Sınıf mücadelelerinin çok çetrefilli olduğunu, sürekli strateji ve taktikler salınımında geliştiğini biliyoruz. Yine biliyoruz ki geri adımlar, yenilginin yaşandığı noktada zafere ulaşmak için örgütsel, ilkesel güvencelerin sağlanmasıyla tarihsel bir anlam kazanır. Bu bakımdan Eğitim Sen’in yapmış olduğu bu Olağanüstü Genel Kurul, ne yazık ki ilkesel güvenirliliğin yitirildiği, üyelerin dinamizmine dayanan örgütsel güvencenin zedelendiği bir geriye […]
Sınıf mücadelelerinin çok çetrefilli olduğunu, sürekli strateji ve taktikler salınımında geliştiğini biliyoruz. Yine biliyoruz ki geri adımlar, yenilginin yaşandığı noktada zafere ulaşmak için örgütsel, ilkesel güvencelerin sağlanmasıyla tarihsel bir anlam kazanır. Bu bakımdan Eğitim Sen’in yapmış olduğu bu Olağanüstü Genel Kurul, ne yazık ki ilkesel güvenirliliğin yitirildiği, üyelerin dinamizmine dayanan örgütsel güvencenin zedelendiği bir geriye savruluşun acı tablolarıyla sahnelenmiş bir oyun olarak gerçekleşti. Bu oyunu bozmak için kararlılıkla mücadele eden diğer üyelerle birlikte yüreğim dağlanarak bir noktaya kadar orada durabildim. Özellikle baştan hipnotize edilmiş belli bir delege toplamının, biz üyelerin salona alınmamasına bile tepki göstermemelerini, hatta bazılarının orayı çiftlikleri sanmalarını gördüğümde bu trajedi karşısında göz yaşlarımı tutamadığımı belirtmek isterim.
1987’den itibaren kamu emekçilerin sendikal hakları ve örgütlenmeleri için başlatılan mücadelenin içinde bulunmuş, 1990’da Eğit-Sen’in kuruluşunda rol almış, 1994’te Hatay Şube Başkanlığı yapmış, 1995’te Eğitim Sen’in kurucuları arasında yer almış, bu çabalarından dolayı sürgün ve benzeri cezalara çarptırılmış biri olarak göz yaşlarımı dışıma akıttığımdan çok içime gömdüğümün de bilinmesini isterim. Bu trajediyi benim gibi yaşayan yüzlerce eğitim emekçisi vardı orada, ülkenin dört bir yanında binlerceydi bu insanlar. Bu duygu yoğunluklu durumun-yorumun dışına çıkarak şu soruları kendimize sormamız gerekiyor: Neydi bizi böyle bir trajediyle karşı karşıya getiren unsurlar? Başka türlüsü, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi mücadelesi tarihine kara değil de altın harflerle yazdırılacak bir Genel Kurul düzenlenemez miydi? Bu sorulara yaşadıklarım ve gözlemlerim üzerinden açıklık getirmeye çalışacağım.
1990’da Eğit-Sen ve Eğitim-İş olarak örgütlenme sürecini başlatıp 1995’te Eğitim Sen adını alan bu demokratik mücadele, sınıf mücadelesinin de önemli bir parçası haline gelmişti. Kamu emekçilerinin diğer işkollarında örgütlenerek oluşturdukları KESK de, Türkiye işçi sınıfının dinamik bir parçası haline gelmeye başladıktan bu yana, bu dinamik yapıyı etkisiz hale getirmek için içten ve dıştan birçok müdahaleler yapılmıştı. Bunun sonucunda da 1990’ların başındaki meşru ve fiili sendikacılık sürecinin dinamizmini belli ölçüde yitirmesine karşın KESK, bugün yeniden ve daha nitelikli-güçlü bir sınıf sendikacılığının da adresi olmak durumundaydı. Birçoğumuzun belleğinden silinen 1995’te Türkiye’nin altına imza attığı ve 2005’te uygulamaya geçecek olan GATS’ın bir gereği olarak eğitim ve sağlık başta olmak üzere bütün kamu hizmetlerinin piyasaya açılması, başka bir deyişle ticarileştirilmesi için her türlü engelin etkisizleştirilmesi, mümkünse sendikaların da kapatılması gerekiyordu. İşte tam da bu noktada, KESK’in en güçlü ve dinamik bileşeni olan Eğitim Sen üzerinde “kapatma davası” gibi ciddi bir oyun oynanmaya başladı. Çünkü “Apolet Yasası”, Kamu Personel Rejimi Yasa Tasarısı, Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı, eğitimde piyasacı “Yapılandırmacı Müfredat Programı” gibi onlarca başlıktan oluşan toplu saldırı politikasını, ancak sendikaların etkisizleştirildiği bir ortamda hayata geçirmek mümkün olabilirdi. Yani dikensiz bir “arka bahçe” istiyordu emperyalist ve kapitalist güçler.
