1 “Hayır”la açılan ufuk AB yöneticileri yıllar süren tartışmaların ardından, Temmuz 2003’te şimdiye kadarki antlaşmalarının ve strateji metinlerinin temel ilkelerini birleştiren bir anayasa metni oluşturdu. Metnin bütün üye ülkeler tarafından onaylanması durumunda yasalaşması söz konusuydu. 25 üyeden sadece 10’u bu onay sürecini olması gerektiği şekilde bir referandum yoluyla yapma kararı aldı; referandumun sonuçlarından korkan diğer […]
1 “Hayır”la açılan ufuk
AB yöneticileri yıllar süren tartışmaların ardından, Temmuz 2003’te şimdiye kadarki antlaşmalarının ve strateji metinlerinin temel ilkelerini birleştiren bir anayasa metni oluşturdu. Metnin bütün üye ülkeler tarafından onaylanması durumunda yasalaşması söz konusuydu. 25 üyeden sadece 10’u bu onay sürecini olması gerektiği şekilde bir referandum yoluyla yapma kararı aldı; referandumun sonuçlarından korkan diğer ülke yöneticileri ise onay sürecini parlamentolarına bırakmayı daha güvenli gördü. İspanya metni pek az kamusal tartışmayla katilim oranının sadece %42 olduğu bir referandumla onaylarken, Fransa ve Hollanda geniş tartışmaların ardından katilim oranının sırasıyla %70 ve %63 olduğu referandumlarda %55 ve %62 oranında “hayır” dedi. Bütün kâbusu sadece kendi ülkesinin anayasaya “hayır” diyeceği olan Tony Blair bu gelişmelerden çok memnun olmuş olmalı ki, hemen İngiltere’deki referandumu askıya aldığını açıkladı. Danimarka da Brüksel’in bütün itirazlarına rağmen bu fikre katildi. Referandum yapacak olan riskli ülkelerden Çek Cumhuriyeti de Kasım 2006’ya kadar bir uzatma çağrısı yaptı. Şimdilik 10 diğer ülke ise referandumdan kaçarak parlamentolarında metni onayladıysa da, yaşanan temsiliyet krizi karşısında bunun bir anlamı yok. Haziran’daki AB zirvesi nihayet metni “buza yatırma” kararı aldı. Her ne kadar anayasa metni pratik olarak artik bir arşiv dokümanı düzeyine inmiş olsa da, bu tartışma AB projesinin ne olduğu, ve AB içinde farklı bir Avrupa için mücadele edenlerin algılanması açısından çok zengin bir zemin sunuyor. Fransa ve Hollanda’da oylama yapıldığı için göze görünür hale gelen emekçilerin yeni liberalizme karşı tepkisi aslında Avrupa’nın başka ülkelerinde de, Latin Amerika’da da Asya’da da bazen iktidar değişikliklerinde, bazen kitlesel eylemlerde küresel düzlemde ifadesini buluyor. Türkiye’de de, dünyanın başka bir yerinde de, “başka bir dünya mümkündür” diyen herkes için önemli bu tartışmalar.
Tartışılmakta olan AB anayasası klasik bir anayasa olsaydı, iktisatçı halimle bir yazı yazmaya cüret etmezdim. Ama bu anayasa AB’de şimdiye kadar imzalanmış bütün antlaşmalarla uygulamaya sokulmuş olan liberal iktisat modelini tasa kazımak ve ilerletmek, alternatifleri ise imkânsızlaştırmak isteyen, dolayısıyla da iktisadi yönüyle tartışılması önemli olan bir metin.
“Hayır”dan sonra yine birliğin işleyişini önceden olduğu gibi belirleyen Nice Antlaşması dahil diğer antlaşmalarla yola devam edilecek. Kurumsal işleyişle ve karar almayla ilgili teknik maddelerin ayıklanarak, oylama sistemini değiştiren, bazı vetoları kaldıran bir önerinin yeni bir şekilde sunulması, belki ayrıca onaylanması yönünde bir adim atılabilir. İktisadi olarak ise AB’yi zorlu tartışmalar bekliyor: Yeni bütçe tartışmaları, yeni üye adaylarıyla pazarlıkların nasıl gelişeceği, İtalya’nın artan dış ticaret açıkları karşısında Avro’yu ciddi olarak sorgulamaya başlaması, hatta kapalı kapılar ardında Alman bürokratların da milli para birimlerine geri dönmenin daha iyi bir fikir olup olmayacağını tartıştıklarına dair fısıltıların duyulmaya başlaması (Economist, 11 Haziran 2005)… Ama bunların hepsi anayasa oylamasında ifadesini bulan isyan karşısında tali önemde.
Liberal iktisadi çizgisini her fırsatta gururla vurgulayan haftalık dergi “The Economist” referandum haberlerini kapakta “Marat’in ölümü” tablosuyla verdi. Fransız devrimci ressam Jacques-Louis David’in Fransız devriminin liderlerinden Marat’in 1793’teki öldürülüşünü resmettiği tablo Economist’in editörlerine göre belli ki referandumun sonucunu iyi tasvir ediyor: homojenleşme yönünde bir AB hayalinin sonu… Ama her durumda anayasanın ölümünden sonra, anayasayı başından beri fazla kati bulan Economist’in önerisi çok açık: sosyal açıdan bütün uyumlaştırma çabalarının bir kenara bırakıldığı bir büyük açık pazarda malların ve yatırımların hareket serbestliğini yasalaştırmaktan ibaret bir çerçeve (Economist, 4 Haziran 2005). Avrupa solunun liberal olduğu için reddettiği anayasa bile liberallere çok geliyor belli ki.
Bu yazının amacı anayasaya liberalizmi yasalaştırdığı için “hayır” diyen AB solunun eleştirilerini aktarmak. Daha sonra kitlesel hayır oylarının arkasındaki tepkileri tartışmak ve bu tepkilere neden olan iktisadi gelişmeleri analiz etmek. Sonunda da “başka bir Avrupa” için mücadeleye devam edecek olan anti-kapitalist AB solunun gündemini aktarmak. Nihayetinde de bu tartışmaların Türkiye’deki sol ve AB tartışmaları açısından anlamına değinmek ve alternatif bir mücadele stratejisinin “anahtar sözcükleri”ni sıralamak.
2 Madde Madde “Hayır”
Hayır kampanyasını örgütleyen sol kanada göre anayasa yeni liberalizmin ve piyasanın egemenliğini, rekabetin prensiplerini “taşa kazıyor”. AB’nin modeli “sosyal piyasa ekonomisi” olarak tanımlanırken, sosyal sözcüğünün içinin boşaldığı ve sadece kulağa hoş gelsin diye piyasanın sıfatı olarak metinde yer aldığı ilerleyen sayfalarda ortaya çıkıyor. AB’nin iktisadi yönelişlerini şimdiye kadar belirleyen Maastricht Antlaşması, İstikrar ve Büyüme Paktı, Lüksemburg Stratejisi gibi belgeler ışığında bu büyük bir sürpriz değil gerçi. Sürpriz olan egemenlerin bunu anayasa metnine bile yazmaya ihtiyaç duymuş olmaları. İlgili okuyucu anayasa metninin tamamına bütün AB dillerinde http://europa.eu.int sayfasından ulaşabilir. Çeşitli özet bilgi ve propaganda malzemelerini asıp da orijinal metne ulaşmak o kadar da kolay değil. http://ue.eu.int/igcpdf/en/04/cg00/cg00087-re01.en04.pdf adresi İngilizce metni veriyor.
Anayasa metni ekleriyle beraber 400 sayfadan uzun. Eleştirilere göre bilinen anayasalardan çok farklı bölümler ve sözcükler içeriyor. ATTAC’in (Finansal piyasalar ve kurumların demokratik kontrolü için uluslararası hareket) üyelerinden Lecourieux saymış: Anayasanın 202 sayfalık ana metninde “banka” sözcüğü ve türevleri 176 kere, “piyasa” sözcüğü 88, “ticaret” 38, “rekabet” 29, “sermaye” 23, “mal” sözcüğü ise 11 kere geçiyor . Metnin içeriğini maddelerden alıntı yaparak tartışan Bernard Cassen, Le Monde Diplomatique’teki yazısında, anayasanın IMF ve DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) dokumalarından kesilip yapıştırılarak yazıldığı hissi verdiğini yazıyor. Bu piyasa atıflarının esas yer aldığı bölüm “Birliğin Politikaları ve İsleyişi” baslıklı üçüncü bölüm. Bu bölüm toplam 448 maddenin 322’sini içeriyor. Bu bölüm Fransa’da “Evet” kampanyalarında bilinçli bir şekilde dışlanmış, hükümetler ve medya bundan hiç söz etmeme taktiği geliştirmiş. Örneğin Avusturya’da da kendi anayasasına aykırı olmasına rağmen referandum yapmayı reddeden hükümetin, vatandaşları “bilgilendirmek” için postayla evlere yolladığı anayasanın 56 sayfalık özetinde üçüncü bölüme yer verilmemesi rastlantı değil.
