Dilin kullanımı ile ilgili yasalar, kurallar eğitim müfredatı ve kurum açma meselesi siyasal bir sorundur. Bunun kararı siyasal alanın siyasal örgütlerince verilir. Ancak eğitimcilerin örgütü bu hakkı, insan hakları ve eğitim bilimi/pedagojisi açısından savunmalıdır. Eğitim Sen de bu ilkeyi yıllardır savunageldi. Bu hakkı savunmak aynı zamanda ve esas olarak temel insan haklarından düşünce, ifade özgürlüğü […]
Dilin kullanımı ile ilgili yasalar, kurallar eğitim müfredatı ve kurum açma meselesi siyasal bir sorundur. Bunun kararı siyasal alanın siyasal örgütlerince verilir. Ancak eğitimcilerin örgütü bu hakkı, insan hakları ve eğitim bilimi/pedagojisi açısından savunmalıdır. Eğitim Sen de bu ilkeyi yıllardır savunageldi. Bu hakkı savunmak aynı zamanda ve esas olarak temel insan haklarından düşünce, ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmelidir ve bu nedenle cezalandırılamaz. Bu bağlamda Eğitim Sen hakkında açılan davanın hukuki değil, siyasi bir dava olduğu açıktır ve anadil konusu Kürt sorunu karşısında, şovenizmin depreştirilmesinin en önemli manivelalardan biri olarak kullanılmaktadır.
Buna rağmen, Eğitim Sen, kapatılma tehdidi karşısında olağanüstü genel kurulda tüzük değişikliğine gidiyor. Biz, Devrimci Öğretmen grubu olarak, sendikanın “kapatma davasına konu olan tüzük maddesini çıkartmayı” doğru bulmadığımızı daha önceden açıklamıştık.
Her şeyden önce bilinmelidir ki, sendikayı bu kadar içinden çıkılması zor bir duruma düşüren, bizzat yıllardır yönetimi elinde tutan grupların kendileridir. İzlediği bürokratik çizgiyle, “sendika yasasının” çıkışını etkisizce geçiştiren; tüm toplu görüşmelerde suya sabuna değmeyen; nemaların geri alınmasında hiçbir rol oynamayan; tüm neoliberal politika ve yasalara karşı etkisiz çıkışlarla durum geçiştirmeyi bir sanat haline getiren mevcut yönetim artık üye kitlesinden büyük bir hızla kopmaktadır.
Bu olağanüstü kongre süreci ise, birçok açıdan tam bir dönemeçtir. Bu sürecin temel olumsuz etkileri iki yönlüdür. Birincisi, geniş üye tabanı açısından yönetimin had safhadaki tutarsızlığı büyük bir yıpranmaya yol açmaktadır. Devletin saldırısına karşı hiçbir cevap vermeksizin geri adım atmayı tek seçenek haline getirmek, esas olarak kitlelerin gerici duygularına prim vermektedir. Aynı zamanda da kitlelerin gözünde suçlamaları kabullenmiş bir görüntü oluşturmaktadır. Bu nedenle sendikadan uzaklaşma eğilimini beslemektedir. (Ayrıca Kürt sorunu ve Ortadoğu’nun mevcut konjonktürü sürdüğü sürece bu tür problemlerle sürekli yüz yüze kalınacaktır.
Burada yapılması gereken eğitimin evrensel ilkelerinden tavizler vermek değil, egemenlerin zayıf karınları olan liberal politikalara karşı cepheden ataklar düzenlemektir. Yani bu sıkışmışlıktan ancak karşı saldırılarla çıkılabilir.) İşte tam da bu noktada ikinci olumsuz etken rol oynamaktadır. İşyerlerinde Eğitim Sen’in gerçek yükünü çeken kadrolar dışlanmanın ve sürekli geri adım atılmasının yarattığı demoralizasyonun altında ezilmektedirler. Sendikayı omuzlayan bu kadrolar, çareyi kendi köşelerine çekilmekte bulmakta, kitleden ve süreçten uzaklaşmaktadırlar. Büyük bir hızla geleneksel sendikacılığın her tür musibeti eğitim emekçileri hareketini içten içe çürütmekte ve daha da hareketsizleştirmektedir.
