Eğitim-Sen Genel Kurulu’nun yapıldığı dönem dikkatlice incelendiğinde Dünyada ve Türkiye’de olağanüstü gelişmelerin olduğu bir sürece rastladığı rahatlıkla görülecektir. Amerika’nın Ortadoğu merkezli yeniden harita çizme, sınır oluşturma çabalarının alabildiğince yoğunlaştığı bir dönemde, Küresel sermayenin çıkarlarına ve faaliyetlerine muhalefet eden toplumsal kesimler tamamen susturulmak istenmektedir. “Yeniden yapılanma” olarak kabul ettirilmeye çalışılan sözde değişimle, halkların ve emekçilerin çıkarlarının […]
Eğitim-Sen Genel Kurulu’nun yapıldığı dönem dikkatlice incelendiğinde Dünyada ve Türkiye’de olağanüstü gelişmelerin olduğu bir sürece rastladığı rahatlıkla görülecektir. Amerika’nın Ortadoğu merkezli yeniden harita çizme, sınır oluşturma çabalarının alabildiğince yoğunlaştığı bir dönemde, Küresel sermayenin çıkarlarına ve faaliyetlerine muhalefet eden toplumsal kesimler tamamen susturulmak istenmektedir. “Yeniden yapılanma” olarak kabul ettirilmeye çalışılan sözde değişimle, halkların ve emekçilerin çıkarlarının yerine , ABD’nin başını çektiği küresel sermayenin çıkarlarına uygun bir ortam yaratılmak istenmektedir. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin tamamı emek hareketini içinde bulunduğu olumsuz durumu pekiştirmektedir. Genelkurmay’ın emriyle Ankara Valiliği’nin, tüzüğündeki “anadilde öğrenim” maddesini gerekçe göstererek hakkında suç duyurusunda bulunduğu Eğitim-Sen, bir yılı aşkın zamandır hukuksal ve siyasi mücadele yürüterek bir taraftan haklılığını ve meşruluğunu kamuoyuna anlatmaya çalışırken bir taraftan da örgütsel gücü ile kendisine yönelen tehdidi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği sürecinin toplumu ulusalcı olan ve olmayan üzerinden ikiye böldüğü bu dönemde aynı zamanda yeniden gündeme gelen savaş ortamının da etkisiyle yaratılan şovenizm dalgası, savunduğumuz anadilinde öğrenim talebini ağırlıkla Kürt Sorunu üzerinden tartışılır hale getirmekte ve kimi odaklarca bölünmeye hizmet eden bir talep olarak tartıştırılmaktadır. Oysa ki bize göre anadilinde öğrenin hakkının tanınması, dünyadaki örneklerinde olduğu gibi bölmez, bütünleştirir. Bu şovenist dalga toplumun her kesiminde kendini farklı düzeylerde hissettiriyor. Yargıtay kararından sonra hukuki açıdan sıkıntılı bir süreç yaşayan Eğitim-Sen’in örgüt kamuoyunda bugüne kadar rastlamadığımız ve alışık olmadığımız olumsuz bir tarzla tartışmaların sürdürüldüğüne tanık olduk. Sendikanın içinden geçtiği zor dönemi atlatmasında en büyük dayanağı yürüttüğü mücadelenin yarattığı birlik iken; bu gerçeği görmeden, dar grup çıkarlarına dayalı bir “muhalefet”, süreci bozma ve buradan güç kazanma beklentisini sürdürmektedir. Bu “muhalefet” daha henüz sendika kapanmamışken (ki buna asla izin vermeyeceğiz), yeni bir kurucu süreç örgütlenmesi gerektiğini söyleyerek ve bu doğrultuda hareket ederek, Türkiye’deki en büyük ve etkin emek örgütünü, yani Eğitim Sen’i, gözden çıkardığını tüm demokratik kamuoyuna göstermişti. Kongre öncesi bu tavır kongre gününde de “muhalefet” tarafından sürdürüldü. Özelleştirmelerin ve yargısız infazların naklen yayınlandığı bir dönemde Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük muhalif emek örgütü Eğitim-Sen kapatılmak istenirken, bunu fırsat bilerek yararlanmak arzusuyla yanıp tutuşan birkaç arkadaş grubunun, muhalefet ettiklerini iddia ederek, kendi örgütlerine karşı devşirme bir kitle ile pankart açarak yürümelerinin ve genel kurulu bozmaya çalışan bir tavır takınmalarının ve hatta buna “sol muhalefet” demelerinin fırsatçılık ve kendini bilmezlikten başka bir adı yoktur. Biz birbirimizi çok önceden sıcak mücadele içinde polis barikatlarından, emniyet sürecinden tanırız. Muhalif bir tavrın aslında devlete karşı alındığını da