2.1 Yeni liberalizmin ve sermayenin anayasası
Yeni liberalizmi anayasalaştırması bağlamında “Hayır” kampanyası yürütenlerin en çok vurguladığı maddeleri Cassen anayasaya doğrudan referanslarla aktarıyor: Daha birinci sayfada Birliğin amaçları arasında “rekabetçi bir sosyal piyasa ekonomisi” ve “serbest ve müdahalesiz rekabet” vurgulanıyor (Madde I-3). Yine birinci bölümde AB’nin “temel özgürlüklerini” tanımlayan madde “insanların, hizmetlerin, malların ve sermayenin serbest dolaşımı”ndan söz ediyor (Madde I-4). Fransız solu bu madde de insanların, mallarla ayni düzleme indirgeniyor olmasına itiraz ediyo
r. “Birliğin Temel Haklar Bildirgesi”ni içeren ikinci bölümde ise “is hakki” yerine “ise angaje olma hakki” ifadesi yer aliyor (madde II-75). Sağlık hizmeti hakki, bu hizmetler sunulduğu takdirde”erişim hakki”na indirgeniyor (madde II-95).
Yasa metinlerine yabancı insanlar için başlangıçta önemsizmiş gibi görünen bu sözcük oyunları aslında önemli farkları ardında barındırıyor. “Is hakki” tanımı herkesin bir is sahibi olmasını toplumsal sorumluluğun alanında tanımlarken, “ise angaje olma” veya “çalışma hakki” olarak çevrilebilecek yeni ifade, sadece çalışmak isteyen birine engel olunmamasını yasayla garanti altına alıyor. Bu oldukça tehlikeli bir değişiklik. Özellikle de daha sonra gelen ve “ise yerleştirme hizmetlerine erişim hakki”ni ifade eden madde II-89’la beraber ele alındığında. ATAC-Fransa’nın başkan yardımcısı Susan George’un eleştirisi söyle: Bu tanım “kişinin çalışma hakki değil, iş arama hakkı olduğunu söylüyor. Is temel bir hak olarak ele alınmıyor. Is hakki issizlik sigortasının temelidir, dolayısıyla bu çok ciddi bir geri adim” (Redpepper ile röportaj , Haziran 2005).
Madde II-96’da yine başka bir tuzak ifadeye vurgu yapılıyor: “Birlik genel iktisadi çıkarı ilgilendiren hizmetlere erişim hakkini tanır ve buna saygı duyar…”. Dolayısıyla bu hizmetlerin var olacağına dair bir garanti yok. Dahası artik “kamu hizmeti” yerine “genel iktisadi çıkarı ilgilendiren hizmetler” sözcüğü kullanılıyor . Sosyalist Parti içindeki muhalif kanattan Jean-Luc Melechon bu maddeyi söyle yorumluyor: “Sosyal hizmetler söz konusu olduğunda, …(anayasa) onları ‘genel iktisadi çıkarı ilgilendiren hizmetler’ olarak tanımlıyor. Her alanda, yeni liberalizm düne kadar bedava olan her şeyi dönüştürmeye çalışıyor: posta hizmetleri, eğitim, sağlık” (Redpepper ile röportaj , Mart 2005). Ve elbette “genel iktisadi çıkarı ilgilendiren hizmetler”in arzı serbest ve müdahalesiz rekabet kurallarına tabii (madde III-166). Akabinde madde III-167 rekabeti bozacak her türlü kamu sübvansiyonunu hizmetler de dâhil her alanda yasaklıyor. Kamu hizmetleri artik kendinde bir hedef değil, amaç Avrupa ekonomisine katkıda bulunmak
Kadınların kazanımlarına karşı Katolisizmin zaferini belgelediği yönünde de çok tartışma yaratan noktalar var. Susan George temel haklar bölümünde kadınların birçok ülkedeki kazanımlarından söz etmeksizin sadece “yasam hakki”nin ifade edilmiş olmasının bilinçli bir ihmal olduğunu söylüyor: “Pek çok kadın bu bölümün, Portekiz ve İrlanda dâhil kimi ülkelerde kürtaj ve kadınların kendi doğurganlığı üzerinde kontrol hakki gibi hakların olmaması nedeniyle bu şekilde ifadelendirildiğini düşünüyor”(Redpepper ile röportaj, Haziran 2005).
Bunun da ötesinde “temel haklar”a yönelik uygulamaların alanı da bölümün sonunda sınırlanıyor: “Bu bildirge …. anayasanın diğer bölümlerinde tanımlanmış olan güçleri ve görevleri değiştirmez” (madde 111-2)! Cassen bu bildirgenin “açıkça toplumsal hakları uluslararası sermaye hareketlerinin ve serbest ticaretin ihtiyaçlarının boyunduruğu altına aldığını” söylüyor.
Anayasa genişleme süreci acısından da yeni liberal projeyi yasalaştırıyor. “Serbest ve müdahalesiz rekabeti” dokunulmaz hale getiren anayasa iktisadi adaletsizliği ve eşitsizlikleri azaltmak hedefiyle AB çapında yasa ve düzenlemeler geliştirmeyi de, olan yasalar arasında eşitlikçi yönde bir uyumlaştırmaya gitmeyi de imkânsız kılıyor. Fransız akademisyen Samary’ye göre anayasa “eşit olmayan unsurların, madde III-167’de belirtilen istisnalar dışında, devlet desteği olmaksızın piyasada rekabet edeceği bir büyük serbest piyasanın egemenliğini” tanımlıyor . Anayasaya göre “yasam standartlarının anormal düşük olduğu bölgelerde iktisadi kalkınmayı desteklemek amacıyla yardim iç piyasayla tutarlı olarak değerlendirilebilir,” ama Samary ekliyor: “Bu zorunlu değil ve hiç bir kıstas yok. Dahası madde III-168 komisyona bir üye ülkenin verdiği yardımın iç piyasa ile tutarsız olduğuna karar verme yetkisini veriyor.” Bu yaklaşım, tam tersine hükümetlerin sosyal politika alanında elini bağlayan bütçe ve borç kısıtları tanımlayan kriterlere benzer sözde istikrar kriterlerini kutsuyor.
2.2 “Aydınlanmış veya toleranslı bir despotizm”in anayasası
Karar alma sürecinde de “hayır” kampanyasını yürütenler tehlikeli unsurlara değiniyor. “Evet” kampanyasının vurguladığı Nice Antlaşması’nda Fransa ve Polonya gibi büyük ülkelerin temsilcilerine nüfuslarıyla ilişkisiz bir ağırlık veren maddelerin kalkmasının dışında, sözü çok edilmeyen maddeler de var. Malewski anayasanın birinci bölümündeki “Birliğin Kurumları ve Organları” ve birlik yetkisinin kullanımı ile ilgili alt bölümlere referansla, birliğin tek seçilmiş organı olan Avrupa Parlamentosu’nun yine tam yasama yetkisine sahip olmadığını belirtiyor . Malewski’ye göre AB hep burjuva demokrasisinin kurucu ilkesi olan yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayrılığı ilkesine aykırı islemişti, simdi bu anayasa haline getirilmek isteniyor. “Avrupa Parlamentosu Avrupa yasalarını benimseyebilir, ama bunu sadece Avrupa Bakanlar Konseyi ile birlikte yapabilir; başka bir deyişle vetosunu kullanabilir. Yasamaya öncülük etme hakki dahi yok. Yasaları bloke edebilmesine rağmen, onları öneremez. İnisiyatif doğrudan seçilmemiş organlara bırakılmaya devam ediliyor: Avrupa Konseyi’nin tanımladığı ‘oryantasyonlar’ ve ‘genel siyasi öncelikler’ çerçevesinde Komisyon (devlet veya hükümet başkanlarından oluşan komisyon), ve Konsey.” Malewski bu anayasanın “temsili demokrasini risklerinden kaçabilecek bir uluslar üstü aparat” ve “aydınlanmış veya toleranslı bir despotizm” tesis etmeyi hedeflediğini yazıyor. Hollanda’daki “Anayasaya Hayır Komitesi” sekreteri Wesselius Yeşillerin işaret ettiği kısmi şeffaflaşmaya rağmen bu anayasaya göre de kararların komitelerde alınacağını ve bugün var olan binlerce farklı komitenin yine şimdiki kadar denetime kapalı kalacağını belirtiyor .
