Mekân, zaman ve kültür Popüler deyimle ”küreselleşme” ve ”teknolojik devrim” çağındayız. Kısaca anımsarsak: Küreselleşme dünyanın ekonomik ve kültürel ”yüzeyinin” sermayenin serbestçe dolaşabileceği, engellenmeden ”avlanabileceği” bir mekân olarak düzenlenmesi (verili mekânların, onlara bağlı yaşam alanlarının, tarzlarının, ”psikolojik coğrafyaların” serbest piyasa projesine yer açmak için yıkılması), mekâna ilişkin hızlı bir değişim, dönüşüm, hatta bir altüst oluştur. Teknolojik […]
Mekân, zaman ve kültür
Popüler deyimle ”küreselleşme” ve ”teknolojik devrim” çağındayız. Kısaca anımsarsak: Küreselleşme dünyanın ekonomik ve kültürel ”yüzeyinin” sermayenin serbestçe dolaşabileceği, engellenmeden ”avlanabileceği” bir mekân olarak düzenlenmesi (verili mekânların, onlara bağlı yaşam alanlarının, tarzlarının, ”psikolojik coğrafyaların” serbest piyasa projesine yer açmak için yıkılması), mekâna ilişkin hızlı bir değişim, dönüşüm, hatta bir altüst oluştur. Teknolojik devrim ise hız, mekânların zaman aracılığıyla fethedilmesiyle, verili zaman kavramının, buna bağlı psikolojik yapılanmanın/kimliklerin kırılması ile ilişkiliydi. Bu, yerleşik kimliklerin hem mekân, hem zaman boyutlarından saldırıya uğraması, bir yabancı kültürün (ötekinin) egemenliği altında değişmeye zorlanması anlamına geliyordu. Bu zorlama, zorlayana karşı korkuyu, nefreti ve direnişi de tetikleyecekti ister istemez.
Ve ekonomik kriz
Zaman ve mekân düzenlenmesi süreçlerinin kaynağında, sermaye gruplarının kriz eğilimlerini hafifletmek için yeni coğrafyalara kaçmaya, sorunları zamana yaymaya veya değerlenme sürecini hızlandırmaya yönelmesi olduğunu da tartıştık (David Harvey, Giovanni Arrighi) . Dolayısıyla zaman ve mekânın yeniden düzenlemesinin toplumlar ve bireyler üzerine getirdiği basınçların, kimlik parçalanmalarının vb. ile kapitalizmin krizi arasında organik bir bağ olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Bu krizin en önemli dışavurumları şöyle: Dünya ekonomisinde büyük güçler arası rekabetin giderek sertleşmesine yol açan fazla kapasite ve pazar/talep yetersizliği ve spekülatif sermayede olağanüstü büyüme. Bu fazla sermaye, atıl kapasite, talep eksikliği sorununu gidermek için ya yok ediliyor ya da bu fazlaları emecek, spekülatif sermayeye yüksek prim getirecek yeni ekonomik coğrafyalar kullanıma açılıyor . Açılma sırasında bu mekânlar, yerleşik zaman kavramları, öznellikler, dönüşmeye zorlanıyor, direnenlerse yıkılıyor.
Ilımlı radikal
Zaman ve mekân düzenlemesinin başını çeken ekonomik ve siyasi güç odakları, yıkımın etkilerini gizlemeye, özellikle Müslüman toplulukların yaşadığı bölgelerden gelen sert tepkileri, hem şiddetle ezmeye hem de ”radikal İslam” olarak niteleyip sözde ”ılımlı İslam” dedikleri bir modelle sterilize etmeye çalışıyorlar. Aslında, bu ”modelin” yaşamda karşılığı yok. Ama dönüşümden, yıkımdan nemalanan kimi ”yerlilere” , içlerini rahatlatacak bir ideolojik emzik (fantezi) sunabilir.
Bunu görebilmek için dinin en temel özelliğinin, ”mutlak” , ”yüce” ve ”saf” olana ilişkin olduğunu anımsamak yeter. O ”mutlak” ve ”yücenin” anlatımı, temel prensipleri bir kitapta yazılıdır. O anlatım ne ılımlıdır ne de radikal. Yalnızca vardır. Bir başka açıdan bakarsak, din eğer tanrının çağrısıysa, ”yüce” ve ”mutlaksa” , ”radikal” ya da ”ılımlı” gibi kavramlar, kategorik olarak zaten ona uygulanamaz. Ama, bu kavramlar tek tek öznelere (ki özne sosyal bir varlıktır- ”adeta bir üretim tarzı gibi yapılandırılmıştır” ) ve onların kendi yaşamlarını dinle ilişkilendiriş tarzına uygulanabilir.
