Ah şu tarih! Bir Yugoslav atasözü der ki ”Tarih en belirsiz olanıdır, çünkü her gün yeniden yazılır” . Her siyasi mücadelenin tarafları, ”tarihi” kendi haklılıklarını, rakiplerinin tarihin genel gidişine göre ”sapkınlığını” kanıtlamak için yeniden yazmaya çabalarlar. Bu çaba, bir hegemonya projesinin desteklenmesine, bir diğerinin de zemininin çürütülmesine hizmet eder. Tarihe bu farkındalıkla yaklaştığımızda görürüz ki […]
Ah şu tarih!
Bir Yugoslav atasözü der ki ”Tarih en belirsiz olanıdır, çünkü her gün yeniden yazılır” . Her siyasi mücadelenin tarafları, ”tarihi” kendi haklılıklarını, rakiplerinin tarihin genel gidişine göre ”sapkınlığını” kanıtlamak için yeniden yazmaya çabalarlar. Bu çaba, bir hegemonya projesinin desteklenmesine, bir diğerinin de zemininin çürütülmesine hizmet eder.
Tarihe bu farkındalıkla yaklaştığımızda görürüz ki bir burjuva devrimi (demokratik ya da değil) projesi açısından ”eski rejim” , tarifi gereği çürük, yoz bir rejimdir. Temsilcileri de hem eski rejimin temsilcileri oldukları hem de yeni rejimin doğuşuna karşı çıktıkları için ”hain” olurlar. Burada söz konusu olan aslında, eski rejimin temsilcilerinin ”hakiki” kimlikleri (karakterleri vb..) değil ”sembolik” kimlikleri, semptomatik varlıklarıdır…
Vahdettin’in hainliği de, o zaman kimse buna değinmek zahmetine katlanmamış olsaydı bile, yeni kurulmakta olan Cumhuriyet açısından kaçınılamaz bir ”tarihsel gerçek” tir. Vahdettin’in tarihsel olarak hain sayılması için iki neden daha var. Birincisi, o, salt eski rejimin değil, sürekli toprak kaybederek, kendi halkında sürekli bir aşağılanmaya yol açarak çökmekte olan, müflis bir rejimin, ”gâvurun” elinde oyuncak olmuş bir yönetici sınıfın başıdır. Bu yüzden tüm iflasın faturasını sahiplenmek de ona düşer. İkincisi, Vahdettin bu faturayı almamış, iktidarı ”yabancı” işgali altında çökerken, her onurlu lider gibi ”kendi kılıcı üzerine atlamamıştır” . Aksine, bu ”yabancının” elinde alet olma olasılığına (doğrudan ihanete) kapıyı açık bırakacak bir adım atarak ülkesini terk etmiş, ”yabancıya” sığınmıştır. Bu yüzden ”tarih” , ”yeni rejimin” , burjuva devriminin, yarısömürge bir imparatorluktan ulus devlete geçişin, Cumhuriyetin merceğinden baktığı müddetçe, Vahdettin’i, mektupları, pişmanlıkları ne olursa olsun, hain ilan etmek zorundadır. Hainlik haricindeki tüm kimlikler, bir çöküşün ve yeniden doğuşun ”semptomu” olarak Vahdettin’e kapalıdır…
”Aslında siz ne demek istiyorsunuz?” Bu tartışmada, Bülent Ecevit’ in ( Lacan’ ın bir kavramını ödünç alırsak) salt bir ”kaybolan aracı” (vanishing mediator) olmanın ötesinde bir işlevi yok. Esas üzerinde durulması gereken, bu ”aracının” kaybolmadan önce bir araya gelmelerine olanak sağladığı dinamikler.
Türkiye’deki ”siyasal İslamda” AKP ile bir ”mutasyon” yaşandı. ”Milli Görüş” yerini İslamın oryantalist, neoliberal, tümüyle oportünist ve ”mandacı” bir yorumuna, ”ılımlı İslama” bıraktı. Başbakan’ın başdanışmanının dediği gibi ilk kez ”iç ve dış dinamikler örtüştü” . İçerde, Cumhuriyet ”tarihini” by-pass ederek laiklik karşıtı bir söylemle halk sınıflarını etkisi altına alıp ekonomik ve siyasi iktidarı (salt hükümeti değil!) ele geçirmeyi amaçlayan bir akımın hegemonya projesiyle, dışarıdan gelerek bölgede her türlü ulusalcı/bağımsızlıkçı geleneği ve refleksi, kendi emperyal projesine engel akımı sterilize etmeyi amaçlayan Bush yönetiminin ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ yle kesişti.
Dikkatle bakınca, içerideki akımın devletin ”makinesini” kendi siyasi gereksinimlerine uygun girdileri (personel, ideoloji, teknoloji ve mali kaynak) işleyebilecek ve hegemonya projesine uygun çıktıları (politikaları ve yasaları) üretebilecek biçimde yeniden şekillendirmekte olduğunu görebiliriz. Birbiri ardına çıkan yasalar, devleti ve ekonomik coğrafyanın, kurumsal çerçevesini, kültürel zemini dönüştürürken (bu, adım adım ve moleküler düzeyde gerçekleştiğinden -bu dönüşüm süreci Mussolini yönetiminin ilk yıllarını, kadrolarının sıradanlığı ve sığlığı da Nazi liderliğini anımsatıyor- ciddi bir direnişle karşılaşmadan ilerleyebiliyor), bir gün gerektiğinde muhalefeti susturacak, zorla bastırabilecek yasalar da devreye girdi.
Vahdettin tartışması işte böyle bir iklime ait. ”Vahdettin hain değildi” diyenler, aslında ”Cumhuriyet, ulusal devlet kurmaya kalkmak, halifeliğin ilgası vb. yanlıştı” diyorlar.
(Bir ara not: Solun, Cumhuriyetin, demokrasi, insan hakları alanlarındaki eksiklerine yönelik, tarihsel konumunun sınırları açısından ileriye dönük eleştirisini, sık sık Cumhuriyetin ”varlığının” , ontolojik düzeyde bir eleştirisiyle karıştırması da dolaylı olarak bu hegemonya projesine hizmet ediyor, kimi zaman projenin adımlarının demokratik reformlar gibi algılanmasını kolaylaştırıyor.)
Bu Vahdettin söyleminin ve hegemonya projesinin bir adım ötesindeyse, ”Yeni Osmanlılık” fantezisine zemin hazırlamak, gerekli ”zeitgeist” (zamanın ruhunu) oluşturmak var. BOP de burada ”ılımlı İslam” bağlamında psikolojik bir dayanağa, belki de gelecekte Türkiye’nin ordusu bağlamında da kolay kullanılır bir araç elde etme olasılığına kavuşmaya başlıyor. Sermaye kesimleri arasında, devletin güç odakları üzerinde süren, kısa döneme kitlenmiş, ”dar açılı” çatışmalar da bu hegemonya projesini hızlandıracak sinerjiyi yaratıyor…