Yazıların önemlice bir kısmında, hayır sonucunun Türkiye ile AB arasında 3 Ekim’de başlayacak olan müzakereleri ve Türkiye’nin üyelik sürecini nasıl etkileyeceği üzerine reel politik analizlerde bulunuluyordu. Ancak, bu kuru ve yavan analizlerin ötesinde asıl renkli ve eğlendirici değerlendirmeler “küreselleşmenin organik aydınları”nın yazdıklarında mevcuttu. Neo-liberal küreselleşmenin önüne çıkan her engeli kayıtsız şartsız aşabileceğine inanan bu organik […]
Yazıların önemlice bir kısmında, hayır sonucunun Türkiye ile AB arasında 3 Ekim’de başlayacak olan müzakereleri ve Türkiye’nin üyelik sürecini nasıl etkileyeceği üzerine reel politik analizlerde bulunuluyordu. Ancak, bu kuru ve yavan analizlerin ötesinde asıl renkli ve eğlendirici değerlendirmeler “küreselleşmenin organik aydınları”nın yazdıklarında mevcuttu.
Neo-liberal küreselleşmenin önüne çıkan her engeli kayıtsız şartsız aşabileceğine inanan bu organik aydınlar, Fransa halkının piyasacı AB Anayasası’na hayır diyerek, özünde kapitalist ve emperyalist bir birlik olan Avrupa Birliği projesine ve elbette ki küreselleşmeye de büyük bir darbe vurmaları karşısında küplere binmişlerdi. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yaşasalar sahip oldukları bilgi birikimi ve zeka düzeyleriyle, bırakın köşe yazarlığı yapmayı, herhangi bir gazetenin kapısından bile giremeyecekleri halde, Türkiye’de birer “kanaat önderi” olarak kabul ediliyor olmalarının da etkisiyle olsa gerek, Fransa halkını yaptıkları “büyük hata” nedeniyle yerden yere vurup, sonra da onlara öneri ve tavsiyelerde bulunuyorlardı.
31 Mayıs’ta yayınlanan “Kızıl Elma Sadece Bizde Yokmuş” adlı yazısında Ertuğrul Özkök Fransa’nın politik ortamı ile Türkiye’ninki arasında bir karşılaştırma yapıyor ve güya önemli sosyolojik tespitler yapıyordu. “Medyatik küreselleşme muhteşem bir şey. Dünya Yayıncılar Birliği’nin Genel Kurulu için Güney Kore’nin başkenti Seul’deyim. Türkiye ile 6 saat fark var. Paris’le fark ise 7 saat. Ve ben TV’den Fransa’daki referandumun sonuçlarını izliyorum.” şeklinde başlayan ve dünyanın herhangi bir yerinden basit bir çanak anten ile bile gerçekleştirmenin mümkün olduğu bu hadiseyi, bir küreselleşme mucizesi olarak sunma gibi Özkök’e has meziyetlerden birini, geçmişte sayısız kez olduğu gibi bir kez daha idrak etmemizi sağlayan bu yazıda, yazarımız Anayasa’ya hayır diyenlerin siyasi profiline bakıyor ve o son derece “özgün” tespitini bizimle paylaşıyordu: Anayasa’ya hayır diyenler “Fransa’nın Kızıl Elmacıları”ydılar.
Sahiden de Fransa’da hem aşırı sağ hem de sosyalist ve komünist sol Anayasa’ya hayır demişti. Ama bu bir kızıl elma koalisyonunun var olduğu anlamına gelir miydi? Bu soruyu yanıtlamadan önce bir yanlışı düzeltmek gerekiyor. Kızıl Elma koalisyonu denilen tuhaf ittifak, liberal köşe yazarlarının iddia ettiği gibi, milliyetçilerle solcuları küreselleşme karşısında bir araya getiren bir ittifak değildi. Nasyonal sosyalist -ki söz konusu terimin sosyalist kısmının bu bağlamda hiçbir şey ifade etmediği açıktır.- dünya görüşünün, Türkiye şartlarına özgü bir politik konjonktürde vücut bulmasıydı ve adında “işçi” sözcüğü geçen bir partinin bu koalisyonda yer alması onu hiçbir şekilde solcu kılmıyordu.
