‘Fazla’ sorunu, mekân ‘düzenlemesi’ Kapitalizmin tarihine baktığımızda, üç olgu dikkatimizi çeker. Birincisi, bu üretim tarzı ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren, kârlı/ verimli olarak kullanamayacağı/istihdam edemeyeceği ”fazla” lar yaratmaya başlar. Önce istihdam edilemeyen bir fazla nüfus yaratır, sonra da kârlı bir biçimde satılamayan fazla mallar, kârlı bir biçimde yatırıma yönelemeyen fazla sermaye. İkincisi , kapitalist sınıf […]
‘Fazla’ sorunu, mekân ‘düzenlemesi’
Kapitalizmin tarihine baktığımızda, üç olgu dikkatimizi çeker. Birincisi, bu üretim tarzı ilk ortaya çıktığı dönemden itibaren, kârlı/ verimli olarak kullanamayacağı/istihdam edemeyeceği ”fazla” lar yaratmaya başlar. Önce istihdam edilemeyen bir fazla nüfus yaratır, sonra da kârlı bir biçimde satılamayan fazla mallar, kârlı bir biçimde yatırıma yönelemeyen fazla sermaye. İkincisi , kapitalist sınıf ve devlet, bu fazlanın değerlendirilebileceği yeni alanlar aramaya, sermaye için yeni avlanma alanlarını aramaya yönelirler. Hem bu alanlara girebilmek hem de bu alanları sermayenin değerlenmesine uygun bir biçimde yeniden düzenlemek için sık sık şiddete (askeri, siyasi, mali) başvurulur. Üçüncüsü, birincisini ve ikincisini meşrulaştırabilmek için uygun bir hukuksal çerçeve ve ideoloji de şekillenir. Bu bağlamda iki isim önemli: Hugo Grotius ve Thomas Moore . Grotius, Hollanda emperyalizminin başka halkların/ülkelerin denizlerine el koymasına olanak sağlayan, ”İnsan ancak kişisel olarak tüketebileceği malları mülk edinebilir” .. ”öyleyse denizler herkesin malıdır” ilkesine dayalı mülkiyet tanımını geliştirdi. Daha sonra bu tanım, yeni keşfedilen topraklara gönderilen ”fazla nüfusun” (beyaz yerleşimcilerin-kolonların) yerli halkın malına, toprağına el koymasına olanak veren, ”atıl bırakılmış alanlar kimsenin mülkü değildir, el konabilir” ilkesiyle ”geliştirildi” . Bu ilkeye, İngiliz emperyalizmi döneminde, ”gerektiği gibi verimli kullanılmayan” (İngiliz tarımındaki verimlilik ölçütüne göre) alanlara ”değerlendirmek üzere el konabilir” ilkesi eklendi. Tam bu noktada, yaklaşık 150 yıl sonra, bu kez IMF’nin azgelişmiş ülkelere, kamu işletmelerini, yeterince verimli olmadıkları gerekçesiyle satmaları için yaptığı baskıları anımsayabiliriz.
Thomas Moore’un Ütopya’sı ise hem beyaz yerleşimcilerin kültürel asimilasyon politikasına hem de sömürgeci soykırımlara teorik bir gerekçe sunar: Bir ülke fazla nüfusunu dışarıya gönderir. Bu nüfus gittiği yerde yerlilerin kullanmadığı ya da verimli kullanmadığı topraklara yerleşir, yerlileri kendi yaşam tarzına katılmaya çağırır. Eğer yerliler bu çağrıya uymazlarsa, zor kullanarak topraklardan sürülebilirler…
Bu yerleşimciler, kültürleri ve etkinlikleriyle, sermayenin değerlenmesine uygun bir alan yaratmaya başlarlar. Burası salt yeni nüfusun değil, ekonomik fazlanın da (mallar ve sermaye olarak) gönderilebileceği bir alana dönüşür. Kapitalizm kendini salt beyaz yerleşimcilerin alanlarıyla sınırlamadı, başka ülkelerin ekonomilerini askeri ve siyasi basınç kullanarak da kendi kullanımına açtı, bu kullanıma uygun bir biçimde değiştirdi, yeniden düzenledi, mülk edindi/talan etti.
Günümüzde sömürgecilik
Günümüzde bu süreç hâlâ geçerliliğini koruyor. Yalnızca biçimleri, yöntemleri farklılaştı. İki örnek: (1) IMF programları aracılığıyla ekonomilerin dışa açılması, kurumsal-hukuksal yapılarının (ekonomik, siyasi mekânlarının) yeniden düzenlenmesi. (2) Avrupa Birliği’nin dayattığı ekonomik, siyasi, kültürel değişimler yoluyla siyasi, kültürel, ekonomik mekânın yeniden düzenlenmesi.
