[email protected] İç ve dış medya üzerinde tarihî bir etki yaratan ve “halk”ın “ulusalcılık-küreselleşmecilik” tartışmalarında ilk kez bir özne olarak yerini almasına yol açan Fransa ve Hollanda referandumları, bazı kavramların yeniden tanımlanmasına da vesile olabilir. Farklı ülkelerden medya yorumcularının 29 Mayıs Fransa referandumuna yönelik tepkileri arasında paralellikler var. Referandum sonrasında Hürriyet gazetesinde “Avrupa’yı şımarık pisliği götürüyor” […]
İç ve dış medya üzerinde tarihî bir etki yaratan ve “halk”ın “ulusalcılık-küreselleşmecilik” tartışmalarında ilk kez bir özne olarak yerini almasına yol açan Fransa ve Hollanda referandumları, bazı kavramların yeniden tanımlanmasına da vesile olabilir.
Farklı ülkelerden medya yorumcularının 29 Mayıs Fransa referandumuna yönelik tepkileri arasında paralellikler var.
Referandum sonrasında Hürriyet gazetesinde “Avrupa’yı şımarık pisliği götürüyor” diye yakınan Hadi Uluengin gibi New York Times yazarı Thomas Friedman da 3 Haziran’da köşesinde Fransız emekçinin şımarıklığına dikkat çekiyordu.
Friedman, şöyle diyordu: “Fransız seçmen, Hintli mühendislerin günde 35 saat çalışmaya hazır olduğu bir dünyada 35 saatlik iş haftasını korumaya çalışıyor. Hindistan’la karşılaştırıldığında Batı Avrupa Türk hemşirelerin hizmet verdiği bir huzurevine benziyor.”
Fransa ve Hollanda referandumlarının iç ve dış medya üzerinde tarihî bir etkisi olduğu söylenebilir: “Statükoculuk-değişimcilik”, “ulusalcılık-küreselleşmecilik”, “korumacılık-rekabetçilik”, “devletçilik-bireycilik” tartışmalarında ilk kez sadece belirli politik gruplar (mesela ünlü “küreselleşme karşıtları”), partiler ya da devletler değil de “seçmen”, bir bütün olarak halk, özne olarak yerini aldı.
Referandumlar bu hemen hemen kendiliğinden etkinin ötesinde bazı tanımların tartışılmasına, bazı şeylerin yeniden tanımlanmasına da vesile olabilir. Dünyanın dört bir yanında yorumcuların ilk kez bir bütün olarak halkı eleştirmelerine neden olan şey, “statükoculuk”, “ulusalcılık”, “korumacılık”, “devletçilik” nedir?
Bunların karşıtları olarak “değişimcilik”, “küreselleşmecilik”, “rekabetçilik”, “bireycilik” nedir? Bu ekonomik ve politik eğilimleri temsil eden kimler?
13 Haziran 2005 tarihli bir Agence France Press haberindeki fotoğrafta, demir parmaklıklı büyük bir kapının önünde nöbet tutan iki asker görülüyordu. Tüfeklerini doğrultmuş tetikte bekleyen bu iki Pakistanlı asker, medyadaki yaygın çerçeveyi temel almamız halinde, küreselleşmeciliğin, değişimciliğin, rekabetçiliğin ve bireyciliğin temsilcileriydi.
Elbette tek başlarına değil; Pakistan devleti, nöbet tutan askerlerin bağlı olduğu Pakistan ordusu, bu ekonomik-politik eğilimlerin temsilcisiydi.
Haberin başlığı şöyleydi: “Pakistan, grev liderlerinin terörist olarak yargılanabileceğini açıkladı.”
Askerlerin önünde nöbet bekledikleri yer Pakistan Telekom Şirketi’ydi (PTLC) . Mayıs ayının son haftasında işlerini ve haklarını korumak amacıyla şirketin özelleştirilmesine karşı greve başlayan 55 bin çalışandan yüzlercesi o gün İslamabad, Karaçi, Ravalpindi ve başka şehirlerde düzenlenen askeri operasyonlarda tutuklanmış, ordu birlikleri tesisleri grevcilerin elinden almıştı.
PTLC’nin yüzde 26’sının satışı için 18 Haziran 2005’de alınacak fiyat teklifleri öncesinde Pakistan hükümetinin, “bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam bir ekonomi”yi kösteklemediği, “tatava” yapmadığı söylenebilir. (1)
“Tatava” yapan ya da “huzurevi”ndeki yaşamlarını korumaya çalışan, Fransa’daki gibi Pakistan’da da emekçilerdi; hem de hükümetin “revize” planındaki avantajlara rağmen. Revize plana göre ihaleyi kazanan şirket 1.5 milyar dolarlık blok hissenin yüzde 10’unu çalışanlara indirimli fiyattan satmak durumundaydı. Ayrıca hükümet çalışanlar için 4.2 milyar rupilik (yaklaşık 70 milyon dolar) bir teşvik paketi hazırlamıştı.
