Financial Times’dan Wolfgang Muchau ‘nun salı günü vurguladığı gibi Avrupa’da anayasanın geleceğinden çok daha önemli bir çatışma sürüyor. ”Bu, Avrupa toplumsal modelini savunanlarla Anglo sakson kapitalizmini savunanlar arasındaki çatışmadır. Avrupa’nın geleceğini, anayasa tartışmalarından çok bu çatışmanın nasıl çözümleneceği belirleyecek” (06/05). Siemens’in CEO’su ve Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası üyesi Klaus Kleinfeld ”anayasa ile ilgili belirsizliklerin Avrupa […]
Financial Times’dan Wolfgang Muchau ‘nun salı günü vurguladığı gibi Avrupa’da anayasanın geleceğinden çok daha önemli bir çatışma sürüyor. ”Bu, Avrupa toplumsal modelini savunanlarla Anglo sakson kapitalizmini savunanlar arasındaki çatışmadır. Avrupa’nın geleceğini, anayasa tartışmalarından çok bu çatışmanın nasıl çözümleneceği belirleyecek” (06/05). Siemens’in CEO’su ve Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası üyesi Klaus Kleinfeld ”anayasa ile ilgili belirsizliklerin Avrupa iş çevrelerini olumsuz etkilemeyeceğini” düşünüyor (The Guardian 06/06).
Ama bir şeyler değişti
Gerçekten de anayasa, Avrupa bütünleşme sürecini neo-liberal ”Anglo sakson kapitalizmi” modeline uygun bir biçimde yönetmek isteyen (Avrupa çapında şekillenmiş ve Yuvarlak Masa’da örgütlenmiş) bir sermaye sınıfı fraksiyonunun ”hegemonik blok” oluşturma sürecindeki araçlarından yalnızca biriydi. Anımsarsanız benzer bir girişim, geçmişte, küresel çapta MAI ile denenmiş, ama toplumsal muhalefet MAI’yi geri püskürtünce bu kez Dünya Ticaret Örgütü devreye sokularak boşluk doldurulmaya çalışılmıştı. Avrupa’da da şimdi anayasadan beklenenleri gerçekleştirmek için başka taktikler devreye sokulacak. Bu sırada AB süreci işlemeye devam eder, zira Nice Anlaşması halen geçerli.
Yeni taktikler gerekiyor, çünkü sahnede yeni bir güç var. Birçok yorumcunun işaret ettiği gibi 1970’lerden bu yana, siyasete, siyasi partilere, seçim sürecine giderek ilgisini kaybeden seçmen, yeniden siyasete ilgi göstermeye başladı. Almanya’da son eyalet seçimlerinde, Fransa ve Hollanda referandumlarında katılım sırasıyla yüzde 63, yüzde 70 ve yüzde 62 oldu. Hollanda’da referandumdan sonra yapılan bir kamuoyu yoklaması seçmenin yüzde 80’inin önemli konularda karar alınırken halkoyuna başvurulmasını istediğini gösteriyordu (International Herald Tribune, 05/06). AB sürecinde Anglo sakson modelinin kalıcı bir biçimde egemen olabilmesi için bu giderek kendine güveni artan seçmenin ikna edilmesi gerekiyor. Bu ise Avrupa çapında, genel kampanyalarla olacak bir şey değil. Bu yüzden AB sürecinde siyaset yeniden ulus devletlerin arenasına geri dönecek gibi görünüyor.
Siyasetin ulusallaşması
Anayasa oylama sürecinde ”cephe savaşını” kaybetmiş görünen hegemonya adayı fraksiyon, büyük bir olasılıkla yine Avrupa siyasi geleneğine uygun bir biçimde, bu kez ”mevzi savaşı” , ”pasif devrim” (yavaş/moleküler dönüşüm) taktiklerine çekilecek. Anayasa kapsamındaki birçok konu ulusal düzeylerde gündeme getirilecek ve yukarıda değindiğim çatışma, Avrupa halklarının Avrupa çapında daha güçlü ve kalıcı bir muhalefet oluşturmasını engellemek amacıyla ulusal düzeylerde çözümlenmeye çalışılacak. Bu sırada küçük devletlerin hoşnutsuzluğunu gidermek için Almanya-Fransa ekseninin işleyişinin yeniden şekillenmesi de gerekiyor.
Siyasi konjonktür de bu tür taktiklere çok uygun. Almanya ve Fransa’da sırada Angela Merkel ve Nicolas Sarkozy gibi, neo-liberalizme, hatta transatlantik sınıf ittifakına çok daha yakın muhafazakâr siyasetçiler var. Bu iki siyasetçinin bir diğer özelliği de ırkçılık ve yabancı düşmanlığı kartlarını oynamaya çok yatkın olmaları. AB süreci ulusallaşmaya başlayınca, seçmen, yabancı düşmanlığı, ”Türkiye’nin Birliğe girmesine direnme” konusunda ”başarılı” hükümetlerin neo-liberal politikalarını çok daha kolaylıkla kabul edebilecek. Üstelik önümüzdeki dönemde de AB başkanlığı, Avrupa’da neo-liberal programı egemen kılmayı, transatlantik ittifakını güçlendirmeyi amaçlayan İngiltere’ye geçecek.
‘Ne yapmalı?’
Bu koşullarda, Avrupa’daki solun, seçmenin siyasallaşması sürecinin güçlenmesine ve yayılmasına olanak sağlayacak politikalar, taktikler geliştirmesi, ülkelere dağılmış güçlerini, belki İngiltere’deki RESPECT koalisyonunu andıran biçimleri de deneyerek birleştirmeye çalışması gerekecek. Bu çaba AB çapında bir sol blokun ve giderek alternatif politikaların oluşmasına da olanak sağlayabilir.
İkincisi, Türkiye’nin AB üyeliği süreci çok kritik bir noktaya geldi. Geçmişte de vurgulamıştık. Türkiye Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzaladığı an AB’ye üye kabul edilme şansını büyük ölçüde kaybetmişti. Ancak bugün siyasi konjonktür bu hatayı düzeltmek için bir olanak sağladı. Türkiye’yi yönetenler Avrupa Birliği’ne üye alınma şanslarını arttırmak istiyorlarsa, AB ilişkilerini askıya almaya, Gümrük Birliği Anlaşması’nı yeniden gözden geçirmeye hazırlanmak durumundadırlar. Avrupa sermayesinin ufkunda Türkiye pazarını kaybetme olasılığı belirdiği anda, oyunun kuralları da yeniden şekillenmeye başlayacaktır.