Kapitalizmin egemen olduğu sınıflı toplumlarda, toplumsal ilişkileri belirleyen en temel etken sınıflararası güç ilişkileridir. Kapitalist sistemin doğası gereği en fazla güce sahip olan sınıf, sermayedarlardır. İşçi sınıfı, sermayeye karşı ortaya çıkarttığı gücü oranında sermaye sınıfının gücünü sınırlandırarak ekonomik ve siyasal haklarını geliştirebilir. İşçi sınıfı, 19. yüzyıl boyunca sürdürdüğü mücadeleler ile sadece kapitalist sistem içerisinde daha […]
Kapitalizmin egemen olduğu sınıflı toplumlarda, toplumsal ilişkileri belirleyen en temel etken sınıflararası güç ilişkileridir. Kapitalist sistemin doğası gereği en fazla güce sahip olan sınıf, sermayedarlardır. İşçi sınıfı, sermayeye karşı ortaya çıkarttığı gücü oranında sermaye sınıfının gücünü sınırlandırarak ekonomik ve siyasal haklarını geliştirebilir.
İşçi sınıfı, 19. yüzyıl boyunca sürdürdüğü mücadeleler ile sadece kapitalist sistem içerisinde daha fazla haklar alınabileceğini göstermekle kalmamış, kapitalizme alternatif olarak işçi sınıfının iktidarının yani, sosyalizmin gerçekleşebileceğini de göstermiştir.
Kapitalizmde toplumsal ilişkilerin belirlendiği en önemli alan kuşkusuz ki üretim sürecidir. Bu nedenle, üretim sürecinde işçi sınıfını örgütleyen ve temsil eden sendikalar, sınıflararası güç ilişkilerinde son derece önemli bir yere sahiptir.
Sendikaların sınıflararası güç ilişkilerindeki bu önemli yeri nedeniyle sermaye sınıfı ve onun temsilcisi konumundaki siyasal erk sahipleri, tarihsel süreçte daima sendikaları, engellemeye ya da kontrol altında tutarak sistemle uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda sendikalar, sermayenin ve siyasal erkin güdümüne girmeyerek bağımsızlıklarını korudukları ölçüde işçi sınıfının güçlenmesine katkı sağlamışlardır. Aksi durumda yani, sermaye ve siyasal erkin güdümüne girdikleri ölçüde de işçi sınıfının zayıflamasına dolayısı ile sermayenin güçlenmesine katkı sağlamışlardır.
Türkiye’de de işçi sınıfının örgütlenme mücadelelerinin başladığı ilk yıllardan bu yana özellikle siyasi erk aracılığı ile sendikalar ya bütünüyle engellenmiş ya da kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Bu süreçte bir çok sendika, sermaye ve devlet güdümüne girmişse de zaman zaman bağımsız kalmayı başararak işçi sınıfının bir güç haline gelmesi için mücadele eden sendikalar da olmuştur.
12 Eylül darbesi, güdümlü sendikacılığı reddederek, işçi sınıfı mücadelesini yükseltmeye çalışan sendikaları büyük ölçüde tasfiye etmiş ve çıkarttığı yasalar ile bu amaca yönelik mücadeleyi sürdürecek sendikaların önünü kesmeye çalışmıştır. Ancak tüm engellemelere karşılık kamu emekçileri, fiili ve meşru mücadele anlayışı içinde sendikalarını kurarak Türkiye’de emek ve demokrasi mücadelesini, sermaye ve devletten bağımsız bir biçimde yükseltmişlerdir.
1980’li yılların sonlarında başlayan kamu emekçi hareketi, özellikle 1990’lı yıllarda Türkiye işçi sınıfı hareketinin en önemli gücü, öncüsü haline gelmiştir. Bu hareket içerisinde en önemli unsur hiç kuşkusuz eğitim emekçilerinin sendikası olan Eğitim Sen’dir. Gerek ekonomik gerekse demokratik hak arama mücadelesinde Eğitim Sen, alanlardaki gücü ile sermaye ve siyasal erk için önemli bir tehdit haline gelmiştir. Bu tehdit nedeniyledir ki Eğitim Sen üzerinde sürekli ve sistematik baskılar uygulanmaya başlamıştır.
Eğitim Sen’e yönelik baskıların “bahanesi”, tüzüğünde savunduğu “anadilde eğitim”dir. Bu “bahane” ile Eğitim Sen yöneticilerine, üyelerine bir çok dava açılmıştır. Ve nihayet yine bu “bahane” ile Eğitim Sen’in kapatılmasına karar verilmiştir.
Bu kapatma kararı üzerine Eğitim Sen, 3 Temmuz’da Genel Kurul’unu toplayacak ve delegelerinden “anadilde eğitim”in savunulmaya devam edilip edilmeyeceği konusunda karar vermesini isteyecektir. “Anadilde eğitim” savunulması sürdürülürse sendikanın faaliyetleri sonlanacak, “anadilde eğitim”in savunulmasından vazgeçilirse, belki yeni bir adla sendika faaliyetlerini sürdürebilecektir.
Bu iki seçenek arasında bir karar verebilmek, diğer Eğitim Sen delegeleri gibi benim için de son derece zordur. Zira, “anadilde eğitim”in savunulması yirmi yıla yakın süredir bir çok fedakarlığın ürünü olan sendikamın kapatılması anlamına gelecektir. Böylece, yaklaşık 200 bin eğitim emekçisi sendikasız kalacak ve yeniden bir örgütlenme için her şeye yeniden başlanmak zorunda kalınacaktır.
Buna karşılık, eğitim pedagojisi bakımından da olmaz olmaz olan “anadilde eğitim” savunusundan vazgeçilmesi, her şeyden önce Eğitim Sen’in de en temel ilkelerinden birinden “baskılara boyun eğerek” vazgeçmesi anlamına gelecektir. Bu da Eğitim Sen’in kuruluşundan bu yana sürdürdüğü sermayeden, siyasal erkten bağımsız olma özelliğini ciddi biçimde zedeleyecektir.
İşte, 200 bin eğitim emekçisinin de üye olarak onayladığı eğitimin bu olmazsa olmaz ilkesinden vazgeçilemeyeceğini düşündüğüm için ve baskılar karşısında ilkelerinden, bağımsızlığından ödün veren bir “tabela sendikası”nın üyesi olmayı kabul edemeyeceğim için Genel Kurul’da Eğitim Sen’in “anadilde eğitim” savunusundan vazgeçmesini onaylamayacağım.
Bu elbette benim ve diğer Eğitim Sen üyelerinin örgütsüz kalması anlamına gelmeyecektir. Tam tersine, Eğitim Sen’i bugün Türkiye’de sendikal hareketin öncüsü durumuna getirenler, daha büyük bir inanç ve gayretle çok daha büyük çok daha etkili bir Eğitim Sen’i yaratacaklar ve emek ve demokrasi mücadelesini onurlu bir biçimde sürdüreceklerdir.
e-posta: [email protected]