Gelelim Eğitim Sen’in kapatılması için Genel Kurmay’ın andacıyla başlatılan mahkeme sürecine… Dava gerekçesi sayılan ve kimilerince “yumuşak karın” olarak adlandırılan “anadilde eğitim hakkı”nı tüzüğünde savunduğu için 1996 yılında da Ankara Valiliğinin istemiyle Eğitim Sen hakkında kapatma davası açılmış, Eğitim Sen Mart 1996’da ortaya koyduğu kararlı direnişle bu davanın geri alınmasını sağlamıştı. Daha sonra benim de içinde yer aldığım 1998’de yapılan Demokratik Eğitim Kurultayı’nda “anadilde eğitim”le ilgili açılımlarımız nedeniyle Ankara 2 No’lu DGM tarafından 1999’da açılan davada Eğitim Sen beraat etmişti. Türkiye’de bu süreç hiç yaşanmamış ve Eğitim Sen alnının akıyla ve bilim ahlakıyla bu süreçten başarıyla çıkmamış gibi 2004’te bu kez, 2002 yılında Çalışma Bakanlığı tarafından onaylanan tüzüğünün “Amaçlar” bölümünde geçen “anadilde öğrenim”i savunduğu için Genel Kurmay’ın bir andaçla Çalışma Bakanlığı’nı devreye sokmasıyla başlayan hukuk dışı ve anti-demokratik bir yöntemle kapatma davası başlatılmıştı. Avrupa Birliği gibi emperyalist bir bloğa şirin görünmek için Türkiye’de başka dil ve lehçelerde kurs, yayın faaliyetlerini başlatan Milli Eğitim Bakanlığı ve TRT ortada iken, bunu bilimsel ve hukuki temellerde savunan Eğitim Sen’in kapatılması amacıyla dava açılması, abesle iştigal etmenin ötesinde burjuva hukukunun “havuç-sopa” uygulamasından başka bir anlama gelmemekteydi.
Durum bu denli kör parmağım gözüne şeklinde ortada iken, Eğitim Sen ve bağlı bulunduğu KESK yönetimleri, süreci doğru okumayıp “AB merkezli bir demokratikleşme rüzgarı”na bel bağladıkları için, kapatma davası sürecinde KESK’in merkezinde durduğu tüm ilerici sınıf sendikalarının, demokratik kitle örgütlerinin, devrimci partilerin, bilim ahlakına sahip dilbilimci, eğitbilimci ve aydınların katılımıyla bu davayı toplumsal bir konu haline getirmekten özellikle kaçınmışlardır. 200 bine yakın üyesi olmakla övünen Eğitim Sen yönetimi, “görev savma” misali yaptığı bazı gösterilere birkaç bini aşmayan üyesini ancak katabilmişti. Hele hele son dönemde yapılan basın açıklamalarına yüzlerce kişi bile katılmaz olmuştu. Sürecin bu şekilde gelişmesi de gösteriyordu ki mevcut yönetimlerde yer alan sendikal anlayışlar, AB kurumları, ETUC ve Eğitim Enternasyonali gibi kuruluşlardan gelen baskılarla bu davanın beraatla sonuçlanacağına inanıyorlardı. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu oybirliğiyle sendikanın kapatılması yönünde karar alınca, büyük bir şok yaşayan bu yöneticiler, ne yapacaklarını şaşırdılar. Sınıf sendikacılığı bilinciyle donanmış üyelerin aktivitesiyle ancak o gün Kızılay’a insanlar dökülebilmişti. Gerçek bu denli çıplaklığıyla kendini gösterirken Eğitim Sen MYK’sı hâlâ “AİHM’e gitmek”ten söz ediyordu. Yani bu süreçte ne yapmak gerektiğini, daha önce de hiç yapmadığı için, üyesini harekete geçirerek kararlaştırmak yerine, bürokratik ve diplomatik yolculuğuna devam etmeyi tercih ediyordu.
