”Hariri sermayesi Suudi sermayesiyle iç içedir. Refik Hariri hem Lübnan, hem Suudi vatandaşı idi ve hep Kral Fahd ‘ın gözdesi olarak kaldı. 1989’da Suudiler, Hariri aracılığıyla Lübnan iç savaşının taraflarına büyük paralar dağıttılar ve Taif anlaşmasıyla barışı sağladılar. Ardından Refik Hariri, Lübnan siyasetine damgasını vurdu. On üç yıl başbakanlık yaptı. Lübnan devletine kendi bankalarından, kısmen […]
”Hariri sermayesi Suudi sermayesiyle iç içedir. Refik Hariri hem Lübnan, hem Suudi vatandaşı idi ve hep Kral Fahd ‘ın gözdesi olarak kaldı. 1989’da Suudiler, Hariri aracılığıyla Lübnan iç savaşının taraflarına büyük paralar dağıttılar ve Taif anlaşmasıyla barışı sağladılar. Ardından Refik Hariri, Lübnan siyasetine damgasını vurdu. On üç yıl başbakanlık yaptı. Lübnan devletine kendi bankalarından, kısmen Suudi kaynaklı yüksek faizlerle kredi açtı. Bu paralar, harap Beyrut’u yeniden imar eden Hariri’nin inşaat şirketlerine aktı. Şu anda Lübnan’ın 36 milyar dolarlık kamu borcunun önemli bir bölümü Hariri’lerin alacağıdır. Ancak, kazandıkları faizler, anaparayı çoktan aşmıştır. Öte yandan Refik Hariri yoksul dostu, hayırsever bir milyarder imajı oluşturabilmiştir. Gırtlağına kadar yolsuzluğa batmış; ancak ellerini kana bulamamıştır. 2004’te başbakanlıktan ayrılmasında Suudilerin Ortadoğu stratejilerini AB-Fransa doğrultusunda değiştirme kararı yatmaktaydı. Refik’in oğlu Saad , OGER’in patronudur ve büyük miktarda Suudi parasını yönetir. Bugünlerde yükselen petrol fiyatları nedeniyle yeniden palazlanan Suudi sermayesi için Türk Telekom’un alınması hem politik, hem ekonomik bakımdan çok önemlidir. Hariri ailesi ise bugünlerde Lübnan’da yeniden yönetimin başına geçmektedir.”
****
Ali Kadri’nin mesajlarında bilgi ve spekülasyon genellikle iç içe girer. Hariri klanı üzerine yazdıklarını da bu nedenle ”ihtiyat payı” ile okumak gerekir.
Ancak, iki ilginç saptamanın geçerli olduğunu ve vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bir kere anlaşılmaktadır ki Hariri’ler ile Suudi Arabistan’ın egemen güçleri arasında organik ilişkiler vardır. İkincisi, bu aile aşırı derecede ”siyasileşmiş bir sermaye grubu” dur. Ticari faaliyetleriyle siyasi hedefleri hep iç içe geçmiştir. Ve Suudi bağlantılarını dikkate alırsak, bu hedef ve işlevler, küçük Lübnan’ın boyutlarının çok ötesine taşmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni bugün yöneten siyasi kadrolar için ise Türk Telekom’un devlet mülkiyetinde kalmasını gerektiren herhangi bir stratejik neden yoktur. Belki de bu kilit ve öncü sektörün Hariri/Suudi kontrolüne geçmesi, bir başka stratejik hedefin gereğidir ve ülkenin yönetimi yarın başkalarına geçtiği zaman dahi ”geriye dönüşü olmayan” bir adımın atılması istenmektedir.
****
Telekom ihalesinin perde arkası üzerinde fazla spekülasyon yapacak durumda değiliz. İyi ama, birdenbire, ihaleye ilişkin sınırlı eleştirilere karşı gösterilen ”isterik” tepkilere ne demeli? 7 Temmuz 2005 tarihli Hürriyet’teki yazılarıyla Ertuğrul Özkök ve Fatih Altaylı tipik iki örnektir.
Özkök, özelleştirmeyi eleştiri süzgecinden geçirerek teşhir eden; ortaya çıkan vurgun ve kapkaç sürecini önlemek için kamuoyunda ve yargıda mücadele sürdüren insanlara saldırıyor ve hakaretler yağdırıyor. Hakaretlerini ”isim vermeden” yapıyor; zira hedef aldıklarını adlandırsaydı suç işlemiş olacaktı.
Özkök, dört işlem hatalarıyla dolu bir ”gecikmeden kaynaklanan özelleştirme zararları” tahmini yapıyor. Gecikmelere neden olan özelleştirme karşıtları, ona göre, devletten maaş alan insanlardır. Hem devletten maaş al hem de hükümet (belki de ”devlet” ) politikalarına karşı çık… Özkök, bu duruma isyan ediyor ve bu insanların (herhalde üniversite öğretim üyeleri, bürokrat veya yargıç konumlarında) devletten aldıkları maaşın, banka hortumculuğu gibi yolsuzluk kaynağı olduğunu ileri sürüyor. Ve bu kişiler, Türkiye’de patlak verecek ilk krizde (herhalde ve nedense krizin ”müsebbibi” olacakları için) işlerinden atılmalıdır.
Fatih Altaylı ise Mümtaz Soysal ‘ı açıkça hedef alıyor. Ona göre, özelleştirmeye karşı sürdürdüğü hukuk mücadelesi nedeniyle Soysal, ülkeye en az 10 milyar dolar zarar vermiştir ve bu nedenle Yüce Divan’ın malum sanıkları gibi onun da yargılanması gerekir.
****
Neoliberalizmin saldırgan partizanları talep ediyorlar: ”Bize karşı çıkanlar susturulmalı, yargılanmalı, cezalandırılmalıdır.” Hangi suçlarla? Hukuk normlarına uyum aramak abestir. ”Düzenin yüce çıkarlarını ihlal” suçlaması yeterlidir. Kastedilen ”uluslararası sermayenin ve kapkaççı yerel burjuvazilerin özel çıkarları” dır. Böylece ”devletin yüce çıkarları” savunucuları ile birleşiyorlar. Bu iki söylem arasındaki paralellik Türkiye’deki neoliberalizmin özünde faşizmin barındığını göstermiyor mu?
Cumhuriyet 13.07.2005