2.3 Silah sanayinin anayasası
Alternatif bir Avrupa vurgusuyla soldan “hayır” kampanyası yürütenlerin dikkat çektiği başka çok temel bir nokta da askerileşme. Madde I-41-3’e göre “Üye devletler artan oranda askeri kapasitelerini arttırmayı üzerine alacaktır. … savunma sektörünün endüstriyel ve teknolojik temelini güçlendirmek için … savunma kapasitesi geliştirme, araştırma, iktisap ve silahlanma alanında bir Ajans (Avrupa Savunma Ajansı) kurulacaktır.” Malewski bu maddenin Avrupa silah tekellerinin yeniden yapılanmasını finanse etme ve ABD’yle rekabet edebilecek hale gelme hedefini anayasaya geçirdiğini ifade ediyor . “Dayanışma şartı” başlıklı I-43 maddesi ise Birliğe su yetkileri veriyor: “Birlik, üye devletlerin sınırları dahilindeki terörist tehdidi engellemek; demokratik kurumları ve sivil halkı herhangi bir terörist saldırıdan korumak; bir üye devlete kendi sınırları dahilinde, bir terörist saldırı durumunda, siyasi otoritelerinin talebi üzerine destek olmak için üye devletlerce sağlanan askeri kaynaklar dahil, tasarrufundaki bütün araçları harekete geçirecektir.” Malewski “terörist teriminin geleneksel olarak son zamanlarda çok geniş kapsamlı tanımlanması nedeniyle, anayasanın bu maddesinin bir Avrupa sivil savasına yönelme yetkisi verecek şekilde yorumlanabileceği”ni ifade ediyor .
3 Hayır’ın sınıfsal ve siyasi anatomisi
Hayır, oyu her şeyden önce yeni liberalizme ve onun sonuçlarına bir tepki. Bu ilk de değil. Danimarka 200
2’de Maastricht Antlaşmasını, İrlanda da 2001’de Nice Antlaşmasını reddetmiş ve bir süre sonra tekrar oylamaları talep edilmişti. İsveç’te de 2003’te referandumda Avro bölgesine giriş kararına karşı cıktı. Fransızlar ise zamanında Maastricht Antlaşmasını kıl payı onaylamıştı. Aslında şimdiki ayrım 1992 Maastricht Antlaşması oylamasındaki ayrımdan çok farklı değil: Le Monde Diplomatique o zaman için de oyların “zengin ve yoksul” olmak üzere “iki farklı Fransa” arasında bölündüğünden söz ediyor .
Secim sonuçlarından sonra hem ulusal hem uluslararası medya adeta “hayır”cilari karalarcasına, Fransa’da Le Pen ve Villiers, Hollanda’da Wilders gibi aşırı sağ, yabancı düşmanı liderleri ön plana çıkarsa da, oyların siyasi ve sosyolojik ayrıştırması çok farklı noktalara işaret ediyor. hayır kampanyasında aktif yer alan Smith’den aktarıyoruz : “Fransa’da mavi yakalı isçilerin %81’i, beyaz yakalı isçilerin %60’i, “ara mesleklerin” %56’si, issizlerin %79’u “hayır” dedi… “hayır” orani18-34 yas grubunda %59, 35-49 yas grubunda %65 iken, “evet” sadece 65 yas üstü grupta çoğunluk sahibiydi… Siyasi olarak ise sol seçmenin %67’si “hayır” dedi – Komünist Partinin ve devrimci solun tamamı, ama ayni zamanda Sosyalist parti seçmenlerinin %59’u ve Yeşil seçmenlerin %64’ü. Siyasi eğilim belirtmeyen seçmenlerin ise %61’i “hayır” dedi. .. Eğer aşırı sağın seçmenin %15’i olduğunu bir kenara koyarsak, bu demektir ki “hayır”ın diğer %40’i solu destekleyenlerden ve tarafsızlardan geldi. Anket sonuçlarına göre “hayır deyenler” neden olarak Fransa’daki ekonomik ve sosyal durumu, özellikle de issizlik ve antlaşmanın fazla liberal karakterini gösterdi. …Dolayısıyla, “hayır” diyenler şovenist, Avrupa karşıtı vs. oldukları için “hayır” demediler. Yeni liberalizme ve onun Fransa ve Avrupa’daki tahripkâr etkilerine karsı oy kullandılar.” Fransa’da soldan hayır kampanyasının bileşenlerini Sabado şöyle anlatıyor : “…toplumsal ve siyasal solun birleşik bir cephede hareketlenmesinin ürünü: Fransa Komünist Partisi, Devrimci Komünist Birlik, Sosyalistler ve Yeşiller arasındaki muhalifler (bu iki parti merkezi olarak “evet” kampanyası yapmış olmasına rağmen), İsçi Mücadelesi (bu her ne kadar ortak kampanya yapmayı reddetmiş olsa da), ve en önemlisi binlerce sendikacı, aktivist, partisiz solcu kişiler…” Bu süreçte Fransa’daki ATTAC’in ve yeni liberalizm karşıtı bir tür think thank olan Fondation Copernic’in çok belirleyici olduğu belirtiliyor . Sendikaların militanlaşan mücadelesi, Mart ayında kamu ve özel kesimde çalışanların ücretler, is güvencesi, çalışma koşulları için ve özellikle de 35 saatlik çalışma haftasını sulandırmak isteyen liberal saldırılara karsı bir günlük genel grevi ve Şubat’tan beri eğitimdeki liberal reformlara karsı çok güçlü bir şekilde yükselen öğrenci hareketi belirleyici dinamikler olarak belirtiliyor . 1995’teki büyük yeni liberalizm karşıtı ayaklanmalar, 2003’teki emeklilik reformuna karsı kitlesel eylemlerden bu yana yaşanan kısmi yenilgilerden sonra, sendikal hareket için de yeni bir dönüm noktasından söz ediliyor. Simdi umutlar sol güçlerin bu birliğinin devamı yönünde.
Fransa’daki sonuçların görkeminden sonra Hollanda’da oyların dağılımı medyada iyice geçiştirildi. “Anayasaya Hayır Komitesi” başkanı Willem Bos aktarıyor : “Geliri düştükçe ‘hayır’ oyu verme olasılığı da artıyor. Medyan gelir ve aşağısındaki seçmenin üçte ikisi “hayır” dedi. …Bir mahalle ne kadar yoksulsa, o kadar çok insan ‘hayır’ oyu kullandı” Siyasi dağılım acısındansa “evet” çağrısı yapan sosyal demokrat Emek Partisi seçmenlerinin %55’i, Yeşil Sol partinin seçmenlerinin %48’i, AB taraftarı liberal D66 partisinin seçmenlerinin %45’i, iktidardaki Hıristiyan Demokratların ise %20’si, sağ liberal VVD’ nin %40’i anayasaya karsı oy kullandı. Aşırı sağın ve küçük Ortodoks Protestan partilerin karsısında, hayır cephesinde soldan çeşitli sol grupların ve bireylerin birlikteliğinin ürünü olan “Anayasaya Hayır Komitesi” ve Sosyalist Parti (SP) de yer aldı . Hollanda’da sivil toplum örgütlerinin ise Fransa’dan farklı olarak ağırlıkla “evet” kampında yer almış olması, kendi tabanlarıyla aralarındaki açığa işaret ediyor. Bos bütün bu süreçte Wilders’in anti-Türk, anti-Müslüman kampanyasının egemen bir rol oynamadığını, bunun sadece su andaki sekliyle var olan Avrupa’ya karsı bir kampanya olduğu yönünde geniş bir mutabakat olduğunu söylüyor. Aslında hemen referandum sonrası, anket sonuçları çok ilginç: Bugün secim olsa SP’ nin sandalye sayısı 13’ten 21’e çıkıyor. Wilders’in aşırı sağ partisi ise bir koltuk kaybediyor.