Son IMF paketi, öncelikle kamu personelinin özlük haklarını ve ücretlerini biçerek güvencesizliği yasal bir çerçeveye sokmayı hedeflemektedir. Böyle bir dönemde, Eğitim Sen’den başlanıp KESK, BES ve Tüm-Bel-Sen’e doğru genişleyen bir kapatma tehdidi karşısında, Kamu Çalışanları Hareketinin tamamen içe kapanarak, nedamet getirircesine geri adım atmaya zorlanması, yönetimdeki sendikal tarzın açmazıdır. Oysa pekala egemenlerin bu saldırısına, Kamu Çalışanları Hareketi köşeye sıkışmadan İMF paketini engelleyecek/zora sokacak karşı saldırılarla cevap verebilirdi. Ancak hareketin son yıllarda yasalcılık ve bürokratik-geleneksel sendikacılık çizgisine artan bir hızla yönelmesi, yapılabilecekleri sınırlandırmaktadır.
Yönetim Kurulunun mevcut “teslimiyetçi” çizgisi ise, gittikçe derinleşmektedir. Anadil konusunda da, bu hatalı çizgiyi savunabilmek için Yönetim Kurulu, bizim savunduğumuz çizgiden “öcüler” türetmeye ve kendi çizgisini de “aklın yolu” olarak göstermeye yönelmektedir. Yönetim Kuruluna yakın çevreler, “Eğitim Sen’in ilkelerine açıkça ve tavizsiz bir biçimde sahip çıkmamız gerektiği” düşüncemizin “sendikamızın birliği için bir tehdit oluşturduğu” görüşünü yaymaktadır. Bu görüş tamamen yanlıştır, asılsızdır ve temelsizdir. Eğitim emekçilerinin sendikal birliği büyük bir mücadele sürecinde yaratılmıştır ve somut ifadesini, fiili meşru, militan, bir mücadele anlayışı ve demokratik merkeziyetçi yönetim ilkelerinde bulur. Eğitim emekçilerinin birliği, onun bu ilkelerini korumaktır.
Eğitim emekçilerinin birliğinin bozulması tehlikesi bu ilkelerden vazgeçilmesiyle ortaya çıkacaktır. Biz tüzüğümüzde altı çizilen ilkelerin değiştirilmesine, mücadele anlayışımızın ve birlik temelimizin zayıflatılmasına engel olmak için karşı çıkıyoruz!
Eğitim Sen’de yönetimin çoğunluğu; “Tüzükteki ana dille ilgili madde kaldırılır ve davaya konu olan durum ortadan kalkar. Ya da bu şekilde yola devam ederiz ve sendika kapatılır. Anadilde eğitimi savunmak için tüzükte bunun yazması gerekmiyor. Örgüt açık kalmalı ki anadilde eğitimi savunmaya devam edebilsin.” demektedir.
Bu akıl yürütme biçimi ve bu yaklaşım son derece yanlış ve tehlikelidir. Özellikle DSD ve Sendikal Birlik, tüzük değişikliğinin sendikanın hukuken açık kalması için zorunlu olduğunu ileri sürmektedir. Oysa gerçekte böyle bir “garanti” yoktur. Tüzük değişikliğinin ardından sendika kapatılmazsa, bunun da bir diyetinin olacağını ve bu diyeti bütün Kamu Çalışanları Hareketinin ödeyeceğinin farkında mıdırlar? Diğer yandan “ilkelerin savunulabilmesi için örgütün açık kalması gerektiği”ni savunan bu gruplar, örgütün mahkeme tarafından kapatılması halinde ilkelerini savunamayacağını ilan etmiş olmaktadırlar!