Pakistan İçişleri Bakanı Afitap Ahmet Şerpao, PTCL satışıyla ilgili grev kararının “kanun dışı bir adım” olduğu kararına varıldığını belirttikten sonra ekliyordu: “Hükümeti PTCL’nin özelleştirilmesine karşı tehdit edenler kanuna göre teröristtir. Devlet karşıtı faaliyetlerine devam etmeleri halinde başları derde girecektir.”
Fransa’daki “şımarıklar” gibi Pakistanlı telekom çalışanları, indirimli hisse alma şansı ve teşvik paketine rağmen greve gidenler, Fransa’dakiler gibi statükoculuğu, korumacılığı, ulusalcılığı ve devletçiliği temsil ediyorlarsa, aynı zamanda nasıl azılı devlet karşıtı olabiliyorlar?
Politik muhalifleri susturmada, yok etmede daima gaddarca davranmış Pakistan devleti neyi temsil ediyor? Gerçekten de statükoculuğa karşı değişimciliği, devletçi grevcilere karşı bireyciliği, ulusalcılığa karşı küreselleşmeciliği mi?
Bolivya halkı “sivil toplum” sınıfına girer mi?
Bolivya’da Mayıs ortalarında doğal gazın kamulaşırılması sloganıyla tırmanışa geçen kitle gösterilerinde, 24 Mayıs günü polis çemberini gerileterek Kongre binasının 60 metre yakınına ulaşan göstericiler de, yaygın çerçeveye göre devletçiliği ve ulusalcılığı temsil ediyordu; göz yaşartıcı gaz, plastik mermi ve coplarla binaya girişi engellemeye çalışan polisler ve tam o sırada çevredeki binaların çatılarında beliren snaypırlar ise bireyciliği ve küreselleşmeciliği.
Snaypırların çatılarda belirmesine onlara dinamit çubukları fırlatarak karşılık veren maden işçileri de devletçiliği ve ulusalcılığı temsil ediyor, değişime karşı statükoyu korumaya çalışıyordu.
6 Haziran günü Başkan Carlos Mesa ‘nın görevini bırakması talebiyle başkent La Paz’ın San Francisco meydanına akan 400 bin gösterici, devletin en üst kademesine bu darbeyi geçekleştirirken bir kez daha devletçi ve ulusalcı güdülerle hareket ediyor olmalıydı.
2000 yılında suyun özelleştirilmesine karşı birleşip Bechtel’i Bolivya’dan kovan bu insanlar şimdi de doğal gazın kamulaştırılması talebinde birleştiklerine göre, küreselleşmeci ve rekabetçi, bireyci ve değişimci oldukları söylenebilir miydi? Hayır. Fransa’dakiler ve Pakistan’dakiler gibi bunlar da “bilimsellik kazanmaya başlayan evrensel ve saydam ekonomi”ye “tatava” yapıyorlardı.
Öte yandan Bolivya’daki grevcilerin ve göstericilerin, yaygın çerçevedeki “sivil toplum” tanımına uygun olmadığı da söylenebilir. Herhalde onlar da Fransa’dakiler gibi “konjonktüre göre şu veya bu yana kolayca kayan ve doğası itibariyle elit ufka sahip olmayan kamuoyu” (2) sınıfındandı.
Hem bu halk darbesine markamsı bir lakap yapıştırılmadığına, “turuncu devrim” gibi adlar takılmadığına ve gazete sayfalarında sivil toplum hamisi spekülatör Soros boy göstermediğine göre, darbenin “sivil” olma ihtimali daha da düşük sayılırdı.
Mesa’nın 6 Haziran’da istifasını verip çekilmesinden üç gün sonra genel grevin ve gösterilerin ulaştığı düzey nedeniyle Bolivya parlamentosu tarihinde ilk kez La Paz’da toplanamıyor, Sucre şehrinde toplanmaya çalışıyordu. Bu arada, Mesa’nın istifasından sonra onun yerine çöreklenmeye çalışan Senato Başkanı Hormando Vaca Díez, havaalanı çalışanlarının da grevde olması nedeniyle Santa Cruz’a uçamıyordu.
Parlamento üyelerini La Paz’dan sürgün eden, Vaca Díez’in çalışmalarını felce uğratan, devleti köşeye sıkıştıran grevciler ve göstericiler, nasıl devletçiliği temsil ediyor olabilirler? Snaypırların hedefi olarak ortaya çıkıp değişim için savaştıkları bir anda istedikleri ne? Statükonun korunması! Nasıl?
Bolivya devletinin temsilcileri, başkanından snaypırına, doğal gazda ulus ötesi şirketlerin çıkarlarını korumaya çalıştıkları için, sadece bunun için, bireyciliği, küreselleşmecili