Bir an için Kızıl Elma’nın bir sağ-sol koalisyonu olduğunu varsayalım. Bu varsayımdan hareketle, Fransa’daki seçim sonuçlarına bakarak benzer bir koalisyonun, Özkök’ün sözleriyle bir “Alafranga Kızıl Elma” koalisyonunun mevcut olduğunu söyleyebilir miyiz? Meseleye Özkök gibi, “biz demokratik ideallerin, serbest rekabet ve verimliliğin Avrupası’nı kurmaya çalışıyoruz” diyecek kadar ideolojik bir perspektiften bakmıyorsak (ideolojiler bitmişti gerçi!), bunu söylememiz elbette ki mümkün görünmüyor. Çünkü seçimler öncesinde Fransız solu ile faşist ya da muhafazakar sağ partiler arasında hiçbir ittifak kurulmadı, ortak bir düşman tespiti yapılmadı, ortak bir politik tavır benimsenmedi. Anayasa’ya hayır demek gibi bir ortak payda elbette ki vardı ama bu paydanın, hayır yanıtının kendisinden öte neden hayır denilmiş olduğu göz önüne alındığında herhangi bir ittifaka, bir koalisyona temel teşkil etmediği gün gibi ortadaydı.
Fransa Komünist Partisi’ne oy verenlerin % 98’i ya da sosyalist solun diğer unsurlarının %96’sı bu Anayasa’ya hayır dediklerinde ırkçı Le Pen’den çok farklı bir nedenle, bir “sınıf bilinci”yle hareket ediyorlardı. Birgün Gazetesi’ne Pazar günleri Fransa’dan yazılar yazan Arzu Çakır Morin’in, “canım Avrupa zaten beşyüz yıldır kapitalizmle yönetiliyor, bunu anayasaya yazsalar ne olur?” minvalinde sözler ederek, AB Anayasası’na hayır demekle tarihi bir hata yapıyorlar ithamında bulunduğu Fransa solu hiç de tarihi bir hata yapmıyor, aksine hayır diyerek bu Anayasa’nın ve bir serbest pazar birliği olan AB’nin sınıfsal niteliğini ifşa ediyordu. Velhasıl, ortada bir Kızıl Elma yoktu!
Ancak, Fransa ile Türkiye arasında bir paralellik bulma çabası Hasan Cemal’in 1 Haziran tarihli “Fransız Solu, Türk Solu” isimli yazısında da görülüyordu. Hayatının hiçbir döneminde, darbeci bir komployla iktidarı ele geçirmeye hevesli bir kliğin içerisinde kısa süreli bulunmanın dışında solcu olmamış Hasan Cemal, bize güya Türkiye ve Fransa solu ile ilgili “içeriden” değerlendirmeler sunuyordu: “Fransız solu ile Türk solu birbirine benzer. Daha doğru deyişle, Türk solunun Fransız solundan çok şey kaptığı söylenebilir. Tepeden inmeciliği, devlet idaresindeki merkeziyetçiliği, ulusal egemenlik alanındaki aşırı titizliği gibi konularda Türk solu, belki en çok Fransız solundan etkilenmiştir.”
Solu hep totaliter bir bakış açısına sahip olmakla suçlayan liberallerin meselelere nasıl da kestirmeci bir totallikle baktıklarını göstermesi açısından ibret verici satırlardır bunlar. Fransız solu nedir? Böyle adlandırılabilecek, monolitik, yekpare bir yapı mevcut mudur? Hangi parti Fransız solunu temsil etmektedir, sosyalistler mi, komünistler mi, troçkistler mi? Bunlardan hangisi Cemal’in sıraladığı ilkelere sahip çıkmaktadır? Bu soruların Cemal için hiçbir önemi yoktur. Tıpkı tepeden inmeciliği, devletçiliği vs.yi savunan Türk solunu kimlerin temsil ettiğine ilişkin sorunun önemli olmaması gibi. İşin komik yanı, Cemal’in sola atfettiği değerleri sonuna kadar savunan ama hiçbiri de solda olmayan sayısız partinin iktidar olmuşluğu vardır Türkiye’nin siyasi tarihinde.
Hem Özkök, hem de Cemal, bitti dedikleri ideolojilerden günümüzdeki en başatının, yani neo-liberalizmin etkisiyle gerçeği görebilecek bütün zihinsel melekelerinin körelmesine engel olamadıkları için (ya da olmayı istemedikleri için) böylesine hiddetlenip, köpürebiliyorlar. Bunun için, “Yirminci yüzyılda sosyalist enternasyonali kuramayan Avrupa, şimdi Fransa’da Kızıl Elma koalisyonunun ilk adımlarını atıyor” diyecek kadar küstahlaşabiliyorlar. Varsın hiddetlensinler, bize bir kez daha haklı olmanın ve onların tahayyül ettikleri dünyaya “Fransız kalabilmenin” onuru düşüyor.
Fatih Yaşlı