Ayrıca özellikle DSD grubu sözcüleri olur olmaz her zeminde, “önemli olan meşru-fiili mücadeledir, yasaların getirdiği sınırlar bizim için esas değildir” gibi sözlerle aslında istenildiği gibi geri adım atılabileceğini, bunun da kimseyi “bozmayacağını” ileri sürmektedirler. Bu tam bir demagojidir. Zira Kamu Çalışanları Hareketi zaten yıllardır keseden yemekten ve geri adım atmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır. Son 7-8 yıldır hareketin tek bir ciddi kazanımı yoktur. Bu koşullarda (üstelik de temel ilkelerden) verilecek bir taviz, bu geriye düşüşü hızlandırmaktan başka hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Meşru-fiili sendikacılık anlayışı, bu denli temel ilkesel konulardaki çatışmalarda daima ahlaki bir sınav ile karşı karşıya olunduğunu bilmekten ve yüksek bir ahlaki tutumu savunmaktan geçer. Yoksa her kolaya kaçmanın gerekçesi olarak “yasalar önemli değildir” demek meşru-fiili tarzın tutumu asla olamaz Bu nedenle de, bu kadar kritik bir dönemeçte atılacak geri adım, yasalcı-geleneksel-bürokratik sendikacılık tarzının yerleşmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır.
Üstelik, “ya kapatılma ya da tüzük değişikliği” gibi sığ bir ikilemle karşı karşıya değiliz. Hukuki zemin içinde dahi direnme biçimleri üretmek mümkün olduğu gibi, başkaca fiili direnme biçimleri de üretilebilir. Mesele bu soruna hangi perspektifle yaklaşıldığıdır. Eğer yasallık ve geleneksel sendikacılık sınırlarına sıkışan bir zihniyetle yaklaşılırsa (tıpkı genel merkezdeki anlayışlar gibi), elbette bu “baş ağrısından(!)” kurtulmak için bir an önce tüzüğü değiştirmek en kolay ama en sakıncalı yoldur.
Oysa direnme yönteminin hem hukuki hem de fiili olanakları mevcuttur, yeter ki direnme tercihi ya
pılsın. Ayrıca asıl ihtiyaç, eğitim alanında yaşanan devasa neoliberal dönüşüme karşı verilecek mücadelenin yeni gereklerine uygun, yeni bir fiili mücadele zemini tarif eden bir tüzük değişikliğidir. Eğitim emekçilerinin tümünü ve bundan etkilenen tüm kitleleri; sözleşmeli-ücretli eğitim emekçilerini, velileri “demokratik-parasız-nitelikli-anadilde eğitim mücadelesinin” bir parçası olarak tarif edecek ve bu mücadelenin ana motoru haline gelecek bir Eğitim-Sen hedeflenmelidir. Bugünün gerçek ihtiyacı budur. AKP’nin eğitim alanını gericiliğin gelişmesinin en önemli zeminlerinden biri haline getirmek istediği; IMF’nin tüm eğitim personelini de sözleşmeli hale getirmeyi amaçladığı; egemenlerin pedagojinin evrensel bir doğrusunu sümenaltı ettirirken, şoven-baskıcılığı yasallaştırmayı hedeflediği bir dönemde, bunların tümüne karşı topyekün yeni bir fiili-meşru-militan ve kitlesel bir mücadele çağrısıyla yola çıkılmalıdır. Eğitim-Sen genel kurulu geri adımlar atıp, daha da köşeye sıkışmanın değil; derin bir soluk alarak, yeni bir mücadele zemini inşa etmenin başlangıcı olmalıydı.
