Milliyet gazetesi editörlerinden Murat SABUNCU, İstanbul sosyetesinin gözde eğlence mekanlarından Reina’da,Türkiye’nin büyük holdinglerinden birinin üst düzey yöneticisiyle yaptığı bir konuşmayı aktarıyor. İsmi açıklanmayan yönetici “Yabancı sermaye konusunda yıllar sonra Mahir Çayan’ın söylediklerinde doğrular olduğunu düşünmeye başladım. Bilirsiniz Çayan’ın yeni sömürgecilik üzerine görüşleri vardı. Bu tanımının Türkiye için önemi olduğunu düşünüyorum” diyor. Bu konuşma üzerine basınımızda […]
Milliyet gazetesi editörlerinden Murat SABUNCU, İstanbul sosyetesinin gözde eğlence mekanlarından Reina’da,Türkiye’nin büyük holdinglerinden birinin üst düzey yöneticisiyle yaptığı bir konuşmayı aktarıyor. İsmi açıklanmayan yönetici “Yabancı sermaye konusunda yıllar sonra Mahir Çayan’ın söylediklerinde doğrular olduğunu düşünmeye başladım. Bilirsiniz Çayan’ın yeni sömürgecilik üzerine görüşleri vardı. Bu tanımının Türkiye için önemi olduğunu düşünüyorum” diyor.
Bu konuşma üzerine basınımızda bir vaveyladır koptu ki evlere şenlik. En hızlı reaksiyonu da yukarıdaki sözleriyle neo-liberalizmin basınımızdaki güzide temsilcisi Mehmet Y.Yılmaz verdi. Aslında tartışmanın en can alıcı tarafı egemenler cephesinde siyaseten “ulusalcılar”, “Amerikancılar” diye saflaşan iki taraf arasında ekonominin yönetilmesi konusunda bir süredir gözlenen farklılıklardı.
Abdüllatif Şener’in Başlattığı Tartışma
Tartışma, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in açıklamalarıyla başlamıştı. Milliyet’e açıklamalarda bulunan Şener, yabancı sermayenin gelirin yurtiçinde yaratıldığı sektörlerde yoğunlaştığına dikkat çekmiş, Türkiye’de yaratılan gelirin bu yolla yurtdışına aktarılacağına işaret ederek “Bu şekilde cari açık kapanmaz, kriz bile olur” demişti. Türkiye’ye ilgi duyan uluslararası şirketlerin yatırım tercihlerinin orta vadede krizlere neden olabileceği uyarısında bulunan ve yabancı sermayenin grossmarket – perakende, elektrik üretim – dağıtımı, bankacılık ve telekom – iletişim gibi gelirin yurtiçinde yaratıldığı dört sektörde yoğunlaşma eğilimi içinde olduğunu belirterek, “Bu sektörlerin ortak özelliği, yaratılan gelir ya da tasarrufların yurtiçinde üretiliyor olmasıdır. Ne bankacılık, ne enerji, ne de söz konusu ettiğimiz diğer sektörlerde dış âlemden sağlanan ihracat geliri yoktur. Teknoloji ve sabit sermaye transferi de söz konusu değildir. Yapı değişmezse yabancılar yurtiçinde üretilen gelir ya da tasarrufu alarak kendi merkezlerine aktaracaktır. Arjantin’de yaşanan ekonomik krizler de bu yolla ortaya çıktı…Ben şimdiden uyarıyorum… Yabancı sermayeye yasal sınır gerekiyor. Kimse tehlikenin farkında değil” diye konuşarak görüşlerini açıklamıştı.
Şener, yabancı sermayeyle ilgili saptamalara Türkiye’nin önde gelen büyük banka ve holdingleriyle yaptığı özel görüşmeler sonrasında ulaştığını belirtmişti.
Başbakan Erdoğan, “Biz, dünya devleri gelsin diye gırtlak patlatıyoruz. Kabine üyesi bir arkadaşımız yabancı sermaye karşıtı sözler söylüyor” diyerek Şener’i sertçe eleştirmiş, gelen yoğun eleştiriler üzerine Şener, Fikret Bila ile yaptığı röportajda yabancı sermayeye ve özelleştirmeye karşı olmadığını söyleyerek, “Benim söylemeye çalıştığım, yabancı sermayenin ihracat olanağı bulunan sektörlere doğru özendirilmesi ve yönlendirilmesi. Bu alanlarda ülkeye faydası daha çok olur. Örneğin Çin böyle yapıyor. En fazla yabancı sermaye yatırımı alan ülkelerden biri. Ama Çin yabancı sermaye yatırımıyla ürettiklerini dünya pazarına çıkarıyor ve hâkimiyet kuruyor. Hem üretimi, hem istihdamı, hem de ihracatını artırıyor. Benim uzun vadede strateji gerekir derken kastettiğim, yabancı sermayenin bu faydalarını ön planda tutarak yönlendirmekti” şeklinde konuşmuş ve Çin modelini önermişti.
