Fransa’daki referandum, AB içindeki gerilimin göstergelerinden sadece biriydi. Bu tür gerilimler, epeyce bir zamandır, AB ülkelerindeki iç politikaları fazlasıyla etkiliyor. Fransa ve Almanya’nın önderliğinde, ABD’ye karşı değil ama bir ölçüde alternatif AB projesi, epeydir ağır yaralar alıyor. Neydi, alternatif AB projesinin iddiası; Anglosakson kapitalizmi modeline karşısında alternatif bir model olarak, ‘sosyal ve demokratik Avrupa geleneği’. […]
Fransa’daki referandum, AB içindeki gerilimin göstergelerinden sadece biriydi. Bu tür gerilimler, epeyce bir zamandır, AB ülkelerindeki iç politikaları fazlasıyla etkiliyor. Fransa ve Almanya’nın önderliğinde, ABD’ye karşı değil ama bir ölçüde alternatif AB projesi, epeydir ağır yaralar alıyor. Neydi, alternatif AB projesinin iddiası; Anglosakson kapitalizmi modeline karşısında alternatif bir model olarak,
‘sosyal ve demokratik Avrupa geleneği’.
Bu zaten sorunlu bir iddiaydı. Zira, ABD modeli ve politiklarına karşı güçlü bir alternatif olmak için, bu modelin ekonomisinin rekabet gücünün olması ve yükselmesi gerekiyordu. Oysa, sosyal politikaların her zamanki sorunu olan; ekonomik rekabet gücünü zaafa uğratmak, bugünkü dünya koşullarında her zamankinden daha da dayatıcı. Bakın, Fransa referandumundan hemen önce, Almanya’da, eyalet seçimlerinde, muhafazakârlar iktidarı büyük yenilgiye uğrattı, iktidar erken seçim kararı almak durumunda kaldı. Fransa’da, sağa savrulma alametleri çoktan belirmişti.
AB ülkelerinin, liberal ekonomik politikalarla rekabet gücü peşinde koşmaları kaçınılmaz hale geldi. Liberal ekonomik politikaların sosyal maliyeti, her zaman ve özellikle de böyle bir zamanda, ayrımcılıktan ırkçılığa uzanan bir yelpazede sağa kaymaktır. Sıradan vatandaş, sosyal harcamaların ve dolayısı ile güvencelerin kısıtlanmasını öncelikle, ‘yabancı’ların, ‘göçmen’lerin, kısacası kendinden olmayanların suçu olarak görmeye eğilimlidir. Bu, tüm iktidarlar için, (ideal olmasa da) çoğunlukla, ödenebilir bir bedeldir. Zora gelirse, yaparsınız bir referandum, ‘Toplum böyle istiyor’ der, işin içinden sıyrılırsınız. AB referandumlarını bir de böyle okumak durumundayız.
ABD’ci AB’ciler haklı, AB’de yakın gelecekte ABD politiklarına yakın iktidarlar göreceğiz gibi gözüküyor. Bu, Türkiye’nin üyelik sürecinde, ‘olumlu’ bir etken olacak mı bunu zaman gösterecek. Ama, kesin olan bir şey var; sosyal ve demokratik bir AB zaten çok ikna edici değildi, şimdi görünen o ki, öyle bir ihtimal, kökten yok olacak. Türkiye’nin üyeliği söz konusu olsa bile, Türkiye, alabildiğine sağa kaymış bir AB’ye üye olmak veya bu uğurda çaba sarf etmek durumunda olacak.
Diğer taraftan, ABD politikalarına yakın bir AB deyince sadece bir ekonomik modelden ve onun sonuçlarından söz etmiyoruz, bunun dünya siyaseti konusundaki açılımları da fazlasıyla önemli. Şimdiye kadar, AB’de en azından bir kanat, Irak ile başlayan işgal siyasetine bir miktar mesafe koymaya çalıştı. Bu mesafenin korunması giderek zorlaşacak. Bu durumda Türkiye’nin konumu ne olacak, derin derin düşünmek lazım.
Benim, başından beri, sağcıların değil, solcuların AB’ciliğini yadırgamamın temel nedenlerinden biri bu. İnsan tabiatı, belki bir hayale inanmak istediler, ama artık her şey gün gibi ortada, şimdi ne diyecekler merak ediyorum. Artık, ‘Ayşegül tatilde’ tavrını bırakıp, liberal de olsa ‘sol’da olmak ne demektir, diye düşünmeye başlasalar, düşündüklerini bizle de paylaşsalar çok iyi olacak. Zira, üç-beş ırkçı, komplocuyla uğraşmak kolay. O türden politik söylemlere karşı çıkmak için, aklı başında medeni bir insan olmak yeterli, onun ötesinde, dünyanın şu haline ne derler, insan merak etmeden yapamıyor.
7 Haziran 2005 tarihli Radikal gazetesinden alınmıştır.