Eğitim-Sen Genel Kurulu’nda üyelere küfredildi, tekme atıldı, delege kartları yırtıldı, salona girmeleri engellendi. Üyeler bu duruma ‘Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız ya siz?’, ‘Eğitim-Sen’i teslim etmeyeceğiz’ sloganları ve ‘Gün doğdu’ marşıyla cevap verip ‘barikatlarınız bize vız gelir’ diyerek barikatı zorlayıp aştılar. Bu şekilde başlayan bir haber yapılsa, konunun uzağında kalmış bir okuyucudan ” Eee […]
Eğitim-Sen Genel Kurulu’nda üyelere küfredildi, tekme atıldı, delege kartları yırtıldı, salona girmeleri engellendi. Üyeler bu duruma ‘Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız ya siz?’, ‘Eğitim-Sen’i teslim etmeyeceğiz’ sloganları ve ‘Gün doğdu’ marşıyla cevap verip ‘barikatlarınız bize vız gelir’ diyerek barikatı zorlayıp aştılar.
Bu şekilde başlayan bir haber yapılsa, konunun uzağında kalmış bir okuyucudan ” Eee gayet normal, daha önce de olmuştu. Devlet saldırır, barikat kurar, emekçiler de bu duruma direnir gayet tabii” gibi bir cevap alabiliriz.
Ama bu sefer her şey bu “rutin” içerisinde gerçekleşmedi. Yukarıda yaşananların hepsi doğru, ama roller farklı! Saldıran ve barikat kuran devlet değil, sendika yönetimindeki 4’lü ittifak, yani tam bir çete mantığıyla hareket eden DSD (“Devrimci” Sendikal Dayanışma-ÖDP) başta olmak üzere, SB (Sendikal Birlik-İP-CHP) , Yurtsever Emekçiler ve EMEP ittifakıdır.
Peki, bu aşamaya nasıl gelindi? Eğer bu soruyu “Devletin sendikayı kapatması nasıl böyle bir ayrıma sebep oldu?” şeklinde sorarsak (ki birçok grup ve/veya şahıs böyle yapıyor). Konunun münferit bir olay olduğu, üyelerin karşılıklı duygusal davrandığı, daha fazla büyümeden konunun tatlıya bağlandığı, yaraların sarılacağı, yapılan tüzük kurultayından daha da güçlü çıkıldığı gibi bir takım gereksiz cevaplar verilebilir.
Ama hayır, bu süreç ve yol ayrımı ne kapatma kararından sonra, ne 2002’deki tüzük değişikliği geri adımından sonra, ne 4688 sayılı sendika kanunun kabulünden sonra başladı. Bu süreç memurların devlete karşı mücadele etme kararlığını göstermeye başladığı zaman başladı. Başlangıçta sınırlı da olsa sınıfsal bakış açısıyla kendini var eden ve kendi gündemlerini ve taleplerini yaratan memurların sendikal mücadelesinde, özellikle mevcut anlayışların sendika yönetimlerine gelmesi ve devrimcilerin bu duruma yeteri kadar müdahale edememesi, yol ayrımını başlatmıştır. Bu yol ayrımı, sendikanın aynı hakim zihniyetler tarafından, yine devrimcilerin yeteri kadar mücadele edememesi sonucu devletin dayattığı 4688 sayılı sendika kalıbının içine sokulmasıyla yaşanmıştır. Başlangıçta utangaç da olsa ” bu yasa bize dar gelir” denirken bir taraftan da “ama olsun artık yasal bir sendikamız var” diyerek yasallık kutsanmıştır. İlerleyen zamanlarda her şey yasallık çerçevesinde değerlendirilmeye başlanmıştır. Kendilerini yasal sınırların bir adım ötesinde düşünmek bile istemeyen yasal partilerin sendikadaki temsilcileri devletin verdiği kapatma kararına karşı da haliyle bu sınırlar içerisinde mücadele etme kararı almışlardır. Son yaşananlar ise kendileri gibi düşünmeyenleri yasadışı ilan edip işi onlara karşı fiili saldırıya kadar vardırmalarıyla yaşanmıştır.