Tam da bu noktada Demokratik Emek Hareketi (Yurtsever Öğretmen) grubu bugüne değin sendikal mücadeleye faydacı biçimde yaklaştı. Avrupa Birliği ile iyi geçinmek için liberal politikalara onay verdiler. AB standartlarının ve İLO tarzı sendikacılığın KESK’te yerleşmesinin başını çekerek, sendikal kadroların neo-liberalizmden derinden etkilenmesinin kapılarını ardına dek açtılar. “Yerel Yönetim Reformu”, “Kamu Reformu” gibi neo-liberal programlara tümüyle ya da kısmi destekler vererek, Kamu Çalışanları Hareketinin neo-liberal politikalar karşısında tereddütler yaşamasına ve etkisiz hamlelerle durumu geçiştirmesine büyük katkılarda bulundular. Kamu Çalışanları Hareketini esas olarak Kürt ulusal hareketine lojistik destek sunan bir zemin olarak değerlendirdiler. Oysa geniş kitleler karşısında Kürtlerin haklarının savunusu ancak neo-liberalizme karşı etkili ve militan bir karşı çıkışla tolore edilebilir(di). Zira neo-liberalizm karşıtı bir politik program, yoksulluğun en geniş zeminini oluşturan Kürt yoksullarını harekete geçirerek, Kürt sorunu ile yoksul/emekçi kitleler arasında güçlü bir kardeşlik bağı tesis ederek şovenizmi boşa düşürebilir(di). Kürt Ulusal Hareketi açısından, AB’ciliğin ve Ortadoğu’da ABD’yi karşıya almama çizgisinin bedeli Türkiye’de liberalizme ve emperyalizme karşı duyulan öfkenin gerici kanallara akmasının hızlanmasıdır. Hal böyle olunca, Eğitim-Sen yönetimindeki bürokratik-yasalcı sendikal çizgiler, birçok konuda devletle karşı karşıya gelmemeye özen gösteriyorken, “anlaşılır biçimde” Kürt sorununda devletle karşı karşıya gelmekten fazlasıyla tedirgin olmaktadırlar. Faydacılığı ana tarz olarak benimseyen, geleneksel sendikal ilişkilere fazlasıyla gömülmüş olan Demokratik Emek Hareketi, tam bir ahlak sınavı vermesi gereken anda yalpalayabilmekte ve atılan geri adıma şu ya da bu biçimde ortak olabilmektedir.
Bizler Devrimci Öğretmen olarak, sendikal hareketin neo-liberal politikalarla doğrudan ve cepheden hesaplaşacak bir çizgiye yönelmesini; bunun için güçlü bir iç hesaplaşmaya girmesini; sendikaları bürokratikleştirerek birer “stk” haline getiren geleneksel çizgiyle araya mesafe koymayı; mevcut üyelerin yanı sıra, öncelikle sözleşmelileri ve yoksul velileri kapsayan bir “parasız eğitim” mücadelesinin yürütülmesinin bir zorunluluk olduğunu bir kez daha yineliyoruz. Bu yönelimin gereği, anadil konusunda direnmektir. Biz sendika yönetimine “direnme perspektifi” çerçevesinde atılması gereken adımları çeşitli biçimlerde ilettik. Ancak şimdiye kadar bunların ciddiye alındığına dair bir emare görmedik. Genel Merkez yönetimi bu konuda da kitleye güvenerek sorunları şeffaf bir biçimde paylaşmak yerine kapalı kapılar ardındaki kulisleri tercih etti. (Bu yöntemler de geleneksel sendikacılığın Eğitim-Sen’de ne denli kökleştiğinin göstergesidir.)
Devrimci Öğretmen olarak, bu yanlış politikaların sonuçlarının örgütümüze vereceği zararlardan bu Yönetim Kurulunu oluşturan grupları sorumlu tutacağımızı duyuruyor, Eğitim-Sen içinde yer alan tüm duyarlı kişi ve grupları ise, sendikal hareketin bütününü değiştirmeye dönük inatçı bir mücadeleye davet ediyoruz..
DEVRİMCİ ÖĞRETMEN
*Bu bildiri 03/07/2005 tarihinde Ankara’da gerçekleştirilen Eğitim Sen Olağan Üstü Genel Kurulu’nda Devrimci Öğretmen tarafından, Eğitim Senüye ve delegelere dağıtılmıştır.