Bu özne, eğer kendini maddi yaşam koşullarıyla uyum içinde hissediyorsa, ekonomik siyasi sorunlarının çözülebilir, katlanılabilir olduğunu düşünüyorsa, kendisinin ve sevdiklerinin geleceğine umutla bakıyorsa, Kitabından , dininden, yaşamına düzen verecek ahlaki prensiplerin kaynağı, iç huzurunun desteği olarak faydalanacaktır. Yok eğer, kendisine dayanılmaz gelen toplumsal baskılar, ekonomik sorunlar altındaysa, bunları değiştirmek için bir yol düşleyemiyorsa, dine (yüceye) ilişkin metinleri, umudun yerine koyabilecek durumunu değiştirmek için bir silah olarak kullanabilecektir. Özetle birinci durumda karşımızda ılımlı bir özne, saldırgan olmayan, günlük sivil yaşama tümüyle entegre olmuş bir İslam, ikinci durumda da radikalleşmeye başlayan bir öznenin elinde bir mücadele silahı, yaşama dışından müdahale etme aracı olarak ”radikal” İslam?
Düş kırıklığından nihilizme
Mekân ve zaman düzenlemesinin yıkıcı etkileriyle karşılaşan kimi özneler, yaşamına anlamını veren, onun, koruyacağına inandıkları ”yücenin” ve dinin bu yıkım karşısında güçsüz kaldığını görmeye başlayınca, önce düş kırıklığı yaşar, arkasından dağılmaya başlayan anlamlar sistemi karşısında, inancını yitirmeye başladığını da kendine itiraf edemediğinden, artık gerçekleşmesi olanaksızlaşmış olmasına karşın arzusunu ısrarla, şiddetle tekrarlayarak bir fasit daireye girmeye başlar.
Bu ”histerili” fasit daire onu, umutsuzca istemeye devam ederken kendi egosunun arzusu dışında hiçbir şeyin varlığını kabul etmeyen bir noktaya, buradan da kendi varlığından kolaylıkla (umutsuzca) vazgeçme noktasına getirir. Bu yalnızca kendi egosunun dışındakilerin (ötekinin) varlığını değil kendi varlığını da ”yok” sayan bir egoizm, düpedüz nihilizmdir. Bu özne, dinine sadık kaldığını sanarken aslında nihilizme düşerek, tüm dini inaçlarını farkında bile olmadan terk etmiştir. Radikal İslam denen olgu da İslamın radikal bir biçimi değil, (ılımlı bir biçimi olmayacağı gibi) radikalleşmiş bir din değil, nihilistleşmiş bireyin elindeki dindir.
Fasit daire
Bu saptamalardan ne yazık ki iyimser bir sonuç üretmek olanaklı değil. Kapitalizmin krizi devam ediyor, sermaye grupları ve büyük güçler arasındaki çelişkiler derinleşiyor, böylece ekonomik krize bir de jeopolitik çatışmalar ekleniyor (ya ekolojik kriz), mekâna kaçışa ilişkin çözüm arayışları daha da yıkıcı bir biçimde aciliyet kazanıyor. Bu süreç, nihilizme ve terorizme yönelmeye hazır bireyler üretiyor. Üstelik, benzer umutsuzluğu, salt gelişmekte olan ülkelerde değil, bizzat Londra gibi krizin etkisiyle kimi mekânları, özellikle, göçmenlerin mahallelerinde (gettolarında) çözülmeye, çürümeye başlayan metropollerde gelecek umudunu hızla kaybeden işsiz, devlet/polis ve kurumsal ırkçılık tarafından sürekli taciz edilen, bunaltılan gençlerin arasında da görüyoruz.
Bu madalyonun öbür yüzündeyse, kendi aralarında acımasız bir mücadeleye tutuşmuş devasa siyasi güçler var. Bu güçler de zaman zaman yukarıda irdelemeye çalıştığım patlayıcı karışımdan, gerektiğinde kendi özgün, en az ”teröristlerinki” kadar öldürücü projeleri için faydalanma şansını yakalıyorlar.
Israrla (histerik bir ısrarla) krizini aşmaya çalışan sermaye, yarattığı yıkım, yıkımdan kaynaklanan nihilist öznellikler ( ”terorizm” ), bunlara karşı, daha çok baskı, şiddet, daha çok umutsuzluk, yıkımın hızlandırılması, daha çok nihilizm ve terör? Sermayenin ufkunu aşan bir gelecek umudunu yeniden kazanmadan bu fasit daire kırılmayacak ve ”Nihilon” dan asla çıkamayacağız.
Cumhuriyet 11.07.2005