Bir hegemonya projesi olarak AB süreci Daha önce de değindiğim gibi, Avrupa Birliği, aslında Avrupa merkez ülkelerindeki büyük sermayenin örgütlenmesiyle, yaşadığı mekânı düzenlemesiyle, böylece dünya pazarında mücadele etme kapasitesini arttırmasıyla ilgili bir proje. Ancak birlik süreci sermayenin Avrupa çapında değerlenmesine olanak sağladıkça, Avrupa çapında yeni bir sınıf fraksiyonu da oluşmaya başladı. Diğer bir deyişle Avrupa […]
Bir hegemonya projesi olarak AB süreci
Daha önce de değindiğim gibi, Avrupa Birliği, aslında Avrupa merkez ülkelerindeki büyük sermayenin örgütlenmesiyle, yaşadığı mekânı düzenlemesiyle, böylece dünya pazarında mücadele etme kapasitesini arttırmasıyla ilgili bir proje. Ancak birlik süreci sermayenin Avrupa çapında değerlenmesine olanak sağladıkça, Avrupa çapında yeni bir sınıf fraksiyonu da oluşmaya başladı. Diğer bir deyişle Avrupa çapında değerlenme süreci, sermaye sınıfının bu sürece bağlı kesimlerinin, ülkelerindeki yerel konumlarından, koşullarından bağımsız olarak ortak bir konuma doğru evrimleşmelerine olanak veren bir mekân yarattı.
Ancak bu ulus devletlere, çeşitli yerel iktidarla bölünmüş bir mekân. Dolayısıyla bu yeni sınıf fraksiyonunun kendi çıkarlarını koruyabilmesi, geliştirebilmesi için, tüm ulusal alanları aşan bir düzlemde hegemonyacı (bu fraksiyonun çıkarlarının genel çıkar olarak algılanacağı) bir konuma yükselmesi gerekiyor. Bu sınıf şekillenmesinin ve hegemonya projesinin tarihi, bu yazının sınırlarını aşıyor. Ancak, şu nokta önemli: İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu sınıf şekillenmesi süreci üretken, esas olarak AB içinde değerlenen sermayenin refah devleti (Fordist Model-Ulusal Keynesçilik) çerçevesi altında sürerken, 1970’lerde başlayan genel yapısal kriz içinde uluslararasılaşan sermayenin (ve rantiyenin) öne çıkması, serbetleşme talep etmesi, böylece de ”küreselleşme” sürecinin hızlanmasıyla, hem hegemonya projesinin liderleri hem de çerçevesi 1980’lerden itibaren değişmeye başladı. Liderliğe uluslararası alanda değerlenmeye başlayan mali sermaye geçerken, bunun çıkarlarına uygun olarak yeni çerçeve neoliberalizm olarak şekillendi. Bu sınıf fraksiyonunun gelişmesini, Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası gibi dünyanın en güçlü lobi grubunun kurulmasında, bunun AB komisyonları üzerindeki etkisinde ve sözcülerinin en üst siyasi düzeylerde boy göstermeye başlamasında görüyoruz (Bkz: Otto Holman, Kees van Der Pijl, Guiglioma Carchedi, Stephen Gill, Bastiaan van Apeldoorn gibi araştırmacıların çalışmaları)
19 Nisan yazımda değindiğim gibi, Avrupa Anayasası, bu hegemonya projesinin çerçevesini tüm Avrupa çapında anayasalaştırma çabasından başka bir şey değildi. Nitekim anayasa Giscard D’Estaing gibi tarihsel olarak Fransız, Katolik ”haut finance” kesimine ve bugün Yuvarlak Masa gruplarına yakın siyasiler tarafından yazıldı.
‘Bizi kimse sevmiyor’
Bu süreç hemen her aşamada diğer sermaye fraksiyonlarının ve genelde halkın direnciyle karşılaştı. Örneğin, Fransa’da referandum yapıldığı gün, Financial Times’ta ”tesadüfen” , Fransa iş çevrelerinin ”sevgi aradığına” ilişkin hoş bir yazı vardı. Fransız İşverenler Federasyonu (Medef) yeni başkanı adayı Laurence Parisot Fransız halkı için ”Ekonomik olguları kavrayışları sıfır” diyormuş. Parisot’ya göre hâlâ Marksist kültür egemenmiş. Medef’in, halka ”şirketler kazanırsa herkesin de kazanacağını anlatması gerekiyormuş” . Parisot endişelerinde haklı, kamuoyu yoklamaları, iş çevrelerinin liderlerine güvenin 1985’te (Yuvarlak Masa’nın kurulduğu yıllarda) yüzde 56’dan, bugün yüzde 45’e gerilediğini gösteriyor. Çalışanlar arasında kendi patronlarına güvenenlerin oranıysa yalnızca yüzde 21. Gençlerin yalnızca yüzde 14’ü uluslararası firmalarda çalışmak istiyor. Yüzde 42’sinin gözüyse kamu sektöründe.
Bir üst düzey AB bürokratı da halk için anayasayı ”Okumadılar, okumuş olsalardı da anlamazlardı. Eğer anlamış olsalardı, o zaman da hoşlanmazlardı” diyor (Wall Street Journal). Belli ki Fransız halkı ekonomiyi olmasa anayasayı kavramış. Referandum tartışmaları derinleştikçe, göçmenlik ve Türkiye’nin üyeliği gibi konular arka plana düşerken, ekonomik sosyal konular öne çıktı. Kamuoyu yoklamalarına göre, işçilerin dörtte üçü, çalışanların üçte ikisi, köylülerin hemen hepsi anayasaya hayır dediler. (Aktaran WSWS) Paris’in zengin mahallesi Neuilly’de evet oyu yüzde 83’e ulaşırken, işçi-emekçi mahallesi Bobigny’de hayır oyu yüzde 72’ye ulaştı (New York Times).
Fransa’da anayasanın reddedilmesi bu ”hegemonya projesinin” sorunlarını gözler önüne serdi ve bir kriz içinde olduğunu gösterdi. Öyle ki, Financial Times’tan Wolfgang Munchau (bu projenin sözcülerinden biri olarak görülebilir) Fransa, Almanya ve İtalya’yı, hükümetleri ”reformları” uygulayamadıkları için ”başarısız devletler” (failed states) olarak nitelemekten çekinmiyor. Referandumda esas hikâye bence burada. Çünkü Avrupa’nın geleceğini (Türkiye’nin üyeliğini de) bu projenin karşılaştığı direncin dinamikleri belirliyor.
[email protected]
01-06-2005