“No Logo” kitabıyla tanınan küreselleşme karşıtı Kanadalı yazar Naomi Klein ve yurttaşı sinemacı Avi Levis, 2002 yılı başlarında Buenos Aires’e gelmişler. İnsanların kamu kurumlarına ait binaların önünde ve cadde köşelerinde toplandıkları, tüm kararların bu toplantılarda (‘asamblea’) alındığı, mucizevi bir kentten söz ediyorlar, izlenimlerini naklederken. Fransa’daki Devrimci Komünist Ligası’nın (LCR) sözcülerinden Olivier Besancenot ise, Porto Alegre’de […]
“No Logo” kitabıyla tanınan küreselleşme karşıtı Kanadalı yazar Naomi Klein ve yurttaşı sinemacı Avi Levis, 2002 yılı başlarında Buenos Aires’e gelmişler. İnsanların kamu kurumlarına ait binaların önünde ve cadde köşelerinde toplandıkları, tüm kararların bu toplantılarda (‘asamblea’) alındığı, mucizevi bir kentten söz ediyorlar, izlenimlerini naklederken. Fransa’daki Devrimci Komünist Ligası’nın (LCR) sözcülerinden Olivier Besancenot ise, Porto Alegre’de toplanan Dünya Sosyal Forumu dönüşünde, Klein ve Levis ile aynı tarihlerde uğradığı Buenos Aires’e dair yazısında “komün ruhu yaşıyor” diyor, insanların tıpkı Paris Komünü günlerinde olduğu gibi, birbirlerine “komşum” diye hitap ettikleri mahalle konseylerinden bahsederken.
Dünyanın bir köşesinde yaşanan birşeylerden konuşmaya kalktığınızda “ama… ” diye başlayan itirazlarla karşılaşırsınız kimi zaman. “Onların” ya tuzu kurudur, ya kültürleri farklı, ya koşulları özgün, ya dünyaları ayrı. Komünizm hayaletinin insan bedenlerine girip de caddelere sökün ettiği Arjantin ise, en azından Akdeniz ülkeleri veya Türkiye’de yaşayanlar açısından, “tam da bizimki gibi” bir ülke. Kişi başına düşen gelir seviyesi ise Türkiye’nin iki katı civarında. Ama işte ne olduysa, 2001 yılı Aralık ayında, hayatın kendilerine yalnızca sabah kahvelerini aceleyle içip işyerine gitmek üzere metroya binme hakkı tanıdığı veya bunu bile tanımadığı sıradan insanların tüm politikacılara hitaben “Que se voyan todos” (Hepiniz Defolun) diyeceği tuttu.
İşgâl fabrikaları, barikatlar ve asamblea’lar
Kapitalistler şu ‘yönetim’ denen şeyin ne kadar zorlu, ne kadar dertli olduğunu anlatıp dururlar ama, ‘e bırak da biz kendimiz halledelim o vakit’ dendiğinde buna pek yanaşmazlar nedense. Ülkeyi, devleti, şirketleri yönetmek ayrı bir bilim, ayrı bir sanat, ayrı bir meziyettir onlara göre.
Aslına bakacak olursanız, ne meclise seçilmek ve ne de bir üniversitenin işletme bölümüne girmek için insan ötesi yeteneklere ihtiyaç vardır ve zaten herhangi bir bakanlık koltuğuna getirilebilecek insan kıtlığı tarihin hiçbir döneminde hiçbir ülkede çekilmediği gibi, diyelim ki bir inşaat fakültesi mezununun önce kültür bakanı, sonra da dışişleri bakanı yapıldığı sayısız duruma da tanıklık edilmiştir. Ne ki, bu işlerin ne kadar yaman olduğuna dair iddianın tarihi de sınıflı toplumların tarihi kadar eskidir ve her devrimci girişimin karşısına bu tezlerden beslenen bir argümanlar kataloguyla çıkar egemenler.