Anayasaya “evet” deyen kampta ise uluslararası kurumsal düzeyde Avrupa komisyonunun yani sıra, Avrupa Sanayii ve İşveren Konfederasyonları Birliği yer alıyor . Avrupa Sendika Konfederasyonu’nun (ETUC) önderlik kadrolarında oturan sendika bürokrasileri de imkânlarını anayasanın kazanımlarını savunmaya adadılar . Ama anayasayı kendi gerekçeleriyle savunan Tony Blair, anayasanın deregülasyon, esneklik ve piyasa rekabetini geliştirici bir çerçeve sunduğunu savunduğunda dedikleri kulağa daha inandırıcı geliyor . Bu durumda Fransa’da olduğu gibi yerel bazda sendikalar ETUC bürokrasisinden kopuyor. Avrupa’nın partilerinin çoğunluğu (Hıristiyan Demokratlar, Liberaller, Sosyalistler-Sosyal Demokratlar ve hatta Yeşiller) anayasayı destekledi. Referandum yapan ülkelerdeki oyların anatomisi gösteriyor ki, Avrupa’nın siyasi ve sendikal yapılarıyla tabanları arasında büyük bir temsil krizi var .
Bu temsil krizi ve sendikalardan toplumsal hareketlere kadar tabanda oluşan işbirliği, radikal partiler arası etkileşim ve sonunda gelen zafer gerçek bir dinamik ve hareketlilik yarattı. Örgütlü kesimler bunu yeni beklentilere ve olanaklara dönüştürmek için harekete geçmiş durumda. Fransa’da Devrimci Komünist Birlik (LCR) karsı kampanya sırasında ülke çapında oluşan ve aktif çalışma yapan 1000’e yakin yerel komitenin devam etmesini ve ortak bir ulusal toplantı yapılmasını önerdi. Ayrıca Avrupa düzleminde de sadece anayasayı reddeden savunmacı bir çizgiyle yetinmemeyi, fakat onu hazırlayan anti-demokratik yoldan da ayrılarak, öncelikle bütün Avrupa’da yeni öneriler şekillendirmek için vatandaşların kurucu meclisler seçmesini önerdi. LCR’in Avrupa soluna çağrısı da yönelişi tartışmak için acil bir Avrupa Sosyal Forumu.
4 Yeni liberalizme emekçiler neden karsı?
Emekçilerin endişesi çok elle tutulur gerekçelere dayanıyor: İssizlik, artan küresel rekabetin ve fabrikaların ucuz emek ve düşük vergi cenneti başka ülkelere gitmesinin ücretler üzerinde yarattığı baskı, özelleştirme ve sosyal güvenlik reformu planlarının sosyal hizmetler, emeklilik ve güvence acısından yarattığı endişeler. Ne eski haliyle AB, ne de daha fazla genişleme beraberinde hiç de iddia edildiği gibi refah artısı getirmedi. Sözde İstikrar ve Büyüme Paktı ile hükümetlerin ekonomideki rolünü sınırlayan ve her şeyi piyasanın kırılgan kar güdüsünün insafına terk eden bütçe ve borç kısıtlamaları, enflasyon dışında hiç bir hedef gütmeyen sözde bağımsız, ama piyasalara bağımlı merkez bankası büyümenin durakladığı birçok AB ekonomisine çare üretmekten çok uzak.
Küresel yeni liberal kapitalizm düşük ücret, düşük talep, düşük yatırım, düşük istihdama dayalı bir kısır döngü yarattı. Bu kırılgan ortamda artik karlar maddi yatırımlardan çok, hareket imkânlarının daha geniş olduğu fi
nansal yatırımlara yöneliyor. Ama fiziki yatırımlardaki gerileme ve finansallaşma büyümeyi azalttığı oranda, istihdamı da azaltıyor. Dünya’da sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde de büyüme oranları 1980’lerde 1970’lerden daha düşük. Fransa’da kar gelirlerinin milli gelirden aldığı pay 1980’de %28 iken, 2000’de %39’a, Almanya’da %30’dan %35’e, ABD’de ise %31’den %34’e cıkmış. Bu süreçte yatırımların milli gelire oranı ise Fransa’da %24’ten % 20’ye, Almanya’da %25’den %22’ye gerilemiş, ABD’de de %20 düzeyinde duraklamış. Artan finansallaşmayla gelen kırılganlık da bu durumu körüklüyor. Öte yandan, istihdam azalışı ücretler üzerindeki baskıyı bir kez daha arttırıyor ve talep yetersizliğini içinden çıkılamaz hale getiriyor. Artik sermaye kendi ürettiğini alamayan düşük ücretli isçilerin ürettiklerini satmak için sürekli yeni küresel pazarlar ve yeni düşük ücretli üretim cennetleri aramak zorunda. Bu hem üretim döngüsü açısından kırılgan bir sistem, hem de toplumsal olarak meşruiyet krizlerine gebe. Bugün örneğin bir Slovak isçinin bir araba alabilmek için 55 ay çalışması lazım, Fransız isçinin ise 12 ay . Dahası sermayenin hareketliliği Fransız isçiyi sürekli Slovak isçiye daha yakin koşulları kabul etmeye zorluyor.
Fransa’da issizlik %10’a ulaştı, Almanya’da da durum farklı değil. Avrupa’daki yüksek issizlik oranlarının sorumlusu olarak sağcı liberal iktisatçılar güçlü sendikaları, issizlik sigortasını, çalışma yasasını, katılıkları, yüksek vergi oranlarını gösteriyorlar. Oysa bu oranlar bugün 1960’lardakinden daha farklı değil veya daha çok emek aleyhine değişmiş durumda. O halde issizlikteki artışın kaynağı bu değişkenler olamaz. Radikal iktisatçılar, karlardaki artışa rağmen Avrupa’da issizliğin artışını yatırımlardaki duraklamaya, finansallaşmaya ve düşük ücretlere dayalı küresel liberalizmin kısır döngüsüne bağlıyor .
“Brüksel Konsensüsü” piyasaların daha etkin çalışmasından söz ediyor. The Guardian yazarı Larry Eliot’un ifadesiyle bürokratlar bir “isletme danışmanlık firması”nin dilini kullanıyorlar: “Avrupa elitinin kitlesel issizlik karşısındaki önerisi insanların daha uzun süre çalışması, daha az cömert ücretleri kabul etmeleri”(Guardian Weekly, Haziran 10-16, 2005). Bunun sonuçlarının batıda ücretler, issizlik ve gelecek güvencesi acısından yarattığı endişeler yeni liberalizme yönelik tepkileri pekiştiriyor. Doğu Avrupa’da da durum farklı değil tabii. Son Eurobarometre anketi sonuçlarına göre “AB’ye katılmak fayda getirdi mi?” sorusuna “evet” cevabi verenlerin oranı Çek Cumhuriyeti’nde %42, Macaristan’da %48, Polonya’da %55 . AB seçimlerinde ortalama katilim oranının %30 olduğu Doğu Avrupa’da önümüzdeki dönem kayıtsızlık öfkeye dönüşebilir.
Fransa’da iktidar 35 saatlik is haftasına saldırmaya, özellikle hizmet sektörünün Amerika’daki gibi rekabete açılması sonucu üç milyondan fazla yeni is yaratılabileceğini söylemeye devam ededursun, Fransa’da olduğu gibi doğuda da insanlar köle emeğine dayalı bu süpermarket kapitalizminin yarattığı mutsuzluğa isyan ediyor. Polonya’da önce kasiyer sonra da market müdürü olarak çalıştığı süpermarket zincirini, isçilere fazla mesai ödenmesini istediği için isten atıldıktan sonra dava ederek, ödenmeyen fazla mesai ücretlerini almayı başaran, dahası bu tür davaları desteklemek üzere bir dernek kuran Bozena Lopacka simdi Polonya’da yeni Walesa olarak anılıyor . Derneğe destek veren is hukukçularının daha fazla esneklik için sermaye örgütlerine danışmanlık etmek yerine, işçi haklarının ihlallerine karşı mücadele ettiğini görmek umut verici. Bu kaderi paylaşmak istemeyen Fransızlar doğru içgüdülerle direniyor. Pazar günü alış veriş yapmak yerine, kendisiyle benzer ücreti alan süpermarketteki kasiyerle ayni gökyüzünün altında ayni kırlarda yürüyüş yapabiliyor olmak çok daha insani bir hayat. ABD’nin düşük ücretlere, kötü çalışma koşullarına, güvencesizliğe, biriken bireysel borçlara dayalı ekonomisi Amerikan rüyasının hem insani hem de iktisadi olarak kırılganlığını gösteriyor. Ama AB sermayesi de küresel rekabetin baskısı altında kendi devletini tarihe gömmek için savaşıyor. Artik kapitalizm içinde emekçiler için yeni bir rüya yok. Fransa’daki işçiler Polonya’daki işçilerle beraber mücadele etmeye başladıklarında çözümü bulacaklar.