Evet, böylesine işyeri örgütlenmesi zayıflayan, üyenin inisiyatifini hiçe sayan bir sendikanın, giderek toplumsal alanının daralacağı, hatta üyelerinin büyük çoğunluğunun bile tepkisini alacağı da gün gibi ortadaydı. Bu sürece müdahale etmeye çalışan üyelerin, sınıf sendikacılığını savunan anlayışların tüm sözlü ve yazılı uyarıları ve önerilerine karşın Eğitim Sen MYK’sı, yaptığı bürokratik ve diplomatik girişimlerden aldığı “feyz”le Olağanüstü Genel Kurul düzenleyip tüzüğün ilgili maddesini değiştirerek “örgüt”ü kurtaracağını kitlelere empoze etmeye başladı. Bu doğrultuda basına açıklamalar yaptılar, ilanlar verdiler ve dar grup toplantılarıyla günahlarına başka insanları da ortak etmeyi planladılar. Eğitim emekçilerini tatil atmosferine girdiği 3 Temmuz’da bu Genel Kurulu toplayarak, yangından mal kaçırırcasına her şeyi yoluna koyacaklarını düşünen mevcut yönetimdeki anlayışlar, her aklı başında üyenin şu soruları soracaklarını hiç mi akıllarına getirmiyorlar :
1. Madem bu tüzük maddesinin değiştirilmesi, sendikanın ilkelerinden v
azgeçmek anlamına gelmiyor, öyleyse yarın “Siz parasız, bilimsel, laik eğitimi de savunamazsınız” dediklerinde nelerinden vazgeçmiş olacaklar?
2. 1990’lı yıllardan bu yana “anadilde eğitim”i savunduğu, bu konuda yazıp çizdiği için yargılanan, soruşturma geçirip sürgün gibi bedeller ödeyen üyelerin günahı neydi? Bu insanlar enayi miydi? Bu konuda bedel ödeyen insanlar sayesinde “anadilde eğitim”in önemi gündemleşmemiş miydi?
3. Madem Eğitim Sen bu madde değişikliğiyle kapatılmaktan kurtarılacaktı, o zaman bir yıldır binlerce insanı sokaklarda niye süründürdünüz? Bu iş bu kadar kolay ve basit idiyse, niye o zaman bu “cesaret”i göstermediniz?
4. “Anadilde eğitim” Türkiye’nin siyasal ve kültürel konumundan kaynaklı olarak sanki sadece “Kürtçe eğitim”miş gibi algılandı ve birileri bu yanlış algılamadan kendilerine sürekli pay çıkardılar. Oysa bilimselliği savunan bir eğitimci, bu eğitimcilerin oluşturduğu bir sendika “anadilde eğitim”i şunun bunun gül hatırı için değil, temel insan hakkı ve dilbilimle eğitimbilimin vazgeçilmez bir öğesi olduğu için savunur. Bu hak, emperyalist kültürün dünya genelinde yaygınlaştırılmaya çalışıldığı bugünkü koşullarda tüm ezilen ve sömürülen uluslar, halklar için geçerlidir. Kürtler kadar Türkler, Quebeckler kadar Pomaklar için de önemlidir.
Bu sorular çoğaltılabilir. Gelinen son noktada Genel Başkan Alaattin Dinçer’in deyişiyle “Birkaç dişi çekilmiş sendika”nın üyesi olarak daha da geriye gitmeyi mi kabul edeceğiz, yoksa bu trajediyi Türkiye eğitim emekçilerine yaşatan mevcut Eğitim Sen yönetimini ve ona payanda olan AB’ci, liberal ve ücret sendikacılığını tarihe mi gömeceğiz?
Önümüzdeki süreç bu yol ayrımının temel taşlarıyla örülecektir.
7 Temmuz 2005/ iscikonseyi.org