19/21 ise, bu yalan perdesinin onbinlerce işçi tarafından bir köşeye fırlatıldığı bir tarihsel andı işte. Patronları tarafından terk edilen fabrikalar işçi özyönetimine alınarak yeniden üretime geçirildi ve kentlerde yönetim tüm ülkeyi saran mahalle konseylerinin eline geçti. Sağ veya sol kanattan herhangi bir politikacının başa geçip de kendilerini yönetmesi değil, hepsinin defolmasıydı Arjantinlilerin talebi. Üretim ve yerleşim birimlerinde tüm kararların genç ve ihtiyarların, kadın ve erkeklerin eşit söz hakkına sahip oldukları ‘asamblea’ denen konseylerde alındığı ülkede iddia edilemeyecek tek şey ise, bu işin sıradan ölümlüler tarafından başarılamadığıydı herhalde. Aralarında büyük endüstri kuruluşlarının da bulunduğu yüz elliden fazla özyönetim fabrikası varlığını günümüzde halen sürdürüyor Arjantin’de. Tüm kararlar işçiler tarafından alınıyor, ücretler eşitçe paylaşılıyor, insanlar insana yaraşır şekilde yaşıyor ve işler de, kredileri usûlsüz kullanacak veya gelirleri hortumlayacak kimse bulunmadığından dolayı bürokratik-kapitalist işletmelerde olduğundan daha iyi gidiyor.
Reform değil Devrim
Arjantinliler tıpkı mahalle konseyleri üzerinden yükselen Paris Komünü’nde, tıpkı tüm iktidarın sovyetlere geçmesini talep eden 1917 Ekim ve onu izleyen Almanya devrimlerinde olduğu gibi, devletten birşey beklemiyor, patronların ve politikacıların topuna ‘que se voyan todos’ diyorlardı. İktidara seçim veya darbeyle gelen politikacıların burjuva toplumunun temel kurumlarına dokunmaksızın işçiler lehine kimi reformlar hayata geçirmesini beklemiyor; devrimci işçi hareketinin, komünizmin neredeyse onyıllardır unutulmuş geleneğini yeni bin yılla beraber canlandırarak, işçi konseyleri ve milisleri üzerinde yükselen yeni bir toplumun temellerini atıyorlardı.
İstihdam edilmeyen veya güvencesiz çalıştırılan işçileri biraraya getiren Piqueteros (barikatçılar) organizasyonlarının, aslında işsizlik ödeneğini artırmak üzere oluşturulmuş topluluklar olmalarına karşın, 19/21 dönemi başta olmak üzere toplumsal süreçlerde birer özsavunma gücü niteliği de aldıklarını burada geçerken anımsatalım.
Kentli Zapatizm
19/21, günümüz Latin Amerika dünyasının önemli sol kuramcılarından Uruguaylı yazar Raul Zibechi’nin pek çok kişi tarafından paylaşılan isabetli ifadesiyle bir ‘Kentli Zapatizm’ deneyimiydi. Hayranlık uyandıran Chiapas yerlileri, Zapatizmin en önemli kuramcısı olarak gösterilen Meksika’da yaşayan İrlandalı yazar John Holloway’in tabiriyle, dünyayı iktidarı almadan değiştirmeyi deniyorlardı. Ama hem Holloway’in dürüstlükle kendisine ve hem de diğer pek çoklarının ona sordukları üzere, devletin esgeçilmesi veya yadsınmasının (ignoration) mümkün olup olmadığından emin olmaksızın. Bu soru, yerli halklardan köylülerin otonom bir coğrafi bölgede, amiyane tabirle ‘allahın dağında’ komünler kurma imkânına sahip oldukları Chiapas için bile sorulabilir. Arjantin gibi ‘koskoca bir ülke’ söz konusu olduğundaysa, verilecek yanıtın olumsuz olma ihtimâli çok daha yüksek.
Arjantinliler kendi alternatif kurumlarını oluştururken, devletin varlığını yadsıma yoluna gitmişlerdi 2001 ayaklanmasında. Oysa kapitalizm, Fransa’daki 68 hareketinin sloganıyla ifade edersek kendi kendine yıkılmaz, ‘ona yardımcı olmamız gerekir’. Tabii, kurumları da.
Arjantin’de kitleler kendi kurumlarını yarattılar ama, burjuva iktidar aygıtına ait olanları yıkmaya yeltenmediler. Bu ise kapitalizme kendisini onarabilme imkânı tanıyacaktı. Kriz içindeki ülkedeki iktidar büyük burjuvazi ve çokuluslu finans kurumlarının da onayıyla, sokaklardaki kalabalıkları teskinleştirecek bir reform paketi uygulayacak olan sol siyasete verildi. Devlet başkanlığı görevinin Nestor Kirchner’e geçmesi, hem sokak hareketlerinin muazzam bir kazanımı, hem de devrimci sürecin sonlanmasıydı.