Besinci bölümde bu noktaya tekrar geri döneceğiz.
4.1 Bolkestein Hizmetler Direktifi: İşçi haklarına başka bir yeni liberal saldırı
Bu süreçte anayasaya paralel olarak tartışılan, hayır oylarını teşvik eden ve bütün AB çapında sendikaların büyük direnciyle karsılaşan başka bir yeni liberal yasalaştırma cabası da komisyonun İç Piyasada Hizmetler üzerine Direktifi oldu. Adini öneri sahibi olan aslen Hollandalı eski Avrupa komiserlerinden Bolkestein’dan alan tasarı hizmetler alanında da tıpkı mal ticaretinde olduğu gibi tek bir AB pazarı oluşturmayı hedefliyor. Temel prensibi su: AB’de bir ülkede hizmet sektöründe faaliyet gösteren bir firma, bu ülkenin kuralları temelinde başka bir AB ülkesinde de hizmet sunabilmeli. Basta gümrük birliği kavramının basit bir genişlemesi gibi görünen bu “orijin ülke” prensibi gelişmiş çalışma yasalarına sahip ülkelerdeki çalışanların haklarını tehdit ediyor. Young aslında bu mekanizmanın daha direktif yasalaşmadan bile nasıl islediğine dair güzel bir örnek veriyor : İrlanda Feribotlarında sendikalı İrlanda işçileri yerine, taşeron bir şirket aracılığıyla kiralanan düşük ücretli Doğu Avrupalı işçiler. Başka bir örnek de İsveç’ten: Aralık 2004’te bir Latviya firması Stockholm’de bir okul yapmak üzere kamu ihalesini kazanmış ve kendi işçilerini getirip, yerel çalışma yasasını hiçe saymış . Hizmet girdilerinin maliyetlerini düşürmek isteyen zengin ülkelerdeki firmalar için de, düşük ücretle ve kötü çalışma koşulları altında işçi çalıştırabilen ülkelerdeki firmalar da bu direktifi pek istese de, sendikaların protestolarının ve Fransa referandumunun baskısı altında Mart’taki Avrupa Konseyi toplantısında direktif bir süreliğine rafa kaldırıldı. Economist bunu diğer ülke yöneticilerinden Chirac’a karşı bir jest olarak yorumlamıştı (Economist, 26 Mart, 2005), ama jest ise yaramadı doğrusu. Anayasa referandum sürecinin kendisi dahi aslında yeni liberal gelişmeleri AB çapında bir an için de olsa duraklatmayı basardı.
Buna karşı LCR’in gecen başkanlık seçimlerinde %5’e yakin oy alan adayı genç postacı Olivier Besancenot Nisan ayındaki kitlesel bir toplantıdaki konuşmasında söyle diyor:”Biz her ülkenin yasasındaki en iyi unsurları almak istiyoruz ki herkes bundan yararlansın. Çünkü tek paylaşmamız gereken şeyin yoksulluk olması için hiç bir neden yok. Bizim projemiz kelime kelime Bolkestein’in önerdiğinin tam tersi. Elektrik şirketi Bolkestein’in elektriğini kesmiş, çok da iyi etmiş. Umarım posta çalışanları da yakında posta kutusuyla ilgilenirler.”
4.2 AB genişlemesi, yeni liberalizm ve sol cevap
Avrupa’nın doğuya doğru genişlemesi ücretler ve çalışma koşulları açısından “dibe doğru yarış” seklinde yaşanan küreselleşme sürecinin bir parçası olarak gerçekleşti. AB’nin mevcut genişlemesi 1980lerde İspanya, Portekiz ve Yunanistan’a doğru güney genişlemesinin aksine, sermayenin yeni liberal atağının bir parçası. Dolayısıyla Doğu Avrupa bu süreçte kendisini sosyal damping ve vergi dampingine dayalı bir “fiyat kırıcı” pozi
syonunda buldu. Bu ülkelerin gelişmelerine yönelik AB çapında yeterli finansal destek verilmemesinin ve uyumun piyasaya terk edilmesinin doğal sonucu oldu. Güney genişlemesinde harekete geçirilen fonlar artik yok. Fonların miktarı azalırken, bunlardan yararlanması gereken ülke ve insan şayisi artıyor. 1987’den 1992’ye kadar iki kat artmış olan uyum desteği fonları, simdi 2000-06 dönemindeki AB GSMH’sinin %1.24’ü düzeyindeki bütçe bile 2007-13 için %1’le sınırlandırılıyor .
Bu durumda eski ve yeni üye ülkelerin sermayelerinin tercihleri hangi ülkenin ne kadar yatırım çekeceğini belirliyor. Doğudaki düşük ücretler, daha uzun çalışma süreleri ve daha örgütsüz işçiler sermayenin kararını belirliyor. 2000-1 döneminde imalat sanayinde ortalama aylık brüt ücret doğuda yaklaşık 394 Avro iken, batıda 1930 Avro . Ortalama haftalık çalışma süresi doğuda 43 saat, batıda 37,7 saat. Sendikalaşma oranı doğuda özelleştirmelerle beraber 2000’de %26’ya düşmüş. Batıda da bu oranlar düşmüş bile olsa, düşüş çok daha az ve 2000 itibariyle %48 düzeyinde. Toplu sözleşme kapsama oranı, pazarlığın sektör değil firma düzeyinde yapılıyor olması, grevde gecen gün şayisi açısından da durum böyle.
Dahası simdi bir de vergi indirim savaşları söz konusu. Yeni üye ülkelerden Baltık üyeleri daha 1994’ten itibaren kişisel gelir vergisinde ve kurumlar vergisinde tek ve çok düşük (Estonya’da %26, Latviya %25, Litvanya %33) bir oranda vergi alma politikasını benimsemişti. 2004 yılında yeni birlik üyelerinden Slovakya %19’luk oranla bu yarışa katildi. Birlik dışında Rusya, Romanya, Ukrayna, Gürcistan ve Sırbistan’da 2001-2005 döneminde yürürlüğe giren %12-16 arasında değişen daha da düşük oranlar da mevcut (Economist, 16 Nisan 2005). Slovakya, Polonya, Macaristan veya Çek Cumhuriyeti’nden birinde bir fabrika kurmak isteyen Hyundai’nin kararında vergi oranlarının oynadığı rol, Polonya’nın merkez sağ muhalefet partisinin de %15’lik vergi oranını önermesine yol açtı . Bunun sinir komsusu Slovakya için iyi haber olmadığı kesin. Dahası vergilerdeki bu düzenlemeler bütün AB ülkelerini tehdit altında bırakıyor.
Economist’e göre (30 Nisan, 2005) genişleme AB’nin en başarılı politikası oldu. Yeni üyeler kıtaya ekonomik dinamizm getirdi ve AB sınırlarında barış ve refahın artmasını sağladı. Economist üyeliği yakin veya uzak gelecekte düşünülen Balkan ülkeleri ve Türkiye için de ayni şeyin düşünülebileceğini söylerken benzer, hatta daha da kötü ücret ve çalışma koşullarına gönderme yapıyor olmalı.
Ama sermayenin emekçileri birbirine rakip yapma stratejisi sadece eski ve yeni Avrupa arasında değil. Macaristan otomotiv ve elektronik sektöründe iki yabancı firmayı Romanya’ya ve Çin’e kaptırdı . Çin’de ücretler Almanya’nın %5’i düzeyinde. Bu fark artık pazarlık için bile alan bırakmıyor ve sermaye hiç tehdit dahi etmeden gidiyor bazen. Bu hareketliliği olanaklı kılan bir faktör de yabancı firmaların üretim işçilerini dahi taşeron bir firma aracılığıyla çalıştırıyor olmaları ve dolayısıyla hiç bir yasal yükümlülük taşımıyor olmaları.