Yaşanan süreç her şeyden önce öğretici, safları netleştiren ve mücadele kurallarını tekrar yazdıracak şekilde gerçekleşmiştir. Çıkarılan sonuç ise oportünizmin birilerinin kötü niyetinden değil, köklerini sınıf hareketinden aldığı ve Lenin’i tekrar doğrulayacak şekilde “Burjuvaziye karşı mücadele oportünizme karşı mücadeleden ayrılamaz” olacaktır.
Peki, tüm bu kapatılma sürecinde neler yaşanmıştır? Hatırlayalım: Kapatma kararının onaylanmasından sonra Genel Merkez yaptığı ilk eylemle kararının direnmekten, mücadele etmekten yana değil de, maddeyi tüzükten çıkarıp umudu AİHM’de arayacağı noktasındaki netliğini göstermiştir. Tabii ki bu karar ne tabana ne de sendikanın ana unsurları diğer dinamiklere sorulmamış, tamamen 4’lü ittifakın kapalı kapılar arkasında aldığı kararlarla olmuştur. Yapılan eylemlere üyeler getirilmemiş, hiçbir işyeri gezisine gidilmemiştir. Sorun çıkacağı düşünülen işyerlerinde ise apar topar bilgilendirme toplantıları yapılmış; durum üyelere ‘önümüzde iki seçenek var. Ya tüzükte küçük bir değişiklik yapıp sendikamızı kurtaracağız ya da tüzüğü bu şekliyle bırakıp sendikamızın kapatılmasına ve 4-5 parçaya bölünmesine göz yumacağız. Hala küçük bir grup da Kızılay’a çıkalım kafa göz kırdırıp direnelim diyor’ şeklinde aktarılmıştır. Üyelere direnilebileceği noktasında en ufak ümit ışığı kalmadığı noktasında açıklamalarda bulunulmuştur.
Sendika yönetiminin tabana hiçbir açıklama yapmadan kapatılma gerekçesi olan anadil maddesini tüzükten çıkarma kararını aldıktan sonra başta Ankara, İstanbul ve Çukurova bölgesinde olmak üzere birçok ilde çeşitli muhalif anlayışlar yan yana gelmiştir. Fakat Lenin’in yukarıda değerli sözü doğrultusunda hareket edilmesi gerekirken, kimi zaman mücadelenin birinci ayağı kimi zaman da ikinci ayağından uzaklaşılmıştır. Bu muhalifler arasında zaman zaman sadece yönetimin alaşağı edilmesi gibi öneriler gelirken, bazen de yönetimdeki mevcut anlayışlarla “birlik” tartışmaları konu yapılmış, saldırının devletten geldiği ve bu saldırıya karşı tüm bileşenlerle mücadele edilmesi gerektiği, yönetimdeki anlayışları düşman olarak görmemek gerektiği ve hatta “Onlara da çağrı yapalım. Birlikte mücadele edelim” gibi öneriler getirilmiştir. Sendika yönetimine yapılan eleştiriler “onlar bizim arkadaşımız” bakış açısıyla yumuşatılmaya çalışılmıştır. “Birlikte kurduk birlikte savunacağız” mantığı ile hedef ve amaç muğlâklaştırılmıştır. Hedefteki ve amaçtaki bu muğlaklık yan yana gelen anlayışlar arasında gereksiz tartışmalara neden olmuş ve tüm bu tartışmalar yapılırken 4’lü ittifakın kararında net olduğu ve gündemlerinde bizlerle birlikte mücadele etmek olmadığı gözden kaçırılmıştır.
Fakat her şeye rağmen 2 Temmuz günü Türkiye’nin değişik illerinden yaklaşık 60 üye yan yana gelebilmiştir. Toplantının başında bir grup “Biz sonradan hesap sorabileceğimiz anlayışlarla birlikte hareket ederiz.” deyip bağımsız bireyleri neden göstererek ayrılmış fakat yürüyüşe katılacaklarını söylemişlerdir. Bir başka grup, toplantıda bir üyenin ‘gerekirse kürsüyü işgal etmeliyiz. 4’lü ittifakın tüzüğü değiştirmesine izin vermemeliyiz’ sözlerini gerekçe gösterip devrimciler içi devrimci şiddete karşı olduğunu söyleyerek ayrılmıştır. Her şeye rağmen yapılan uzun toplantıdan sonra bildiri yazma komitesi oluşturulmuş ve bildiri yazılmıştır. Bildiride devlet vurgusu az olduğu gerekçesi ile başka bir grup daha ayrılmıştır. Bir başka grup bildiriyi beğenmediğini ancak değiştirecek zaman olmadığını söyleyip “bildiriden imzamızı çekiyoruz ama yürüyüşte ve genel kurula girişte birlikte davranırız” demiştir. Genel kurul sabahı Ankara Eğitim-Sen 1 Nolu Şube önünde buluşma kararı alınmıştır.