biliriz. Sisteme karşı mücadelenin sıcak pratiğinin ihtiyaçları kapıya dayandığında ortada gözükmeyen bu arkadaş gruplarının, “muhalefet”in daha kolay gözüktüğü sendika içi ortamlarda sıkı tavır almalarını biz yine de hoş karşılıyoruz. İşyerinde, sokakta, hayatın her alanında Kürt Sorunu konusunda ulusalcı bir hatta durarak; anti-anadilci davranarak, tüzüğü inkar ederek günlük hayatını devam ettirmek, Eğitim-Sen devletle cebelleşirken “yakaladık, fırsat bu fırsat, üstüne toprak atalım” mantığı ile hareket etmek, gerçekte anadil duyarlılığı değil, solun bütün renklerinin içinde bulunduğu Eğitim-Sen mozaiğinin kapatılmasını veya dağıtılmasını bekleyerek, oluşabilecek yeni bir kurucu süreçte “bize de bir koltuk düşer” beklentisidir. Sendikal hayat, demokrasi mücadelesinin yaratılan onurlu tarihi üzerine yürür. Türkiye’de faaliyet gösteren kitle örgütleri, sendikalar, meslek odaları ve siyasi partiler tüzüklerine bırak anadili, sisteme muhalif genel doğruları bile yazamazken 15 yıldır sürdürülen fiili ve meşru mücadele hattı ile Eğitim Sen, tüzüğüne yazarak anadili dillendirmiş, bir hukuksal sıkıştırma noktasında “ya hep, ya hiç” demeyerek, örgütlülüğün devamı için, bu talebi akıllardan çıkarmayı değil, tüzükten çıkarmayı uygun görmüştür. Bu mücadelenin geldiği aşamanın bir gerçeğidir ve akıllarından çıkartanlarla, tüzükten çıkartanlar arasındaki farkın ta kendisidir. “Eğitim Sen’i Teslim Etmeyeceğiz” pankartı ile genel kurul salonuna gelen yüze yakın sendikalı ve arkadaş çeperleri kendilerini “muhalefet bloğu” olarak tanımlamışlardır. Bu bloğun en belirgin ortak özelliği yönetsel organlarda bulunamamalarıdır. Görevli arkadaşlara karşı söylenen ağza alınamayacak küfürlü sözlerin karşılığında sendikayı sahiplenme tavrı görünce polis barikatına saldıramayanlar, görevlilere saldırmayı muhaliflik olarak sunmaktadır. Gerginliği yaratanların, salonda yaşananların Eğitim Sen’e hizmet etmediğinin bilincine varmaları ve bu nedenle kendilerini ideolojik olarak sorgulamaları gerektiğine inanıyoruz. Gerginlikler yaşanınca “muhalif” arkadaş topluluklarının bir kısmı, panik halinde, diğerleriyle ilgilerinin olmadığını söylemeye başlamışlar ve kongreyi düşürdükleri durumdaki sorumluluklarından kaçmayı yeğlemişlerdir. Bu noktada çatlayan “muhalefet bloğu”nun en “inançlı” parçacıkları ise Eğitim Sen’e hizmet etmeyen tavırlarını sürdürmüşlerdir. “Muhalif”ler, bozmayı başaramadıkları kongrenin ardından ise “devrimci” eleştiri yazıları yazarak düştükleri zayıf durumdan kendilerini kurtarmak istemektedirler. Biz her zaman eleştirileri gelişmenin bir parçası olarak görür ve değerlendiririz. Tabi ki bazen bu bakış açımıza dahil edemeyeceğimiz yazılar da karşımıza çıkar. Biz yine de hakkımızda yazanların büyüklüklerine ve etkinlik kapasitelerine bakmaksızın, onlardan bazı etik kurallara uymalarını bekleriz. Kendilerine “devrimci” sıfatlar takarak ortada dolaşanlar en azından devrimci ahlak gereği yaşananları ve yapılanları namusluca anlatma sorumluluğu taşımalıdırlar. Araya insan koyarak görüşme isteğinde bulunup, görüşmede olanları doğruca yazıya dökme sorumluluğu gösteremeyenlerin; görüşmenin sonucunda varılan ortak sohbet toplantısını, “bu … gruplardan bir şey olmaz” diyerek iptal edenlerin; ortak sohbetleri, olmayan toplantının sonuçları gibi aksettirenlerin yazdıkları yazıları, kendilerine yakıştırdıkları sıfat ne olursa olsun devrimci ve dost görmemiz mümkün değildir. Bu yazılardan birinde “yöneticiler açısından bu olağanlaşmış ayak oyunlarını, kandırma diyaloglarını, yalan beyanları ve ‘sendikal geyikleri’ anlatmamızın nedeni ortada bir ‘baskın’ falan olmayıp, tersine tam bir açık muhalefet çalışmasının olduğunu aslında kendilerinin de çok iyi bildiğidir” deniyor. Kişisel görüşmeleri zorlayan ve bu görüşmelerde kıymetli blok için değersiz sıfatlar kullanan ve kendilerini bloğun önderleri olarak sunanların yukarıdaki satırları yazarken düştükleri ruh halini anlamak için psikolog olmaya gerek yok. Yürütülen “muhalefet” beklenen sonucu vermediğinde, blok önderliğinin polemik için elinde kalan malzeme doğal olarak “sendikal geyikler” oluyor. Ama biz yine de arkadaşlardan bunları da doğru aktarmalarını bekleriz. Tesadüf o ki,