Bu süreçte işsizliğin arttığı batıdan gelen hakli tepkileri kimin siyasallaştırdığı tepkinin yöneldiği hedefi de belirliyor. Bu konulardaki tepkiyi aşırı sağ örgütlediğinde ifade Doğu Avrupa karşıtı, genişleme ve entegrasyon karşıtı, Türkiye karşıtı, hatta AB karşıtı ve ulusalcı olurken, enternasyonalist, anti-kapitalist sol örgütlediğinde tepki piyasanın düzenine karşı bir ifadeye kavuşuyor. Hollanda’daki sol “Anayasaya hayır komitesi’nin başkanı Bos söyle söylüyor: “Bizim hayır’ımız ne Avrupa’ya karşı ne de milliyetçi bir hayır. İslam karşıtı bir hayır hiç değil… Bizim hayır’ımız demokratik, sosyal, feminist ve yeşil başka bir Avrupa için bir evet. Böyle bir Avrupa gerekli ve mümkün… ” Altına imza atmamak mümkün mü?
Aslında Fransa’da da başlangıçtaki havaya milliyetçi endişeler damga vurmaya çalışmış. Sabado söyle anlatıyor : “Başlangıçta tartışılan entegrasyon veya Türkiye meselesi idi. Reaksiyoner sağ ve milliyetçiler toplumda ırkçı ve tepkisel bir hareketi açığa çıkarmak için bu meseleyi ortaya attı. Artik Türkiye’den kimse söz etmiyor.” Olivier Besancenot yukarda da sözü gecen konuşmasında “hayır”in Türkiye karşıtlığı ile ilgisi olmadığını özellikle vurguluyor ve “finansal ve ekonomik değil, sosyal ve demokratik olan yeni uyum kriterleri ile başka bir Avrupa” kurmanın mümkün olduğunu söylüyor.
Sosyal uyum kriterleri, ücret, istihdam, kamu hizmetleri, sosyal koruma anlamında sosyal dampingi önleyecek ve sosyal adaleti tesis edecek kriterler. Almanya’dan bir grup entelektüelin (aralarında Gunter Grass, Jurgen Habermas’in da olduğu) anayasaya “evet” çağrısı yapmasına karşı, “Avrupa Antikapitalist solu” içindeki partilerle ilişkili çeşitli ülkelerden bir grup felsefeci, siyaset bilimci ve ekonomist, ortak imzalarıyla yazdığı mektupta, bu kriterlerin yeni genişlemelerin pazarlık temelini oluşturması gerektiğini, ancak her türlü devlet müdahalesini yasaklayan anayasanın bu kriterlere uyum için gerekli girişimlerin platformunu ortadan kaldırdığını iddia ediyor .
Avrupa solu genişlemenin emekçileri birbiriyle rakip kılan bu yeni liberal karakterine itiraz ediyor. Bu yönüyle solun eleştirisi aslında emekçilerin uluslararası dayanışmasını örgütlemeye yönelik bir adim. Becker batıdaki eleştiriye bu anlamda Doğu Avrupa’da da medyada haksizlik edildiğini ve “hayır”ın “doğuya doğru genişlemeye geç bir itiraz” olarak yorumlandığını söylüyor . Bu haksizliğin anti-komünist liberal basının AB’nin radikal soluna yönelik bilinçli bir yok sayma girişimi olduğunu düşünmek için de yeterince sebep var.
Aslında Türkiye’de de medyanın radikal sağın yükselişini her fırsatta aktarırken veya Almanya’da Hıristiyan demokratların Türkiye’nin tam üyeliğine karsı söylediği her şeyi haber yaparken, en azından bugünkü somut durumda kitlesel ve dinamik bir var oluş gösteren radikal solu yok sayması Doğu Avrupa’daki tepkilere benzer. Daha mütevazi ama bu asimetriyi bence ilginç ve eğlenceli bir şekilde yansıtan bir örnek de Avusturya’dan: Milliyetçi, yabancı düşmanı parti, Avusturya Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) yeni lideri Strache Mart 2005’te Viyana’nın bütün mahallelerinde reklam panolarını dev boyutlu “Viyana’nın İstanbul olmasına izin verilemez” afişleriyle donattığında, bu Türkiye’de yerli basında yer alıyor. Ama ona karşı solcu haftalık kültür dergisi Falter, Strache’yle dalga geçip: “Neden olmasın?” diye bir kutu yaptığında, ya da solcular kendi mütevazi imkanlarıyla sokaklara “Viyana’nın Klagenfurt olmasına izin verilemez” afişleri yapıştırdığında bu da Türkiye’de basında yer buluyor mu?
5 Sınıf mücadelesinde “kartlar yeniden karıştırılıyor”: AB ve Dünya solu
“Hayır”dan sonra artik Fransız Michel Rousseau’nun deyisiyle “kartlar yeniden karıştırılacak “. Avrupa anti-kapitalist solu genişlemenin emekçileri birbiriyle rakip kılan bu yeni liberal karakterine itiraz ediyor ve emekçilerin uluslararası örgütlenmesini hedefliyor. “Hayır”la beraber uluslararası bir mücadele gündemi için öne çıkan öneriler söyle : sosyal ve demokratik hakları yukarıya doğru uyumlulaştıracak bir Avrupa; ücret, istihdam, kamu hizmetleri, sosyal koruma anlamında sosyal dampingi önleyecek ve sosyal adaleti tesis edecek sosyal uyum kriterlerinin tanımlanması; isten çıkarmaların durduru
lması; Avrupa çapında bir asgari ücret; 35 saat çalışma haftası; AB’de ortak bir sermaye vergisi; Avrupa çapında sosyal hizmetler geliştirilmesi; kamu hizmetlerinden kaynaklı borcun silinmesi; bütün kadınlara kürtaj hakkinin sağlanması; bütün yabancı yerleşiklere eşit hakların tanınması; Güney’le barış; NATO’ya ve yeniden militerlesmeye arkasını dönebilecek bir Avrupa.
Radikal sol bunları önerirken kapitalizmin sınırlarının dışına çıktığının bilincinde. Kapitalizmin bir siniri olduğu ve bütün yapılabilecek şeyin bu sınırlarda bazı değişiklikler yapmak olduğu seklindeki bakış açısına da topyekun karşı. Ufkumuz o kadar sınırlı ki yasaların getirdiği hakları bile bazen görmüyoruz. Olivier Besancenot “nasıl bir sol” sorusuna söyle cevap veriyor: “Bazen sadece yasaları uygulayacak bir sol: örneğin bos evlere el konulmasına olanak veren yasayı.” Uluslararası gündemlerinin yanı sıra ulusal düzeyde de Fransa’da LCR’in “Hayır”in rüzgarıyla dile getirdiği acil bir talep herkese 300 Avro ücret artışı. Çok mu yüksek? Hedefleri sunu düşündürtmek insanlara: “Belki de esas yüksek olan karlar. Belki de sömürünün olmadığı başka bir dünya gerek.”
Bugünün güncel, yakıcı sorunlarından yola çıkan, bugünden uğrunda mücadele edilebilir olan, ama öte yandan kazanılacak olsalar kapitalist sistemi dinamitleyecek olan, dolayısıyla da kapitalizm içinde gerçekleştirilemeyecek olan talepler bunlar. Yani piyasa rejimi ve üretim araçlarının özel mülkiyetine dayalı bir iktisadi sistem içinde gerçekleştirilemeyecek talepler. Dolayısıyla günlük ihtiyaçlarından yola çıkarak, çalışan kitlelerin zihinlerinde başka bir düzen tahayyülüne doğru köprü oluşturacak talepler bunlar. Örneğin asgari ücret kapitalist sosyal refah devletlerinde geçerlidir, ama ayni asgari ücreti hem Fransız, hem Alman ama hem de Slovak işçi için talep etmeye başladığınızda, bu ücretin ancak bambaşka bir düzende elde edilebileceği çıkar ortaya. Bu talep, ülke bazında farklı asgari ücretlerle beraber, ortak ücret artışı talebinin de ötesinde. Farklı ücret düzeylerini veri alıp, artışlar için ortak sendikal pazarlık yapma önerisi bu koşullar için çok ileri bir talep olsa da, anti-kapitalist sol ücret düzeylerinin yakınsaması talebini de yükselterek sınıf hareketi içinde başka bir enternasyonalist yönelişe işaret edecektir. Esasen zengin ve yoksul ülkelerdeki farklı emekçi kesimleri bir araya getirebilecek dayanışma düzlemi de ancak böyle bir taleple mümkün. Bu talebin işaret edeceği düzen, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine, katılımcı ve demokratik bir plana dayalı, emekçilerin yöneten olduğu, uluslararası düzeyde de eşitliği hedef alan bir sosyalizm.