Kazanımlar
Arjantin’in insanca yaşamak isteyen insanları muazzam, diğer pekçok ülkedeki kardeşlerini imrendirecek ve onlara örnek olacak kazanımlar sağladılar bu süreçten. 1976-1983 yılları arasındaki korkunç askerî diktatörlük dönemi yaşayan ülke, bir anda, özgürlüklerin kalesine dönüştü.
Örneğin patronlardan bazısı fabrikalarını geri almak için ellerinden geleni yapıyor ama, işçilerin el koyarak özyönetime aldıkları işletmelere kavuşmaları kolay olmuyor yine de. İşçilerin işgâl ettiği fabrikalarını geri alabilmek için mahkeme kapılarında bekliyorlar, işgâller elbette ‘yasal’ olmadıkları hâlde…
Örneğin orta ve üst sınıflardan insanlar, arabalarının canları eylem yapmak istedikleri diye yolları kesen Piqueteros militanları tarafından durdurulmasından hoşnut değil belki ama, evinden elinde sopası ve yüzünde maskesiyle çıkarak ağır ağır cumhurbaşkanlığı binası önündeki eyleme giden barikatçının başına birşey geldiği görülmüş şey değil…
Örneğin, darbe yıll
arında yaşanan işkence olaylarına karışmış yüzden fazla eski subay ve askerin ev veya hücre hapsinde yaşadığı ülkede, sosyal ve politik tutsak sayısı on ile yirmi arasında.
Bu liste uzayıp gidebilir elbette. Esas kazanım ise işçilerin, ezilenlerin kendi zihinlerinde. 19/21, mücadele edenlerin kazanabileceğini, kazanabilmenin tek yolunun mücadele etmek olduğunu gösterdi Arjantinlilere. Hep beraber, omuz omuza mücadele edebilmek için ise, herkesin yaşından, cinsiyetinden, cinsel tercihinden bağımsız olarak eşit muamele görmesi gerektiğini. Bu da, örneğin Buenos Aires’in aynı cinsiyetten çiftlerin birbirleriyle evlenebildikleri ilk Latin Amerika kenti olmasını sağladı. Bunların tamamı elbette gelecekteki mücadelelerin daha da güçlü olmasını sağlayacak kazanımlar. Ama nihai bir kazanım elde edebilmek için 19/21 deneyimlerini belli ki daha fazla tartışmak, yeni projeler geliştirmek de gerekiyor.
Devrimci Parti
19/21’de çok şey vardı. Ama aslında belki tam da son üç yıllık zaman zarfında iki büyük devrimci süreci pas geçen Bolivya gibi, işçi sınıfının en militan, en bilinçli, en kavgacı üyelerini birleştirecek ve zamanı geldiği anda tüm iktidarın işçi konseylerine geçmesi gerektiği çığlığını koyverecek olan bir devrimci örgüt yoktu. Sosyalistler hazırlıksız yakalanmış, zaten bir kısmı herşey olup bittikten sonra uyanmıştı. Bazılarının ise daha mühim işleri vardı ayıptır söylemesi. Sosyalist gazete ve dergilerin 2002 yılı başlarında yayımlanmış nüshalarına bakıldığında, bazılarının harıl harıl Fransa’daki filanca yazarın kriz konusundaki tespitlerinin marksizmden nasıl bir sapma olduğunu tartışmakla meşgul olduğu da görülür örneğin. Baktığınızda o yazıların yaprak kımıldamayan bir ülkenin kendilerine uğraşacak meşgale arayan sosyalistleri tarafından yazıldığını düşünebilirsiniz ama, tam da ayaklanma günlerinde Arjantin’de kaleme alınmışlardır.
Bir yanda, burjuva iktidar mekanizmalarını yıkmaksızın onun yanı başında varolmaya çabalayan devrimci oluşumlar ve diğer yanda, kapitalizmin işçi konseyleri ve milisleri üzerinde yükselen bir toplum hedeflemeksizin, hükûmet koltuklarından doğru reformlarla aşılabileceğine dair yaklaşımlar. Chiapas ve Venezuella, anti-kapitalist hareketler açısından önemli deneyimler sunan, heyecan veren kaynaklar. Bu satırların yazarına göreyse, Güneyin Birleşik Eyaletleri’nin kazanabilmesi için ihtiyacımız olan şey, kapitalizme ait tüm kurumların yıkılarak bütün iktidarın işçi konseylerine terkini savunacak bir devrimci parti.