bir polemik yazısı olmaya niyetlenip de içerik yaratmakta zorlanan aynı metinde, Genel Başkan’a ilişkin “yönetim, sorunun çözümünü Alaaddin Dinçer’in derin temaslarına terk etmişti ” gibi iddialar da yer alıyor. Düzeyli bir cevap vermekte oldukça zorlandığımız bu iddia konusunda metin yazarlarına tavsiyemiz, onbeş yıllık mücadele tarihimize dönüp bakmaları olacaktır. Tarih, bedel ödeyenlerle mücadeleyi bir film şeridi gibi seyredenler arasındaki farkı her zaman yazacaktır. Genel Kurula Dönük Bu Saldırgan Tutum Neden Takınıldı? 3 Temmuz’da yapılan genel kurul sürecinde yaşananlar kendisini önceden hissettirmişti. Kapatma davasında Yargıtay’ın kararından sonra yaşanan süreç, iki taraflı bir saflaşma yarattı; bir tarafta mücadelenin geldiği aşamayı, içinde bulunduğumuz konjonktürü, önümüzdeki dönemde karşımıza çıkabilecek yeni durumları politik bir çerçevede değerlendirmeye ve eğitim emekçileri mücadelesinin bütünlüğünün çıkarlarını gözetmeye çalışanlar (ki bu tarafın içinde tüzük değişikliğini istemeyenler de vardı), diğer tarafta herhangi düzeyde bir politik derinlik taşımaksızın tek hareket noktasını tüzük maddesinin değiştirilmemesi üzerine kurarak, sıkışan süreçten faydalanmaya ve sadece kendisini büyütmeye çalışanlar (ki bu tarafın içinde anadilde öğrenim hakkını “her zaman” savunmayanlar da vardı). Burada Eğitim Sen’e ilişkin söyleyecek sözü olanların söz haklarına denilebilecek herhangi bir şey yok. Eğitim Sen, kapatma davası sürecinin tümünde devlete karşı dururken, hukuksal açıdan cendereye alındığı son dönemde, bunu fırsat bilip dış kamuoyuna ve devlete, bir bütünlük içinde olmadığımızın mesajını vermeyi seçmek, çok da devrimci bir yönelim olmasa gerek. Genel kurul salonunda “Eğitim Sen’i Teslim Etmeyeceğiz” diye pankart açmak dahil genel kurulun çevresinde geliştirilen tutum eğitim emekçileri örgütlülüğüne yaramamıştır. Örgütlülüğe yaramayan bir davranışın neye hizmet ettiğini kendini bilen bilir. Herkes kendini beğendiği bir sıfatla tanımlayabilir. Ancak bir de o sıfatları hak etmek sorunu vardır. Genel kurulda oluşabilecek kaotik ortamdan yararlanma heveslerinin, bize yakışan sıfatlarla açıklanması ise asla mümkün değildir. Eğitim Sen, bugün kapatma davası biçiminde karşımıza çıkan, önümüzdeki dönemde başka biçimlerde ortaya çıkması mümkün gözüken tüm saldırırları göğüsleyecek ve güçlenmeye devam edecek birikime sahiptir. DSD’liler olarak biz, örgüt bütünlüğünün grup ve birey çıkarlarının üstünde olması gerektiğine olan inancımızla kendi doğrularımızı savunurken, örgütün zorlanmaması gerektiğine inanıyoruz. Yazılan yazılarda kullanılan üslup yazanları bağlar. Bizim ise durduğumuz noktanın verdiği sorumlulukla söyleyebileceğimiz şey, zorlu bir dönemden geçerken, irili ufaklı tüm grup ve arkadaş çevrelerinin, sözlerinin anlamını iki kere düşünerek söylemeleridir. Herkesi samimiyete davet ediyoruz. İleriki zamanlarda mücadelenin daha da ısınacak günlerinde, pişman olunacak, altından kalkılamayacak sözler söylemek hiçbir arkadaş çevresini politik bir grup yapmaz. DSD, bu süreçte sendikal mücadelenin bütünlüğünü nasıl savunduysa bundan sonra da aynı kararlılıkla ve inançla savunmaya devam edecektir. Yola aynı devrimci anlayışla devam edeceğiz. Herkesi de Eğitim Sen’i yeni mücadele günlerine taşıyacak bu kararlılığa ve sorumluluğa davet ediyoruz.