“Avrupa antikapitalist solu” nasıl bir toplum için mücadele ettiklerini özetliyor : “aşağıdan yukarı öz-yönetime dayalı, sömürünün olmadığı, kadınların ezilmediği, gezegeni tehdit eden bir ‘büyüme modeli’ yerine sürdürülebilir bir kalkınma modeline dayalı sosyalist, demokratik bir toplum.”
Bu duruş AB anayasasına neden “evet” denmesi gerektiğini “gerçekçi devrimci”lik tanımıyla temellendirmeye çalışan Toni Negri gibi solcuların yaklaşımından da, sosyal demokrasiden de çok farklı. Kartlar yeniden karıştığında ortaya 1960’larin “Altın Çağ”ının bir tekrarının çıkmayacağı kesin. Sermayenin güçlü taraf olduğu küresel kapitalizm döneminde, sınıf mücadelesindeki güç dengeleri toptan değişmeden emekçiler kazanımlarını ilerletemez ve hatta koruyamaz. Bu koşullarda böylesi bir toptan değişme ise yeni bir toplumsal uzlaşmaya değil, devrimci dönüşümlere gebe olur. AB sol sosyal demokrasisi de, “gerçekçi devrimcileri” de AB’nin iktisadi gücünü ve geniş iç pazar imkanlarını genişlemeci, Keynesci, para ve maliye politikaları uygulamak için kullanmayı umdular hep; bu konuda AB onları hayal kırıklığına uğratsa da, simdi “hayır”in verdiği rüzgarla bu umudu yükseltmeye devam ediyorlar. AB dışına yönelik korumacı, kapalı, sermaye ve mal hareketlerinin tekrar kontrol edildiği, devletin etkin rol oynadığı bir ekonomide kapitalizm içi bir sosyal mutabakat ve refah devletini tekrar yeşertmek istiyorlar . Öte yandan bu grubun çoğu gerçekçi olmak adına, AB’yi bir zenginler kampı olarak tanımlamaya devam etmek istiyorlar ve bu nedenle Romanya, Türkiye gibi daha yoksul ülkelerin katılımını AB’nin taşıyamayacağını söylüyor ve hatta örtük olarak doğu genişlemesinin de sorunlu olduğunu kabul ediyorlar. Bu noktada gerçekçi olmayı seçen sol sosyal demokratlar aslında ABD’den, Cin’den, Hindistan’dan gelen küresel rekabet karsısında kendi sermayelerini dizginlemenin de ne derece güç olduğunu neden görmek istemiyor acaba? Neden kendi önerilerinin dahi çok daha boyutlu bir küresel devrimci dönüşümü gerektirdiğini kabullenmiyorlar? Neden yükselen sınıf ve devrimci hareketi sınırlar içine hapsetmek istiyorlar?
Aslında kartlar Avrupa’nın başka yerlerinde de karışmaya başladı. Almanya’da Schröder’in özellikle issizlik sigortasının kime, ne süreyle, hangi koşullar altında ve ne miktarda verileceği ile ilgili getirdiği birçok kısıtlama ile emekçilere yönelik geliştirdiği saldırı ve bu arada issizlik oranlarını aşağı çekmek için aktif hiç bir makro iktisadi politika uygulamamış olması SPD’ yi geleneksel kalesi olan eyalette yenilgiye uğrattı. Simdi genel secimler için aralarında SPD’nin önceki lideri Oskar Lafontaine’in de yer aldığı sol sosyal demokratlar , eski Doğu Almanya’da güçlü olan Demokratik Sosyalizm Partisi ile bir secim bloğu oluşturmaya hazırlanıyorlar. Solun hep İşçi Partisi’nin gölgesinde kaldığı İngiltere’de ise savaş karşıtı eylemlerin ürünü olan Birlik Koalisyonu-Respect, İngiltere’nin anti-demokratik secim yasasına rağmen, 1945’ten bu yana meclise, İşçi Partisi dışından giren ilk solcu milletvekilini soktu. Londra dahil bazı bölgelerde %38.9 (Bethnal Green ve Bow), %27.5 (Birmingham Sparkbook ve Small Heath) gibi yüksek oylar alan Respect’in ilginç başarılarından biri de savaş karşıtı eylemler sırasında genç Müslüman topluluktan önemli katılımları içine çekebilmesi, dahası bunları açıkça sosyalist olan secim propagandası sırasında da içinde tutmayı başarabilmesi. Bu elbette Müslüman cemaati kendi militan devşirme alanı olarak gören kökten dincilerin tepki ve saldırılarına da maruz kalmış.
Simdi Avrupa solunun önünde siyasi olarak hem yeni bir radikalleşme ve kitleselleşme dönemi, hem de uluslararası koordinasyon olanakları acilmiş durumda. Avrupa-Antikapitalist Sol koordinasyonun süreklilik kazanmış olması ve Avrupa Sosyal Forumu’nda yükselen tartışmalar, İtalya’daki Komünist Yeniden Yapılanma Partisinin (PRC) daha 2002’de yaptığı çağrının işaret ettiği zorluklara rağmen bunun ipuçlarını veriyor . Bu bir araya gelişin zemini partilerin yani sıra, yıllardır dünya çapında büyüyen ATTAC, IMF ve Dünya Bankası’nın 50. yıl dönümünde başlatılan “50 Yıl Yeter” Kampanyası, Üçüncü Dünyanın Borçlarının İptali Kampanyası, Avrupa Yürüyüşleri, Dünya ve Avrupa Sosyal Forumlarında kendisini bulan kitlesel hareketlenmeyle de kuruluyor. Avrupa çapında yerel düzeyde oluşan direniş hareketlerinin uluslararası bir koordinasyona kavuşmasının yaratacağı ufuklar kritik önemde. Çok önemli bir konu da solun sendikal alanda da ETUC bürokrasisini aşıp uluslararası bir koordinasyon yaratabilmesi, ortak bir pazarlık platformu oluşturma, ortak asgari ücret, 35 saatlik çalışma süresi gibi mücadele eksenlerini sol partilerin talebi olmaktan çıkartabilmesi.
Avrupa’da anti-kapitali
st solun gündemini çoğunlukla AB çapındaki stratejileri bağlamında konuştuk, ama vurgulanması gereken bir nokta da su: Bu zenginler kampından ibaret bir AB mücadelesi değil. Sermayenin, uluslararası ticaret tekellerinin hareketliliğini sınırlandırmak isterken arzu ettikleri, dünyanın geri kalanına karsı kendi toplumlarının refahını arttırmak değil. Bu hareketler kendi mücadelelerini Brezilya’da, Arjantin’de Venezüella’da, Uruguay’da, Bolivya’da ve dünyanın diğer yerlerinde yükselen devrimci dalgayla aynı birleşik cephe içinde görüyorlar. Üçüncü dünyanın borçlarının yüksek faizler yüzünden çoktan kat kat geri ödenmiş olduğunu, sermaye hareketlerinin vergilendirilmesi sonucu oluşturulacak bir fonun dünya vatandaşları lehine bir kalkınma fonunda toplanmasını savunduklarında, yeni liberalizme ve küresel kapitalizme karşı ortak bir dayanışma ve mücadele cephesi ilan ediyorlar. Avrupa’da böyle bir sol kurumsal olarak daha güçlü olsaydı, Arjantin tarihin en büyük borç silme operasyonunu gündeme getirdiğinde Avrupa bankerleri şimdiki kadar dahi direnebilirler miydi? Ayni hükümet Arjantin’de kriz sonrası işgal edilen fabrikalardaki işçilere karşı sermayenin çıkarını koruduğunda, bu işçilere Avrupa’dan bir finansal destek gitse ne olurdu? Amerika’nın Venezüella’ya yönelik darbe girişimleri bu kadar fütursuz olabilir miydi? Brezilya’da Emek Partisi (PT) iktidara gelmeye hazırlanırken finansal sermayenin tehdidi bu denli kritik bir rol oynar mıydı? Amerika kendi krizini asmak için başlattığı savaşı bu kadar kolay yürütebilir miydi? Arjantin bu durumda bile borç silme operasyonunu basardı. Venezüella’da emekçiler ABD’nin burnunun dibinde yoksuldan yana bir dönüşümü savunmaya ve yürütmeye devam ediyor. Ama bir de çok uluslu şirketlerin anavatanlarında, AB’de ve hatta ABD’de de emekçiler seslerini yükseltmeyi başardıkça küresel kapitalizmin sığınakları giderek azalmaya başlayacak.
