Sendika.org: Fransa ve Hollanda’da Avrupa Anayasasının reddedildiği referandumların ardından, Avrupa Birliği (AB) projesinin geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz? Greg Albo: Bence Fransa’da geçen hafta alınmış olan sonuç özellikle AB’deki demokrasi eksikliği ve AB içinde yataklandırılmış olan neo-liberalizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun bir yansımasıdır. Bu tüm AB çapında, halk sınıfları arasında yaygın olan bir AB’ye karşı yabancılaşma hissiyatıdır. […]
Sendika.org: Fransa ve Hollanda’da Avrupa Anayasasının reddedildiği referandumların ardından, Avrupa Birliği (AB) projesinin geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Greg Albo: Bence Fransa’da geçen hafta alınmış olan sonuç özellikle AB’deki demokrasi eksikliği ve AB içinde yataklandırılmış olan neo-liberalizme karşı duyulan hoşnutsuzluğun bir yansımasıdır. Bu tüm AB çapında, halk sınıfları arasında yaygın olan bir AB’ye karşı yabancılaşma hissiyatıdır. İşçiler ve genel nüfus arasında yapılmış olan tüm kamuoyu yoklamaları AB’ye karşı güçlü bir yabancılaşma ve hoşnutsuzluk sergilemektedir. Yani Fransa’daki referandum oylaması AB konusunun, Danimarka, Avusturya’da ve İsveç’te Euro konusunda yapılan ve yine reddedilmiş olan referandumlardan bu yana ilk kez, doğrudan doğruya halkın onayına sunulmasını temsil ediyordu. Ama bu kez AB ile ilgili olarak daha yaygın bir hoşnutsuzluk ifade edilmiş durumda. Öncelikle bence, Fransızların hayır oyu, AB yapısı içinde yataklandırılmış olan neo-liberalizme hayır niteliğini taşımaktadır. Elbette içinde, oyların hem sağdan hem de soldan gelmiş olması nedeniyle, bir dizi başka özellik de bulunmaktadır. Ama bu oyun ilk anda temsil ettiği şey neo-liberalizme karşı duyulan hoşnutsuzluktur. Bu AB açısından tam olarak ne anlama geliyor?
Bence açık seçik olan şey anayasal sürecin, özellikle de Hollandalıların da bu hafta verdikleri oylardan sonra; hatta çok küçük ve oldukça AB yanlısı bir Avrupa Birliği ülkesi olan Lüksembourg gibi bir ülkenin bile hayır oyu verebileceğinin belli olmasından sonra önemli bir süreliğine engellendiği. Elbette Britanya’da da oylama yapılsa hayır oyu egemen olacaktı. Yani eskiden mevcut olduğu biçimiyle AB anayasası bitmiştir. Ancak bunun AB sürecinin bitmiş olduğunu ya da dağılıp gittiklerini söylemekle aynı şey olduğunu düşünmüyorum. Bence şimdi sorun bu denli büyük bir içsel farklılığa sahip olan bir pazarda tek bir döviz kuru uygulanmasının; ayrı ayrı döviz kurlarının varlığının olanaklı kıldığı bazı avantajları ortadan kaldırarak yarattığı; bazı ülkelerin daha az, daha düşük gelişme düzeyleri yaşaması ya da maliyet-yapı sorunları gibi sorunlara sahne olmasıyla birlikte ortaya çıkan makro istikrar gibi, AB’de neo-liberalizm koşulları altında derinleşen eşitsiz gelişme sorunları gibi sorunlardır. Yani AB içinde gelişme, işsizlik, neo-liberalizmin gideceği istikamet gibi, ortaya çıkmakta olan gerilimlerden bazılarının devam edeceğini düşünüyorum.
Alternatif bir anti neo-liberal bloğun geliştirilmesine yönelik planlar ise daha belirsiz. Hala bu yöndeki bir politik kaymaya yönelik geniş bir taban mevcut değil. Tüm bu hoşnutsuzluğun AB içinde anti neo-liberal bir kopuş biçimini aldığına işaret edebileceğimiz tek bir devlet mevcut değil. Halk oyunu kontrol altında tutan ve AB çapında seçmenlerin desteğine sahip olan sosyal demokrat partiler hala entegrasyonist bir pozisyonda kalmaya, neo-liberalizmin sınırları içinde iktidar etmeye devam ediyorlar ya da neo-liberal yapısal uyum programları uygulama niyetindeler. Yani bu proje, AB çapında ek bir destek olsa da olmasa da devam edecek. O halde sorun, bir başka, alternatif anti neo-liberal bir bloğun Avrupa çapında oluşup oluşmadığı sorunudur. Ve bence hayır oyları bir anlamda soldaki güçler arasında gerçekleşmekte olan yeni bir ittifakın bir başka ifadesidir; Fransa’da bir grup sendika, üyeleri tarafından neo-liberalizme verdikleri desteği geri çekmeleri yönünde güçlü biçimde iteklendiler. Bazı büyük Fransız konfederasyonları koptu, üyeleri liderlikten koptu, Avrupa’daki bazı radikal partiler, hem komünist hem troçkist partiler arasında kampanyada işbirliğine gitme açısından farklı türden bir işbirliği oluştu. Yine farklı olan bir başka boyut Attac-Fransa gibi, Jose Bové’nin etrafındaki tarım işçileri gibi büyük sivil hareketlerin bu daha geniş örgütsel yapıya sundukları destek oldu.
