değişim değildir, üretim ve yönetim biçimlerindeki değişiklikler değildir. Kuşkusuz krizde bu özelliklerin de yadsınamaz etkileri vardır, ama baskın ve belirleyici olan başka bir şeydir. Korporatist sendikacılık süreci ile ulaşılan panoptik sendikacılık asıl krizin kaynağıdır. Bu nedenle de krizi aşmak için korporatist sendikacılık ile panoptik sendikacılığı ortadan kaldırmak gerekmektedir. Her iki sendikacılıktan çıkış için önce işçi sınıfının üzerine sinmiş olan korkunun ortadan kaldırılması, bunun için de kendisine büyük bir güven duyması gerekir. Korku ve güven iki “sihirli” olgu olarak karşımızda durmaktadır. Kapitalizmin işçi sınıfını tehdit eden, korkutan en önemli aracı işsizliktir, işsiz bırakmaktır, aynı anlama gelmek üzere bir gelirden yoksun bırakarak aç bırakmaktır, yoksullaştırmaktır. Kısacası yaşam ile ölüm arasında tercihe zorlamaktır.
İşçi sınıfının kendisini en güvenli hissedeceği yerler onların kalesi olan sendikalardır. Kaleler dışarıya karşı korunmayı sağladığından güven verir, korkuyu siler. Ancak, kalelerin burçları yıkılmış, duvarları delik deşik edilmişse böyle bir güveni sağlamak mümkün değildir, tersine sürekli bir tedirginlik ve korku duygusu yaşanır.
Güven için karşı tarafa korku salmak gerekir. Korku salmak bir bakıma güç meselesidir, gücü hissettirme sorunudur. Karşı tarafa korku salacak, işçi sınıfına güven sağlayacak araçlar neler olabilir sorusu önemli. Bir kapitalist için en önemli olan şey sermayesini oluşturan üretim araçları, ürettiği mallar ve hizmetlerdir. Bunlara yönelik hiçbir kaygısı ve korkusu olmayan kapitalisti korkutmak olanaksızdır. Kapitalisti korkutacak araçlardan biri çok bilinen grevlerdir. Grevler ile geçici olarak üretimi durdurur, kar olanaklarının kapısını kapatırsınız, uzun süren grevlerle iflasa sürüklersiniz. Bu açıdan, grevler işçi sınıfına güven verecek, kapitalisti korkutacak önemli bir araçtır, etkili kullanılırsa. Ancak, bunun farkında olan kapitalist sistem grevlerin bu tehlikesini önlemek için yasal düzenlemeler ile gerekli önlemleri alarak, bu aracı önemli ölçüde etkisiz kılmıştır.
Başka hangi araçlardan yararlanabilir sorusunun yanıtını tarihte bulmak mümkün. Bu da ludizmdir, yaygın bilinişi ile makine kırıcılığı. Ludist hareket, emek tarihinde kısaca bilindiği kadarıyla bir makine kırıcılığıdır, ancak bu biliş eksik olmanın ötesinde yanlıştır da. Çünkü, Ludist hareket basit bir makine kırıcılığı değildir. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümüne karşı, bu hareket, işçilerin özgürlüğünü koruma, özgür kalma isteğinin bir aracıdır. Bütün bunların yanı sıra, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın başka bir biçimidir. Sermayedar olarak, beni işten atarsan, benim ücret hakkımı vermezsen, örgütlenme hakkımı engellersen, ben de senin ürettiğin mallara zarar verebilirim, sermayene zarar verebilirim, sana zarar verebilirim denen işçi sınıfı adına en sert yanıttır. Yani zora karşı zoru içeren, meşru zoru içeren bir yapılanmadır.
Bu yeni dönemde, sermayenin işçilere, sendikalara yönelik saldırısı, benim neo-ludizm dediğim, birazdan açıklamaya çalışacağım, araçla kırılabilir mi, aşılabilir mi sorusunu önemsiyorum. Yeni bir şey söylemenin ötesinde, uçlarda düşüneceksek biraz böyle düşünmekte yarar vardır diyorum.