Mahir Çayan’ın yeni sömürgeciliğe ait görüşlerinin tartışılmaya başladığı günlerde “ulusalcı bankacılar” bir manifesto yayınlayarak görüşlerini BDDK’ya bildirdi. Yabancı bankaların ulusal ekonomide yarattıkları olumsuzluklar anlatılarak, sınırlamalar getirilmesi talep edildi. Şener’in Arjantin örneğini vermesi tesadüf değil. Arjantin’de bankaların %60’ı yabancıların elinde. Türkiye’de bu yıl sonuna kadar %5 olan sektör içindeki yabancı payının %20’ye çıkması bekleniyor. (Yapı Kredi Bankasını Unicredito-Koçbank ortaklığının almasıyla birlikte şimdiden %10’u geçti) Abdüllatif Şener bankacılıkta yabancı sermayeye sınır getirilmesini ve yabancılar için, sektördeki toplam aktiflerin yüzde 20’sini üst sınır olarak önerdi.
Mahir Çayan Ne Demişti
Çayan, İkinci Dünya Savaşı bitiminden sonra emperyalist-kapitalist sistemde yaşananları “3. Bunalım Dönemi” olarak değerlendirmiş ve sömürgecilik siyasetinde önemli değişiklikler olduğunu tespit ederek, emperyalizmin askeri işgallerin yerine gizli işgali esas aldığı, Yeni sömürgecilik metotlarına başvurduğunu yazmıştı.
Çayan’a göre emperyalist metropollerden sömürgelere yönelik olarak gerçekleşen sermaye ihracında önemli değişiklikler olmuştu. Çayan bu değişiklikleri Kesintisiz Devrim(2-3) adlı broşüründe şöyle açıklıyordu: “En temel metodu, sermaye ihraç ve transferinin terkibindeki değişikliktir. Sermayenin 5-6 elemanı arasında yeni bir oran yaratılmıştır. Şöyle ki, savaş öncesi nakit sermaye ihracı, sermayenin isim, patent hakkı, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman, vs. gibi elemanlarına kıyasla çok daha fazla yer tutarken, savaş sonrası dönemde özellikle 1960’dan sonra bu işleyiş tersine dönmüş, nakit sermaye ihracının dışındaki sermayenin yukarıda özetlediğimiz elemanları ağırlık kazanmıştır.”
Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in itirazları tam da Çayan’ın tespit ettiği noktalardadır. İçinde bulunduğumuz tarihsel süreçte emperyalistler sömürgelere yönelik olarak sanayiyi geliştirici hiçbir sermaye bileşenini ihraç etmemektedir. Metropollerde biriken sermaye bu kez sabit sermaye ve teknoloji transferi olarak değil de nakit sermaye olarak ülkemizdeki bütün sanayi kuruluşlarını bankaları satın almaya talip olmakta, spekülatif sermaye ihracı da borsa ve para piyasalarını ele geçirerek ekonomik kriz tehdidi ile hükümetleri diken üzerinde tutarak teslim almaktadır. Yaşanan sürecin hedefleri ve sonuçları açıktır. Bunlar sanayisizleştirme ve borç sarmalına sokarak kıpırdayamaz hale getirmektir.
Ülkemizdeki egemenler arasındaki saflaşma eski günlerdeki gibi sömürgecilik ilişkilerinin devam etmesini isteyenlerle yeni liberal tercihler arasında olmaktadır.
Bugünkü yeni sömürgeciliğin durumuna itiraz edenler, yeni sömürgeciliğin ilk evresindeki günleri özlemektedirler. Bu süreç Sovyetler Birliği’nin varlığı gibi nedenlerle sömürge rejimlerini göreli özerk bir konumda tutuyordu. Emperyalist-kapitalist sistemin yanında sosyalist bir dünya vardı. Kendi sömürgelerini elde tutmak, oradaki isyanları askeri zorla bastırırken diğer yandan yoksul sömürge halkları için sosyalizmin bir çekim merkezi olmaması içinde kısmen de olsa refah düzeyini yükseltmek zorundaydı. Devlet eliyle kalkınma süreçleri (Keynesyen politikalar) bütün sömürgelerde izlenen yöntem oldu. Sömürgecilik ilişkilerinde kapitalizmin Merkantilist ve serbest rekabetçi dönemine özgü açık işgal yöntemleri yerini gizli işgal yöntemlerine bırakmıştı.
Bu durum milli ekonomi, güçlü ulus devlet palavralarını örten bir siyasal sonuç yaratıyordu. Şimdi artık bu koşullar yok. Ulusalcılar denilen siyasal duruşun, ulusalcılığı bir yana ekonomiye ya da siyasete dair söylediklerinin gerçekle de bir ilgisi yoktur. Çin Modeli gibi bir şeyin Türkiye’de uygulanma şansıysa hiç yok. Çin başından itibaren siyasi ve ekonomik bağımsızlığını kaybetmeden yabancı sermayeyi kontrol altına alarak, korumacılıkla ve büyük bir ucuz emek sömürüsü üzerinden kapitalizmi geliştirmiş, iç dinamiklerini hep göz önünde bulundurmuştur.