Kendisinin katkı yapmadığı iktisat koşulları bakımından AKP’nin ”şanslı” bir parti olduğu söylenebilir. Bu parti, çok ağır bir bunalımın yarattığı halk tepkisi sonunda ve ekonominin daha da kötüye gitmesinin mümkün olmadığı bir konjonktürde iktidara geldi. 2003’le başlayan büyüme ivmesinin oluşmasına AKP’nin özel bir katkısı olmadı; sürecin nimetlerinden yararlanmak için de özel bir beceriye gerek yoktu. Dahası, […]
Kendisinin katkı yapmadığı iktisat koşulları bakımından AKP’nin ”şanslı” bir parti olduğu söylenebilir. Bu parti, çok ağır bir bunalımın yarattığı halk tepkisi sonunda ve ekonominin daha da kötüye gitmesinin mümkün olmadığı bir konjonktürde iktidara geldi. 2003’le başlayan büyüme ivmesinin oluşmasına AKP’nin özel bir katkısı olmadı; sürecin nimetlerinden yararlanmak için de özel bir beceriye gerek yoktu.
Dahası, 2003-2005 yılları, uluslararası konjonktür bakımından da Türkiye konumundaki (ve ”yükselen piyasalar” diye adlandırılan) ekonomiler için çok elverişli koşullar oluşturuyordu. ”Yükselen piyasalar” a yönelen özel sermaye akımları 2002’de 120 milyar dolar iken bu rakam 2004’te 303 milyara yükselmişti. Institute of International Finance’ın (IIF’nin) tahminlerine göre bu rakam 2005’te biraz daha artarak 311 milyar dolara ulaşacaktır.
2003-2005’in olumlu koşullarında gelişmekte olan ülkelerden pek çoğu, borç yaratmayan sermaye girişleri, yüksek büyüme ve cari işlem fazlalarını (veya küçülen dış açıkları) bir arada gerçekleştiren sağlıklı bir senteze ulaşabilmişlerdi. AKP yönetimindeki Türkiye ise, aynı uluslararası konjonktürü, dış açığı ve dış borçlanması en hızlı artan; bu nedenle ”yükselen piyasalar” içinde en kırılgan konuma sürüklenen bir ekonomi olarak yaşamıştır.
Bu olumlu uluslararası konjonktürün son bulacağını öngörenler artmaktadır. Örneğin IIF, uzun vadeli ABD faiz oranlarındaki olası yükselme ile doların değerine ilişkin belirsizliklerin artması gibi riskleri vurguluyor ve bu etkenlerin 2006’da gelişmekte olan ülkelere dönük sermaye hareketlerini geriletebileceğini ileri sürüyor. Bu öngörüler gerçekleşirse, Türkiye gibi dış borçlanmada kritik eşiği aşmış olan ülkeler, ”daralarak dış borç servisi” seçeneğine sürükleneceklerdir. 2004/2005’in büyük cari açıkları tarihe karışacak; küçülen bir ekonominin yarattığı cari fazla dış borç servisinde kullanılacaktır. Bu ”uyum” un, bir finansal krizle gerçekleşme olasılığı da vardır.
****
Mayıs 2005’te, ekonomi döviz bolluğu içinde yüzerken; bir ödemeler dengesi krizi veya dört yıl önceki gibi ani bir sermaye kaçışı söz konusu değilken AKP iktidarı, IMF ile yeni bir stand-by düzenlemesine niçin gitti? Bu sorunun ardında yukarıdaki algılama yatıyor. Hükümet, 2003-2005 döneminin olumlu iç ve dış konjonktürünün son bulması halinde, ”günü kurtarmak” için acil ve geçici kaynaklara gereksinim duyacağını fark etmiştir. Büyük ve en değerli kamu varlıklarını hızla (ve özellikle yabancılara) satma telaşının ve IMF’nin kendi ölçütlerine göre de ”gereksiz” olan stand-by’ın ardında bu algılama var.
Mayıs 2005 tarihli stand-by düzenlemesinin getireceği rahatlamayı kısaca açıklayalım: Üç yıllık, 10 milyar dolarlık IMF kredisi, aslında Türkiye ekonomisine net bir dış kaynak girişi sağlamıyor; sadece, Türkiye’nin eski borçlarından kaynaklanan ödemeler planını ileriye yayıyor ve ilk iki yıl için çok önemli bir rahatlama getiriyor. Mayıs stand-by’ından önceki takvime göre 2005-2006 yıllarında IMF’ye anapara ve faiz olarak 20 milyar dolar ödeme yapılması gerekiyordu. Şimdi ise, bu iki yıl içinde IMF’ye yapılacak ödemeler 14 milyar dolara indirilmiş; yani 6 milyar dolar aşağı çekilmiştir. 2007 ve sonrasında ise taksitler tekrar yükselecektir.
Bu gözlemler, 2006 içinde bir erken seçime işaret ediyor. AKP iktidarı, zamana oynuyor. Yabancılara satılan devlet varlıkları ve IMF kredileriyle finansmanı sağlanan bir erken seçimden galip çıkmanın hesabı söz konusudur.
****
ANKA Ekonomi Bülteni geçen hafta içinde IMF kaynaklarından derlediği bir dökümü yayımladı ve IMF’nin en ayrıcalıklı ”müşterisi” nin Türkiye olduğunu gösterdi. Şu anda IMF ile çeşitli kredi anlaşmaları sürdüren kırk ülkeye verilen IMF kaynaklarının yüzde 45’i Türkiye’ye tahsis edilmiştir ve IMF’deki kotasına oranla en yüksek borç almış olan ülke, yine (ve açık farkla) Türkiye’dir.
O zaman sormak gerekmez mi: Türkiye’nin IMF ile ilişkilerindeki ayrıcalıklı konumu nereden kaynaklanıyor?
Bu soruyu IMF’nin en büyük hissedarı, fiilen de patronu olan ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin perde arkasını izlemeden yanıtlamak mümkün değildir. Bana gelince, ”komplo teorileri” alanına giren böyle bir tartışmayı sürdürme bilgi ve becerisinden yoksun olduğumu itiraf etmekle yetineceğim.
Cumhuriyet 27.07.2005