Ben sendikaları, emekçilerin, sığındıkları kaleler olarak algılıyorum. Bu kaleler sığınmış olan emekçilere güven sağlar, dışardan saldırılara karşı güven sağlar. Dolayısıyla daha umutlu hareket etmesini, daha güvenli hareket etmesini sağlar. Ne yazık ki yeni yasalar bu kalelerin bütün burçlarını yıktığı gibi duvarlarını da delmiştir. Onun için bu kalelere sığınmış olan işçilerin, bu kale güvenliğini hissetmeleri zor olduğundan farklı bir sınıf kültürü, yani tırnak içinde “sınıf kültürü” çerçevesinde kendisini korumaya almıştır: İşsiz kalmamak, yoksullaşmamak için başka bir kültür geliştirmeye, davranış biçim benimsemeye başlamıştır. Aslında burada işsizlik çağımızın vebası olarak da algılanabilir. Veba hastalığının özelliğini bilenler bilir; bir kez biri vebaya yakalanmışsa herkes ondan kaçar. O hastalıktan kurtulmak için de karantinaya uygulamak gerekir. Çağımızın vebası olan işsizlikten de herkes kurtulmak için işverenlerin istediği her şeye boyun eğmek durumunda kalmıştır. Çünkü tek geliri, onun emek gücünü sattığı ücretinden ibarettir. Bu açıdan baktığımızda sermaye cephesinin önemli yol aldığını, işçi sınıfının hala büyük bir düşüş içinde olduğunu söylemek mümkün. Bu işçi cephesinden baktığımızda böyle. Kamu emekçileri açısından baktığımızda bunun çok farklı olduğunu söylemek, ne yazık ki, çok mümkün değil. 1980’lerin sonunda başlayan 1990’ların ilk yarısında yükselen, kamu emekçileri hareketi nihayet sendikal örgütlenme ile taçlanmış, Türkiye emek tarihinde de, dünya emek tarihinde de önemli bir kilometre taşı olmuştur. Ancak ondan sonrada hızlı bir düşüşe geçmiştir. Kamu çalışanlarına ve örgütlerine yönelik olarak da, kontrol altında tutmak babında, yasal bir takım düzenlemelerin yapılması gerekiyordu. Yani kamu emekçilerinin de kalelere sığındıkları duygusunun önlenmesi gerekiyordu, kendisine olan güveninin önlenmesi gerekiyordu.
Kamu emekçileri hareketinden ve güçlü örgütlülüğünden korkanların daha büyük bir korku yayarak, kamu emekçilerini korkutmaları gerekiyordu. Bunun için de kamu yönetimi temel kanunu, kamu personeli kanunu çıkarıldı. Bugün kamu yönetimi temel kanunu, kamu çalışanlarının büyük çoğunluğunu sözleşmeli personele dönüştürmekte, dolayısıyla da fiili olarak sendikalaşma hakkını elinden almakta. Yasal olarak bir örgütlenme hakkı tanınmasına rağmen, sözleşmeli personelin sözleşmesi sona erip de uzatılmadığında sendikaya üye olmasının hiçbir anlamı kalmamaktadır. Çünkü, sendikalı sözleşmeli personelin yerine sendikayı benimsemeyen yeni elemanlar alınması tercih edilecektir. Kamu personel kanunu taşeronlaştırmayı beraberinde getirmekte. Yani kamu personel kanununa biraz da ayrıntılı olarak baktığımızda artık sözleşmeli personelin aynı zamanda taşeron işçiliğine dönüştürüldüğünü görebilirsiniz. Taşeron işçilikte sözleşmeli personelin sendikalaşma düzeyine baktığımızda durumun hiç de iç açıcı olmadığını söylemek mümkün.
Sendikal cephe açısından baktığımızda, sendikal örgütlenmeyi ortadan kaldıran bu tip sorunlar varken, ne yapılıyor sorusu sorulabilir. Ne yazık ki, iyi şeyler söylemek mümkün değil. Durum oldukça vahim. Ilımlı, uyumlu, bürokratik, reformist, konformist ve korporatist bir sendikal yapılanma, uyum sağlama adına kapıları sonuna kadar açan bir sendikal yapılanma var.
Sonuç itibariyle baktığımızda bu yeni yasalar, hem işçileri hem sendikaları, köleleştirmiş, kimliksizleştirmiş, sınıfsızlaştırmıştır diyebiliriz. Bu durumda yıkım sendikal rant ve koltuk mücadelesi içinde olan yöneticilerin iyice pekiştirdiği başka bir süreç olarak ortaya çıkmıştır. Kabaca, bu açıdan baktığımızda nasıl bir sendikal yapılanma var; özellikleri nelerdir sorusunu sorduğumuzda, anlamlı olacağını düşündüğüm bazı özellikleri şöyle sıralayabilirim: Oldukça bürokratik, konformist bir
yönetim, çalışma ve mücadeleden çok, daha az kaybetmeye açık bir sendikal yönetim anlayışı; daha fazla kaybetmemek üzerine kurulu bir politika; Sendikal mücadelenin, işçi sınıfı mücadelesinin önemli parçalarından bir tanesi ideolojik mücadele olmasında rağmen, bu alanı boş bırakma; aydınlardan kopukluk ve mümkünse aydınlardan sonuna kadar kaçma; toplumsal sorunlara duyarsızlık; mali kaynakları kötü kullanmak. Sermaye cephesini besleyen ve onu yeniden yeniden üreten olanaklara karşı çıkmayan, sınıf dışı düşünen bir sendikal yapıdır bu. Ütopyasını, düşlerini yitirmiş, kendisine güveni olmayan, bir sendikal yapı kuşkusuz işçi sınıfına güven de umut da vermeyecektir.