Sabah saat 9’da yan yana gelen yaklaşık 300 kişi ile genel kurulun yapılacağı Kocatepe Camisinin altındaki konferans salonuna yürünmüştür. Bu yürüyüş önemlidir. Ankara sokakları yıllardır böyle disiplinli böyle düzenli, atılan sloganlara böyle coşkulu katılan bir memur kitlesi görmemiştir. Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen tabanda devrimci dayanışma örneği gösterilmiş, sinerji yaratılmıştır. ‘Eğitim Sen’i Teslim Etmeyeceğiz’ yazılı pankart ve sloganları ile Genel Kurul Salonu önüne gelinmiştir. Genel Merkez yönetimi böyle kararlı bir kitle bulunca nasıl bir ayak oyunu yaparım diye düşünmeye başlamış ve bu konuda usta olduklarından kolay bir çözüm buluvermişlerdir. İçeri girme konusunda kararlı olan kitlenin temsilcileri MYK temsilcileri ile görüşmüş, salona önce delegelerin alınacağını daha sonra da üyelerin alınacağını söylemiştir. Bunun bir yalan olduğu kısa süre
sonra açığa çıkmıştır. -Zaten 550 delegeli bir örgüt için 450 kişilik salon tutulmuş oluşu durumu açıklamaktadır, ama olay çok daha ciddidir.- ÖDP’liler bazıları Eğitim-Sen üyesi bile olmayan ‘adamlarını!’ sabahın erken saatlerinde getirip salona yerleştirip, dışarıda bekleyen gruba ise yer kalmadığı için salona alınmayacaklarını ama ilerleyen saatlerde salondan çıkışlar oldukça içeri alacaklarını söylemişlerdir. Balkonda misafirler için ayrılan bölümde yer olduğu (ayakta en fazla 20 kişinin girebileceği kadar) söylenmiş ancak Birlik toplu halde girme kararında direnmiştir. (Bu noktada daha önce yürüyüş esnasında ve Genel Kurul’da bizimle birlikte hareket edeceğini söyleyen ve zaten daha önce birlikten ayrılan bir grup Birliğe hiçbir açıklama yapmadan içeri girip balkona bir oturmuştur.) Birlik, MYK’nın yalanı ortaya çıkınca bina giriş kapısını zorlamaya başlamıştır. Kısa arbededen sonra içeri girilebilmiş ama içeri girildiğinde bunun sadece 1. barikat olduğu fark edilmiştir. Salon kapısına gelindiğinde diğer kapıların kapatıldığı, açık olan tek kapının önüne bar kapılarındaki fedaileri hatırlatan tiplerde bir grup ÖDP’li döküntünün yığıldığı görülmüştür. Daha vahimi ise bu tiplerin üzerine eylemlerde giydiğimiz ve devlete karşı örgütümüzü korumak ve savunmak için kullandığımız görevli önlüklerinin giydirilmiş ve barikatın da örgütün gerçek sahiplerine, üyelerine karşı oluşturulmuş olmasıydı.. Bir diğer nokta ise bu döküntülerin tamamının ÖDP’li oluşuydu. Bu da özellikle EMEP ve Yurtseverlerin bu aşağılık görevi kabul etme noktasında henüz ÖDP kadar net olmadığını gösteriyordu.
Lobideki bu aşağılık görüntü, sloganların niteliğini ve gürlüğünü değiştirdi.’Kahrolsun Sendika Ağaları’, ‘MGK Güdümlü Sendika İstemiyoruz’ sloganları ile barikat tekrar zorlanmaya başladı. Devletin barikatlarının önünde görmediğimiz bu ÖDP’li döküntüler genel kurulu izlemek amacıyla içeri girmek isteyen üyelerin içeri girişine engel olmak için canlarını ortaya koymuşlardır. Bunu yaparken alttan bacaklara tekme atmaktan en ağır küfürlere, yumruklamaktan kamerayla kaydedip tehdit etmeye kadar devletin kullandığı tüm yöntemleri kullanmışlardır. Bu sırada eski Eğitim-Sen yöneticisi ve yeni KESK MYK’ da bulunan bir EMEP’li yöneticiden olaya müdahale etmesi istendiğinde yapacak bir şeyi olmadığını söyleyip kaçmıştır (yani “olay onları ilgilendirmemekte ve yetkilerini aşmakta”dır. Bu örgütte bu tür fedailik işleriyle ÖDP grubu ilgilenmektedir. Hem böylece tabana karşı yüzlerini eskitmemiş ve zor durumda kalmamış olacaklardır.)