Bunlara “gündüz düşleri” demek mümkün. Ama egemenlerin denetimi altındaki medyanın yaşanan bütün köklü hareketlenmeleri çaresiz, cahil, gerici veya diktatoryal bir tepki olarak göstermesine karşı biraz daha uyanık olmakta fayda yok mu? Kuskusuz “Devrim televizyondan gösterilmeyecek” . Tıpkı Venezüella’da olduğu gibi, Avrupa’da da emekçilerin ve devrimcilerin “hayır”ı sağcı tepkiler arasında yok edilmeye çalışılacak. Ama tarih yazılmaya devam ediyor.
6 Türkiye mi Türkiyeli emekçiler mi?
Bu çerçevede Türkiye solu da hangi güçlerle beraber nasıl bir AB’ye dahil olmak için mücadele edeceğine karar vermeli. Şimdiye kadar sermayenin projesi olarak gelişen Türkiye’nin AB üyeliği projesi küresel sermayenin yeni liberal projesinin parçası. En ateşli destekleyicileri Avrupa’nın büyük sermayesi, Avrupa Sanayicileri Konferansı. Türkiye’deki büyük sermaye güçleri de bunu istiyor. Simdi Türkiye’nin üyeliği elbette zorlaştı. AB’de kapitalizmin pragmatik partileri bir yandan kendi seçmen kitlelerinin öfkesini dindirmek için Müslüman ve yoksul ülkeye hayır demeyi seçerken, diğer yandan da sermayenin hareket alanını genişletecek “imtiyazlı” formüller arıyor. Ama Türkiye’de sermayenin imtiyazlı ortaklığa da itirazı yok. Hatta Avrupa’daki dışlayıcı eğilimleri, hemen sosyal ve siyasi sorumlulukları daha da tırpanlayacak şekilde bir yöne çevirmek için istekli dahi davranıyorlar ; ordu da kendini AB içindeki militerleşme sürecinde iyi bir yere konumlandırabildiği oranda bu tavırda.
Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinin yönünü kim belirlerse emekçiler açısından hayatın sonra neye benzeyeceğini de onlar belirleyecek. Çokuluslu sermaye mi, yoksa enternasyonalist sol mu? Solun bu sürece arkasını dönme lüksü yok; tersine bu ortak enternasyonalist cepheyi güçlendirmek için bir imkan olarak görülmeli . Önümüzdeki Avrupa Sosyal Forumu’nda bu imkanları arayacak olan Türkiye Sosyal Forumu’nun yolu açık olsun.
Yeni liberalizmin tahribi gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Latin Amerika’da da, Asya’da da, Türkiye’de de benzer politikalarla benzer sonuçları üretiyor . Yirmi yıldır uygulanan politikalar sonucunda emeğin payı düşmeye devam ediyor, istihdamda düşük ücretlerle bir artış yaratılamayacağı da iyice göze görünür bir hal alıyor. İhracat artışı liberallerin iddia ettiğinin aksine daha çok is yaratmıyor, tersine rekabetçi baskıların maliyetini emekçilere ödetiyor. Kırılgan kapitalist sistemin yarattığı krizlerin bedelini de emekçiler ödüyor. Yabancı yatırımlar da ucuz emek arayışı içinde girdiği bu ülkelerde kaçış tehdidi ile statükonun korunmasına katkıda bulunuyor. Harcama ve para politikalarıyla bu süreçte devletin sınıf karakterini de sermayenin gücü belirliyor. Borç politikası ile emekten toplanan vergiler sermayeye faiz seklinde aktarılıyor; fonlar ise sadece ticari önceliklere hizmet ettiği oranda alt yapı yatırımlarına yöneltiliyor. Özelleştirme ise hem sağlık gibi karlı alanları sermayenin yatırım alanına açma, hem de kamu varlıklarını satarak borç ödemeye devam etme hedefinin aracı olarak öne çıkıyor. Bu arada devlet sosyal hizmet alanından çekilerek sermayeyi tedirgin edecek ciddi bir vergi reformu tehdidini de ortadan kaldırmış oluyor. Emekçiler ise sendikasızlaştırma sürecinin ardından, sosyal hizmetler ve emeklilik sistemindeki piyasalaşmayla beraber kendini bir kez daha güvencesiz hissediyor ve pazarlık sürecinde daha geri adımlara itiliyor. Sonuçlar geniş kesimler için ikna edici ve meşru değil. Türkiye’de 2000-2004 döneminde imalat sanayinde verimlilik %25.8 artarken, ücretler %17.1 düştü (Bağımsız Sosyal Bilimciler, Mart 2005). Buna rağmen kentsel bölgelerdeki issizlik oranı 2001 krizinden sonra yükseldiği %15’lik düzeyden sonra ancak çok sinirli bir azalış gösteriyor. Ama kitlelerin bu sonuçlara öfkesini şimdiye kadar sağcı, milliyetçi ve sermayenin çıkarlarına sınıfsal olarak dokunmaya niyeti olmayan, sadece su veya bu sermaye grubuna daha yakin olan partiler örgütlemeye devam etti.
Alternatif bir iktisadi strateji AB’de olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizm içinde yeni bir sosyal uzlaşma ile tesis edilmeyecek. Kalkınma ve büyüme politikalarının da sınıfsal tercihleri var. Dahası aynı sınıf içinde dahi farklı yatırım ve sektörel politikaların vasıflı/vasıfsız emek üzerinde farklı etkileri var. Tek başına ulus bazında kurtuluş arayan ülkelerin ise emekçilerin birbiri karsısında fiyat kırdığı bir sistemden kaçış sansı yok. Küresel kapitalizm içinde bütün gelişmekte olan ülkeler avantajlı endüstrilerin alanına girmeye çalıştığında, sınırlı küresel talep karşısında düşen fiyatların basıncı altında aşırı yatırım krizine sürükleniyor. Yani herkes Güney Kore olmak istediğinde, Güney Kore dahil herkes sorun yasıyor. Ulusal düzeyde bir alternatif iktisadi proje için mücadele etmek elbette önemli, ama bu mücadelenin yüzü daima enternasyonalist bir mücadeleye de dönük olmalı. Alternatif iktisat politikası uygulamaya soyunmuş devrimci, emekçi hükümetlerinin ortak uluslararası makroekonomik koordinasyonu kapitalizmin kısır döngüsünden yegane çıkışı sunabilir. Bu Türkiye açısından da zenginler kampına dahil olmak için değil, uluslararası bir alternatifi inşa etmek için bir strateji.
Bu alternatif stratejinin anahtarlarını liberalizmin çıkmazından söz ettiğimiz her fırsatta konuşmak gerekli :
*Toplumsal öncelikler temelinde bir sanayileşme ve büyüme politikası
*Eğitim, sağlık, sosyal güvenliğin temel hak olarak kamu tarafından arz edildiği, özel sektöre açık bir kar alanı olmasının yasak olduğu bir ekonomi
*Enflasyon de
ğil tam istihdam hedefli makro politika
*Enflasyona karşı fiyat kontrolleri
*Kamunun aktif yatırımcı rolü ve sektörel öncelikler temelinde kamulaştırma
*35 saatlik çalışma haftası
*İnsanca bir yasama yetecek ücret
*Uluslararası sendikalar ve pazarlık, ortak çalışma koşulları standartları ve uluslararası ücret
*Bu öncelikler temelinde secici korumacı bir dış ticaret politikası ve kur rejimi
*Emekten yana iktidarlar arasında uluslararası politika koordinasyonu
*Sermaye hareketlerinin kontrolü
*İç finansal sistemin kamulaştırılması
*Dış borçlarda radikal bir borç silme operasyonu; iç borçlarda artan oranlı servet vergisi yolu ile belli bir miktarın üzerinde elinde borç kağıdı bulunduranlara borç geri ödemelerinin iptal edilmesi
*Demokratik ve katılımcı bir planlama süreci
*Çalışanların veto hakkinin olduğu denetim komiteleri
Sağcılığın, milliyetçiliğin her gün yükselen karanlık sesinin ve fiziki şiddetinin zihnimizdeki alternatifleri gölgelemesine izin vermemek zorundayız. Zihnimiz açık olsun.