Peki bu sendikal yapıya karşı ne yapılabilir? Cennetten elma çalmaya cesareti olmayanın, bu sendikal yapıları değiştirme isteği de gücü de olmaz. Yani kapitalizmin kutsal kitabına, onun kurallarına başkaldıracak bir cesaret gerekir. Bu da ücretli köleliği oluşturan bu sistemin kendisine toptan karşı çıkmayı içerir. Buna karşı çıkmadıkça tek tek yapacağımız mücadeleler geçici kazanımlar olarak bize yansıyabilir ama dünyanın tüm kriz dönemlerine baktığımızda her kriz döneminde olduğu gibi bu kazanımlarımızda elimizden gidebilir.
Peki, “Ne yapılabilir? Nasıl kırılabilir?” sorularını sormak lazım. Burada işçi sınıfına ve sendika üyelerine güven vermek, için benim neo-ludizm dediğim bir yapılanmaya gitmek gerekir. Bu, siyasallaşmış neo-ludist temelde sendikayı yeniden inşa eden, iktidarı hedefleyen ve belki de devrim amacını yeniden gündemine koyan bir yapılanma olabilir olsa olsa, bu tip yapılardan işçi sınıfına yeniden güven verebilecek bir seviyeye gelebilmek için. Onun için, sermayenin emek üzerinde kurduğu tahakkümü kırmak, saldığı korkuyu yıkmak için belki de sendikaların, işçi sınıfının yine onların yöntemleri ile mücadele etmesi gerekir. Bu açıdan baktığımızda tarihsel açıdan önümüzde önemli örnekler var. Bunlardan biri, “Şoför İdris” olarak bilinen bir işçi ve sendika önderi, geçtiğimiz yılarda kaybettik. Diğeri, İsmet Demir’dir. Anıları okunduğunda bunların yöntemleri görülebilir. Bir de günümüzde bu türden bir sendikacılığı yapan TÜMTİS vardır. Üçünden de örnekler vererek aslında sizi de çok sıkmadan bitirmek istiyorum, ama sorular gelirse açabilirim. Şoför İdris anılarında şunu anlatır: 1940’lı 1950’li yıllarda sendikalaşmaya çalıştığımızda ilk karşı çıkanlar ustalardı ve ustalar işçiler üzerinde büyük terör oluştururdu; bu nedenle işçiler sendikalaşmaktan, kendi haklarını aramaktan vazgeçerdi. Biz de bu tür ustaları işçilerin çok kalabalık olduğu bir yerde yakalar üstüne atlar, patır kütür döverdik. -ki kendileri, komünist parti tarafından boks kursuna falan da gönderilmiş, boks falan da öğrenmişler. Birazdan söyleyeceğim. Bu türden belki yeni yapılanma döneminde işçi fedailerine de ihtiyaç var. Kendini feda eden çekirdek işçilerin korunması babından da belki işsizlik sigortası türü, işsiz kalacak bu işçi fedailerinin yaşamlarını güvenceye alacak yapıların oluşturulması gerekir. Bu anarşizm falan değildir. Tersine, sermaye emek cephesi arasındaki mücadelede güç, korku ve güven için gerekli olan bir araç olarak belki de en çok ihtiyaç duyulan yeni bir ludizmdir. Ama bu yeni-ludizm daha mücadele açsısından daha estetize edilmiş, daha incelikli bir araç olmak zorundadır. Yeni ludizm bir bakıma işçi sınıfı için gerekli olan “meşru zor”un ta kendisi olmak zorundadır.