Barikatı zorlama aralıklarla yaklaşık 2 saat kadar sürmüş sonunda barikat yarılıp içeri girilmiştir. İçeri girildiği anda divan genel kurula ara vermiş ve içeri giren grubu dışarı çıkarmaya çalışmıştır. Bu esnada yaşananlar çok önemlidir. Bizzat Genel Başkan ALAADDİN DİNÇER tarafından çıkmadıkları takdirde polis çağırmakla tehdit edilmişlerdir. Bu noktada eylem komitesi salonun tamamen boşalmış olduğunu ve genel kurula 1 saat ara verildiğini görünce boş salonda beklemeyip bir değerlendirme yapma kararı alarak dışarı çıkmıştır. Yapılan değerlendirmede eylemin amacına ulaştığı ve yönetimde zihniyetin teşhir edildiği ama üyelerimize daha fazla zarar gelmesini istemedikleri için komitenin görevini bitirmesine karar verdiklerini açıklamışlardır.
Verilen ara sonunda salonu doldurmakla görevli ÖDP’lilerin gelmemesiyle dışarıdaki üyeler balkona girmiştir. Yarım saat içinde tüzükteki birkaç madde değiştirilmiş ve asıl gündeme gelinmiştir. Tüzükten anadil ile ilgili maddenin çıkarılması sırasında ÖDP delegeleri kendilerinden emin aymazlıkla “tüzükten bu maddeyi çıkarmanın önemli olmadığını çünkü AİHM kararının nasıl olsa lehlerine sonuçlanacağını, karar sonrası maddeyi tüzüğe daha net bir biçiminde yeniden koyacaklarını” söyleyerek umutlarını Avrupa’ ya nasıl bağladıklarını 1. ağızdan bir kez daha ilan etmiş oldular. Yurtsever delegeler ise ikiye bölünmüş durumdaydı. Bunca yıl uğruna mücadele edip ölümü göze aldıkları kazanılmış bir hakkı kendi elleriyle tüzükten çıkarmaya vicdanı el vermeyen delegeler şeflerinin talimatıyla genel kurula katılmadılar.(Yurtsever şefler 1 gün önce ret verecekler gelip bizi zor duruma düşürmesin, bölünmüşlük havası verilmesin talimatı vermişlerdi.) Ama onurlu duruşunu koruyan ve bu bilimsel ve evrensel talepten vazgeçmeyen her şeye ve herkese rağmen oraya gelmiş ve vicdanının sesine kulak vermiş tüzükten ve ilkelerden geri adım atmayı kabul etmeyen Yurtsever delegelerin bu onurlu tavrına da saygı duymak gerekir. EMEP’e gelince maddeye ret oyu vererek ilkeli davranmış izlenimi vermeye çalışsa da buna kendi delegelerinden başka kimseyi inandıramamıştır. Çünkü genel kurul öncesinde ret oyu kullanacaklarını ama MYK’daki arkadaşlarını da zor durumda bırakmayacaklarını açıklayan en üst düzey sözcüleri olmuştur. Neyi kastettikleri genel kurulda daha iyi anlaşılmıştır. Diğer 3 bileşenden daha ileri giderek yeni sendikayı kurduklarını genel kurula ilan etmişler ve bu hareketleri için ÖDP ve Yurtseverlerden bile ağır eleştiri almışlardır. EMEP’in nerede durduğunu iyi gösteren diğer bir örnek ise Genel Kurul salonu kapısında üyeler yumruklanırken koltuklarından kalkma zahmetinde bile bulunmamaları ve yaşanan olayları ertesi günkü Evrensel Gazetesi’nde anlatırken ‘üyelerle öğrenciler arasında gerginlik yaşandı’ biçiminde verecek kadar alçalabilmiş olmasıdır.
