Yargıtay’ın ikinci kapatma istemi sonrasında, başını ÖDP’nin çektiği Eğitim-Sen’deki hakim sendikal anlayışların durumu da, aynen böyleydi. Kolay yoldan demokratikleşme hevesine kapılan bu AB’ciler, kapatma kararının şokuyla irkilip bu tatlı rüyadan uyanmak zorunda kaldılar. Uyum yasalarının ardına gizlenen şovenizmin çirkin yüzü, onları dehşete sürekledi. Statükocuların gücü gözlerinde büyüdükçe, emekçi memur kitlesine olan güvenleri daha da azaldı. […]
Yargıtay’ın ikinci kapatma istemi sonrasında, başını ÖDP’nin çektiği Eğitim-Sen’deki hakim sendikal anlayışların durumu da, aynen böyleydi. Kolay yoldan demokratikleşme hevesine kapılan bu AB’ciler, kapatma kararının şokuyla irkilip bu tatlı rüyadan uyanmak zorunda kaldılar. Uyum yasalarının ardına gizlenen şovenizmin çirkin yüzü, onları dehşete sürekledi. Statükocuların gücü gözlerinde büyüdükçe, emekçi memur kitlesine olan güvenleri daha da azaldı. Paniğe kapıldılar ve sol duyularını bir yana koyup, tüzüğü değiştirmekte buldular çareyi.
Ama, aymazlıklarına da diyecek yoktu. Şovenizme boyun eğenler sanki kendileri değilmişçesine, mangalda kül bırakmadılar. AİHM’den çıkacak karara göre, bu maddeyi tekrar tüzüğe alacaklarını, hatta “daha sert biçimde tüzüğe yazacaklarını” iddia edebilecek kadar ileri gittiler. Eğitim-Sen’i Eğitim-Sen yapan fiili meşru mücadele çizgisinden gittikçe uzaklaştıran bu anlayış sahipleri, yüzbinlerce eğitim emekçisinin geleceğini AİHM’e ve dolayısıyla yasalara ipotek ettirdi. Oysa Eğitim-Sen, yasalara rağmen boy vermiş ve mücadele ateşinde çelikleşmişti.
Bu akıl yürütme biçimi ve emekçi memur hareketinin ufkunu yasalarla sınırlayan yaklaşım, son derece yanlış ve tehlikelidir. Çünkü AİHM’in kendisi de, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları da, son kertede sınıf mücadelesinin araçlarıdır. Yani burjuvazinin emeğe dönük prangalarıdır. Mesela, Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer, tüzük değişikliğinin sendikanın hukuken açık kalması için yeterli olduğunu ileri sürmektedir. Oysa gerçekte böyle bir “garanti” yoktur. Bu hukuksuzluk davasında kararı, yine burjuvazinin mahkemeleri verecektir. Yani, tüzük değişikliğine rağmen hala kapatma kararı alınması ihtimali mevcut. Her fırsatta haklı olarak, “bu dava hukuki değil, siyasidir” vurgusunda bulunanlar, bu gerçeği bilmiyor mu?
Biliyor, ancak bu başağrısından kurtulmanın en kolay yolunu seçiyorlar. Oysa bu seçim de, öncekiler gibi, Eğitim-Sen’i yasalcılık batağına çekiyor. 4866 Sayılı Sendika Yasası’yla başlayan yasalcılık hastalığı, sendikanın tüm bünyesine yayılıyor ve onu güçten düşürüyor. Eğitim-Sen, her toplugörüşme dönemine daha güçsüz giriyor. Üyelerinin istek ve arzularını yanıtlama, bunun için devletle hak alıcı bir mücadeleye tutuşma kararlılığını yitiriyor. Delegelerden birinin, “Anadilde öğrenimi savunamayan Eğitim-Sen, Kamu Personel Rejimi’ne, Sosyal Güvenlik Reformu’na da karşı duramaz” eleştirisi, bu yüzden haklı ve yerindedir.
Tüzük değişikliği, Alaaddin Dinçer’in iddia ettiği gibi sadece bir usül değişikliği değildir. Bir ilke sorunudur. Eğitim-Sen’in savuna geldiği bilimsel ve demokratik değerlerden bir uzaklaşmadır. Daha da önemlisi, Eğitim-Sen’in dilsizleşmesi ve özgürlüğü haykıran sesinin kısılmasıdır. Bu yüzden, Eğitim-Sen’in, artık bilimin diliyle konuşmaktan, Kürtçeli kardeşleşmelerde buluşmaktan mahrum kaldığını tespit etmek gerekiyor. Tersi, sendikanın kapatılması tehdidinin güncelleşmesidir. Bu kararın altına imza atanların bunu göze almayacağı açıktır. Anlayacağınız, Olağanüstü Kurultay için küçük bir salon tutarak kapılarını devrimci demokrat eğitim emekçilerine kapatanlar, bu kararla kapılarını şovenizme araladılar.
Bu nahoş tablonun en garip figüranları ise yurtsever delegeler olmuştur. Çünkü yurtsever delegeler, ÖDP’nin tüzük değişikliği önerisine onay vermiş ve bu suça ortak olmuştur. Kürt hareketinin yeniden anadil kampanyasını yaygınlaştırdığı, “Zimanême rûmeta me ye*” haykırışlarının yeniden sokaklarda duyulmaya başlandığı bir dönemde, bu talebin yurtsever emekçilerin desteği ile Eğitim-Sen’in tüzüğünden çıkartılmasını maruz görmek, hiçbir koşulda mümkün değildir. Bu delegeler, Kürt halkının gözlerinin içine nasıl bakacaktır, biz merak ediyoruz!
Emekçi memur hareketinde ’95 baharıyla boy veren krizsel durum, son Eğitim-Sen kurultayıyla daha da olgunlaşmıştır. Son kurultay da göstermiştir ki, “memur sendikacılığı” statükosu, KESK’i ve Eğitim-Sen’i çıkışsızlığa sürüklemektedir. Statükoyu koruma adına atılan her adım, fiili meşru mücadele çizgisinden uzaklaşmaya denk düşmektedir. Fiili meşru mücadele çizgisinden her uzaklaşma ise, grevli toplu sözleşmeli sendika talebinin anlamsızlaşmasına…
*Dilimiz onurumuzdur