Şimdi bu durumun Almanya ve İtalya’da yaşanmakta olan gelişmelerle birlikte paralelleri de oluşuyor. Refundazione Comunista (İtalya) etrafında oluşan yeni kutup, yeni sivil hareketler içinde genişleyen bir tabana sahip, bunlar aynı zamanda yeni türden bir gelişme biçimi sergileyen ve İtalya’nın Irak’a yönelik müdahalesine muhalefet eden, kendi politik temellerini güçlendirerek politik bir kaldıraç yaratan Refundazione etrafında kutuplaşıyorlar. Ve tüm üç koalisyona da katılmaya zorlandıktan sonra Berlusconi’nin gelecek yıl yapılacak olan seçimleri kaybetmesi ile birlikte muhtemelen yeni hükümetin kurulmasında etkili olacaklar. Yaşanmakta olan bir başka gelişme elbette Almanya’daki gelişme, yani PDS ile Batı Almanya’da oluşan yeni sol koalisyon arasındaki işbirliği. Lafontaine’in, eski Alman maliye bakanının SDP’den atılması ve nihayet ayrılması ile birlikte, bu durum Almanya’nın en güçlü politikacılarından birisini bu yeni gruplaşmanın yanına çekiyor, yani burada yeni bir radikal solun gelişmesi yönünde çok güçlü bir potansiyel var. Bu tür gelişmeler Avrupa’daki başka yerlerde durdurulmazsa yeni bir anti neo-liberal bloğun yapısal oluşumunu görmeye başlayacağımızı düşünüyorum.
Sendika.org: Peki Avrupa’da ulus devletin ve ulus ötesi politik organların geleceği ne olacak?
Greg Albo: Ulus devlet sisteminin kapitalizm ile aynı şey olmadığını düşünüyorum. Ancak ulus devlet kapitalizmin iktidar yapısının merkezi bir parçası olageldi. Eskiden feodal tipteki toplumlarda birleşik durumda olan ekonomik sömürü ilişkileri ile politik ilişkiler arasındaki özel ayrışma biçiminin kapitalizm koşulları altında yapısallık kazanmasının yolu oldu ulus devlet. Yani bence ulus devlet sistemi kapitalizmin vazgeçilemez bir parçasıdır. Ortadan kaldırılamaz. Ve bence insanlar ulus devlet sistemi hakkında, üretimin uluslararasılaşması nedeniyle ulus devlet sisteminin de ortadan kaldırılacağını tartıştıkları zaman, yanlış bir sorun tartışıyorlardı; bu varsayım açıkça yanlıştır. Tarihin hiçbir anında ulus devletin yok oluşunun yaşandığını gördüğümüz bir dönemde yaşamıyoruz. Yani bu yalnızca saçma bir ampirik sorundur. Ve aynı zamanda yetersiz bir bilimsel gözlemdir. Bu tezler tek yanlı nostaljidir. Ulus devlet düzeyinde artık yeniden yaratılamaz olan sosyal demokrasiye yönelik bir nostalji. Öte yandan bence özellikle Hardt ve Negri’nin, bir ölçüde de Holloway’in yazılarında görülen, politik ilişkilerin uluslar arası düzlemdeki olası yapılanışına ve kapitalizm koşulları altında belirli egemenliklerin ötesine ulaşan bir şeyin oluşumuna dair vahşi fantezilerdir.
İktidar ilişkilerinin tabiatı elbette açık seçik biçimde böyle değildir. Aynı zamanda bu egemenliğin sonu, ulus devlet sisteminin sonu tezlerini öne sürdükleri anda elbette biz ulus devlet sisteminin Amerikan devleti adı altında inanılmaz biçimde ortaya konulması ile uğraşıyoruz. Elbette aynı sorunla bir başka yerde Çin devleti olarak uğraşıyoruz. Yani bence bu görüşler ulus devlet sistemi ve kapitalizme özgü iktidar ilişkileri kavramlarını karşılamıyor; ulus devlet sisteminin hem ulus devlet sistemine bağlı olan sınıf oluşumlarının; işçi sınıfı oluşumunun yapılanma biçimini hem de sınıflar ve ulus arasındaki belirli ilişkilerin oluşumunu karşılamıyor. Bana aynı zamanda bunlar ulus devlet sistemi içinde ne tür transformasyonların gerçekleştiğini, egemen sınıf iktidarının nasıl bir kaymaya uğradığını da açıklamıyor gibi geliyor. Elbette egemen sınıfın iktidarı daha uluslararasılaştı; elbette kendi içinde yeniden örgütlendi, ama bunu ulus devlet sistemine y