Ve küçük bir ayrıntı: Eğitim Sen 2.Olağanüstü Genel Kurulunda tüzükte yer alan ‘anadilde öğretim’ maddesi tüzükten çıkarılmıştır. Madde 381’e 115 ret oyu ile kabul edilmiştir. Oylama esnasında ret oyu veren delegeler üyeler tarafından ayakta alkışlanmış ve ‘MGK güdümlü sendikaya hayır’, ‘Kahrolsun Sendika Ağaları’, ‘Eğitim Sen’i Teslim Etmeyeceğiz’ sloganları atılmıştır. ÖDP delegeleri evet oyu vermek için kullandıkları delege kartlarını yüzsüz bir biçimde balkondaki üyelere çevirerek kaldırmışlardır. Üyelerde bu harekete bu güne kadar eylemlerde polise karşı atılan bir sloganla yanıt vermişlerdir.’BİZ ÇOCUKLARIMIZA ONURLU BİR GELECEK BIRAKACAĞIZ PEKİ YA SİZ?’
Evet, olağanüstü genel kurul gerçekten ‘olağanüstü’ olmuştur. Yaşanan deneyim bir kez daha göstermiştir ki ‘reformizme ve oportünizme karşı mücadele edilmeden burjuvaziye karşı mücadele edilemez.’
Peki, bundan sonra ne olacak? Eğitim Sen KESK’in küçük bir prototipidir. Bilinir ki bugün Eğitim Sen’de yaşanan çift yönlü saldırılar (hem devletten hem de 4’lü ittifaktan) pek yakında diğer sendikalarda da yaşanacaktır. (Önce Tüm Bel-Sen ve en son BES için aynı konuda açılan davalar dikkatle izlenmelidir.) Onların KESK’i dikensiz bir gül bahçesine çevirme çabalarına, devrimcileri yok sayma, etkisiz kılma girişimlerine karşı önümüzde büyük görevler durmaktadır. Örgütü bu hale getirenlerden hesap sormak, yapılanları her türlü platformda teşhir etmek görevimiz olmalıdır. Önümüzdeki yaz döneminde mahkemenin gerekçeli kararını açıklamasıyla yeni bir süreç başlayacaktır. Kararın kapatma olma ihtimali yüksek görünmektedir(4’lü ittifakın yeni sendikayı kurması da bunu doğrular nitelikte). Kurulacak yeni sendikayla ya da Eğitim Sen’le yola devam ediliyor olsun, orada olup yaptıklarının hesabını soracağız.. Yeni bir sendika yeni genel kurullar anlamına gelir. İşte bu genel kurullar yeni hesaplaşma arenaları olmalıdır. Bu günden yüzümüzü işyerlerine çevirmeli, yaşananları tabana anlatmalı ve bu zihniyeti teşhir e
tmeliyiz. Ve örgütte yeniden tabanın gücünü hissettirmeliyiz. İşyeri temsilciliklerinden delegelik seçimlerine, üye ve işyeri temsilcilik toplantılarına aktif katılımla hesap soran ve baskı oluşturan tarzımızla korkulu rüyaları olmalıyız. Unutulmaması gereken bir başka nokta da seçimlerdeki tavrımız üzerine olmalı. Belki iyi niyetli yapılmış ittifaklarla seçilmiş delegelerin genel kurullarda nasıl “asker delege” haline dönüştüklerinin teşhiri şubelerde mutlaka yapılmalı ve önümüzdeki süreçte benzer ittifakların önüne geçilmelidir.
Tüm bunları kimlerle birlikte yapacağımız önümüzdeki en önemli sorunlardan biridir. Devrimci Proleter Memurlar olarak ittifaklar konusunda hep hassas ve ilkeli olduk. Yaşanan deneyim bu noktada da ön açıcı olmuştur. Ayrım nettir. Bu süreçte oportünizme karşı kafası net olmayanlarla yapılacak fazla bir işimiz bulunmamaktadır. Son yaşananlar göstermiştir ki 4’lü ittifaktakiler bizim ne dostumuz ne de arkadaşımızdır. Genel kurullarda üyelere tekme tokat saldıran, salona dahi sokmamaya çalışan zihniyet genel kurulun ertesi günü bizim dostumuz olamaz.
EMEKÇİ MEMUR