Şimdi sorulması gereken sorulardan biri, bu topraklardaki yasal düzenlemenin yeni-ludizme olanak verip vermediğidir. Bunun için “mümtaz sol”un mümtaz gazetesi Radikal’in bir haberine bakmakta yarar var (22.03.2005). Haber şöyle: “Mahkemeler Baraat Veriyor. İstanbul’da 2002’de Finansbank’ı soymak isteyen iki kişiyi öldüren güvenlik görevlisi Engin Bozkurt, Kadıköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada ‘ağır suç hallerinde sanığı etkisiz hale getirme, görevi yerine getirme ve mala karşı işlenen suçlarda meşru müdafaa’ unsurları dikkate alınarak beraat etmişti”. Haber, benzeri birkaç eylemdeki beraate de yer vererek sona eriyor. Radikal, Koç grubunun taşeronluğunu yapan “gariban” taşeron Aydın Doğan’ın Hürriyet, Milliyet gibi namlı gazeteleri kadar “etkili” bir gazetedir. Zira, tirajının düşüklüğüne rağmen, solun nabzını tutan bir barometre işlevi görmesi bekleniyordu. Bu haberle, barometreden çok yönlendirme işlevi üstlenmiş durumda görünüyor, ki bu da tesadüfi değildir! Kısacası sermaye cephesi kendi malına ve canına kasteden herkesi öldürmenin serbest olduğunu, bu nedenle ceza almaması gerektiğini işliyordu. Bağımsız olan yargıçlar da bu istek yönünde arka arkaya kararlar vererek bağımsızlıklarını ispatlamış durumda. Aslında işçi sınıfı adına burada, bu hukuk felsefesi açısından bir sorun yok!… Zira, mala ve cana kasta yönelik bir eylemi yargıçların cezai açıdan yaptırıma tabii tutulması gerektiği konusunda etleştirilmiş bir içtihat sunuyorlar. Güzel. Peki, burada bir insanın malına ve canına kasıt sadece parası olanlar için mi geçerli yoksa, başka şeyler için de geçerli olabilir mi? Örneğin, Tuzla tersanelerinde, Ravelli’de işçilerine silah çeken bir patron cana kastetmeye yöneldiği için meşru müdafaa babından bir işçi tarafından öldürülürse, değerli yargıçların verdiği kararlar çeçevesinde beraat etmelerini beklemek gerekmez mi? Hürriyet’in istakoz yiye yiye, pek kıymetli pahalı şaraplar içe içe gelişmiş beynine göre mala ve cana yönelik tehditte bulunanı öldürmek suç oluşturmamalı, bunu yapanlar da hemen beraat etmeli. Sermaye cephesinin bu akıllı, zeki, çevik yazarı bizce de çok haklıdır. Bir terk fark var, bu öldürme ve sonrasındaki beraat hakkı sadece patronlara, parası olanlara değil, aynı zamanda, Tuzla tersanesindeki, Ravellide silah çekilen, ölümle tehdit edilen işçilere de tanınmalıdır. Yani, Anayasa’daki eşitlik ilkesi herkese tanınmalıdır. O zaman hodri meydan!
Son zamanlardaki meşru müdafaa babından ve Anayasa’daki eşitlik ilkesi çerçevesinde yeni-ludizm, hem bu topraklarda yaşanmış deneyimlerden, hem de diğer ülkelerdeki deneyimlerden yararlanılarak bugün için bunlardan ders çıkaracak zengin deneyim ve uygulamalara sahip bulunmaktadır! Bu yeni dönemde mevcut yapıları kırabilmek ve işçi sınıfına güven verebilmek için neo-ludizmin mevcut olanaklar çerçevesinde biraz daha tanımlanmaya ve değerlendirilmeye ihtiyaç duyduğunu söylemek aslında geride kalmış bulunmaktadır. Sermaye cephesi, kendi açısından neo-ludizmi hukuksal bir çerçevede en sert bir şekilde hayata geçirirken, işçi sınıfının bu olanaklı olup olmadığın tartışması kendisine güvensizliğinden, onun adına hareket edenlerin bunu örgütleyemeyen basiretsizlikten başka bir şey değildir. Fizik yasaları çok açıktır: her etki tepkisini yaratır. Kendisine çarpan bir cismin, çarpan cismi etkilemeyerek bir parça geriye itememesi doğanın, dolayısı ile fizik biliminin kendisine aykırı olmanın ötesinde bir inkardır. İşçi sınıf adına hareket edenler, sermayenin bu şiddetine bir tepki ortaya koyamıyorsa, neo-ludizmi harekete geçiremiyorsa, doğanın, fizik biliminin kendisin inkar ediyorlardır. Kuşkusuz, sınıf mücadelesinde kendilerinin de gereksiz olduğun kabul ediyorlardır. Dünya ve Türkiye, sınıf mücadelesi açısından, basit bir kurala yanıt verip, onun gereğini yapıp yapmamak sorunu ile karşı karşıyadır. Zaman en büyük öğretme olarak tercihin hangi yönde olduğunu bize gösterecektir.