Bu düzenlemeler, o ülkeyi, mal ve sermaye fazlasının gönderilerek (ihraç edilerek) değerlendirilebileceği, kullanabileceği uygun bir alan haline getirir. Diğer bir deyişle bu alan aynı ”sömürgelerde” olduğu gibi, orada yaşayan halkın iradesinin dışındaki bir irade tarafından yeniden biçimlendirilir. Bu arada hukuksal mantık da (dönüşümler) aynı sömürgelerdeki gibi işler. Süreç, söz konusu ülkenin topraklarının, doğal kaynaklarının, emek gücünün, değerinin çok altında satın alınarak mülk edinilmesine (o ülke halkının mülksüzleştirilmesine) olanak sağlar.
Thomas Moore’un öngördüğü kültürel asimilasyon da hâlâ geçerli. Serbest piyasa ve mali şiddet yoluyla bir ülkenin dili, ”gösteri toplumu” (reklamlar, TV dizileri, filmler, müzik -arzu nesneleri, özdeşleşme nesneleri- vb. aracılığıyla) yeniden şekillendirilerek, ”simgeler evreni” merkez ülkenin mal ve sermaye fazlasının değerlenmesine uygun insanların yaşadığı bir alan haline getirilir. Üstelik, kültürel yeniden şekillenme, tüm bu ”sömürgeleştirme” süreçlerine direnişi azaltır, ”sömürgeleşme” olgusunun gizlenmesine, ”beyaz maskeli siyah tenli” bir aydınlar, öznellikleri bir başka ülkeden kaynaklanan sermayenin değerlenme süreçlerine uygun bir biçimde şekillenmiş insanlar kuşağı oluşmasına yol açar. Tüm bunlar açık işgali gereksizleştirir.
Ulusalcılık/milliyetçilik- küreselleşmecilik
Yukarıda değindiğim, kapitalizmin ilk gelişme döneminden bu yana özü itibarıyla değil yalnızca dolayımsız yaşanan biçimler açısından değişen sürecin, bir taraftan sermayenin mekân düzenleme sürecinin bir parçası olduğunu, diğer taraftan ”ulusal” (ya da yerli halkın yaşadığı) mekânda ”ötekinin iktidarının varlığı ” anlamına geleceğini yeniden vurgulamak isterim. Bu ikincisi bir direnişe ve öz savunmaya yol açar. Bu direniş etnik, dini, ulusal, sınıfsal özellikler taşıyabilir, bu yüzden de hangi özelliğinin başat olduğuna bağlı olarak farklı siyasi biçimler ve programlar sergiler.
Bu noktada ilk anda, iki farklı ideoloji ile karşılaşıyoruz. Birincisi, ”ötekinin” tüm özelliklerine karşı çıkar, bu karşı çıkışı geleneksel hatta kapitalizm öncesi biçimlere sarılarak kurmaya çalışır. İkincisi, ”ötekinin” görkemli askeri, siyasi, kültürel ( ”uygarlaştırıcı” ) gücünün ve gerektiğinde el koyduğu servetten yerel düzeyde pay dağıtma özelliklerinin etkisinde kalarak, ”ötekinin” kendi bakış açısını meşrulaştırıcı söylemini (neo-liberalizm, küreselleşme gibi) benimser, hatta onu yerel düzeyde daha kolay kabul edilecek bir biçimde sunar (Örneğin: Küreselleşme enternasyonalizmdir, yapısal yeniden düzenleme demokratikleşmedir vb.). Bu yaklaşımların ikisi de son tahlilde başarısızlığa uğrarlar. Birinci durumda, geriye dönük refleks, mücadelenin yöntemleri, kapsamı üzerindeki, hem teknik hem de kültürel alanlarda sınırlayıcı bir etki yapar.. İkincisi ise hiçbir zaman ”uygarlaştırıcının” benimseyeceği, kendine dahil edeceği bir ”uygarlık” düzeyine ulaşamaz, taklitçi bir ikinci sınıf özne olarak kalır.
”Ötekinin” ekonomik, kültürel, siyasi varlığına direnişin, ekonomik siyasi ve kültürel alanların her birinde ve ötekinin gücüne uygun karşıt seçeneklerle birlikte sürdürülmesi gerekir. Bu işin teknik yanı bir yana, ”ulusalcılığın/milliyetçiliğin” , kendini nasıl ifade edeceği ile de yakından ilgilidir. Bu konuya da çarşamba günü değinmeye çalışacağım.
[email protected]
Cumhuriyet 09.05.2005