Tarihin yeni bir sahnesinde yaşıyoruz. Komünist hareketin “ilk girişimi” diyebileceğimiz bir dönem engin deneyimleriyle birlikte yerini yeniden sınıflı toplumlara bıraktı. Onlarca yıl dünya halklarının umudu, mücadelelerinin ateşleyici olan Sosyalist ülkelerde birer birer kapitalist restorasyonlar yaşandı. Ayakta kalıp direnmeye çalışanlar ise uluslar arası kapitalizmin kuşatması ve saldırıları karşısında tutunmaya çalışıyorlar. Nasıl ki 70’li yıllarla birlikte kapitalizm […]
Tarihin yeni bir sahnesinde yaşıyoruz. Komünist hareketin “ilk girişimi” diyebileceğimiz bir dönem engin deneyimleriyle birlikte yerini yeniden sınıflı toplumlara bıraktı. Onlarca yıl dünya halklarının umudu, mücadelelerinin ateşleyici olan Sosyalist ülkelerde birer birer kapitalist restorasyonlar yaşandı. Ayakta kalıp direnmeye çalışanlar ise uluslar arası kapitalizmin kuşatması ve saldırıları karşısında tutunmaya çalışıyorlar. Nasıl ki 70’li yıllarla birlikte kapitalizm nasıl bir kriz içerisine girdiyse, aynı süreçte diyebiliriz ki tersten sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketleri de bir kriz yaşamaya ve güç yitirme sürecine girdi. Emekçilerin kapitalist sömürüye karşı direnme güçleri zayıflarken , sermaye cephesi de saldırılarını pervasızlaştırarak kendi krizini aşmaya çalıştı/çalışıyor. “Sınıf mücadelesi”, “proletarya”, “sosyalizm”, “Kolektivizm”, “Kamusallık”, “paylaşım” vb. kavramların içerdiği ve çağrıştırdığı bütün değerler saldırıların boy hedefi haline getirildi/getiriliyor. Kitlelerin nezdinde bu tür kavramlar meşruiyet yitimine uğradı. “Elveda proletarya” çığlıkları dört yanımızı kuşattı. Tüm değerler saldırıların hedefi konumuna geldi.
Dünya da bütün bunlar yaşanırken, kuşkusuz ülkemiz emekçi ve sosyalist güçleri de bu değişimlerden ve sermayenin saldırılarından muaf olamazdı. Olmadı. İçerisinden geçilen sürecin sorunlarıyla geçmişten beri süre gelen sorunlar birlerleşerek bir kördüğüm oluşturmuş durumda. Bugün gelinen noktada sosyalist güçler ileri doğru hamleler yapmaktan öte “hayatta kalma kavgası” veriyorlar. Hayatı örgütlemek yerine, deyim uygunsa kendi “cemaatlerini” korumaya çalışıyorlar. Diğer yandan emekçi hareketi ise kimi cılız kıpırdanışlar dışında, neo- liberal politikaların dayatmalarına karşı diyebiliriz ki hiçbir şey yapmıyor/yapamıyor. Sermayenin saldırıları ve örgütsüzleştirme çabalarına bir de sendikal bürokrasinin iğdiş etmesiyle emekçi hareketi direnemiyor, direnmenin ötesinde her geçen gün varolan mevzilerini kaybediyor/ etmeye devam ediyor. Sınıfın siyasallaşması bir yana giderek gericileşiyor. Süreç salt bununla kalmıyor. Emekçiler giderek örgütlerinden – sendikalarından – uzaklaşıyor. Deyim uygunsa sendikaların içi boşalıyor. Sendika bürokrasisi ise bunu sessizce izlemekle yetiniyor. Çünkü emekçileri örgütlemek var olan sendikal yapıları güçlendirmek gibi dertleri yok onların. Onların bütün sorunu var olan üye sayılarını korumak ve bununla birlikte kendi varoluşlarını sağlamak. Nasılsa AB’ye giriş bütün sorunları çözecek ya ! Bu yaygın kanı ve kendi gücüne güvenmeme giderek emekçi örgütlerini kendi tabanından uzaklaştırıyor.Ve işlevsizleşiyorlar. Bugün örgütlü işçi sayısından çok örgütsüz işçi var.
Evet, işçi sınıfının sosyal yapısı ve buna bağlı olarak geleneksel işçi hareketinde yoğun bir dönüşüm ve yeniden yapılanma süreci yaşandığı halde var olan emekçi örgütleri tüm bunları görme becerisini gösterememektedir. Neo – liberal iktisadi politikaların belirleyiciği altında geçen son birkaç on yıllık dönemde dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının sosyal yapısında belirgin eğilimler gözlenmeye başlansa da mevcut emek örgütleri bunlara gözlerini kapamış durumda. Bu nedenle giderek geleneksel örgütlenmeler ve sendikalar etkilerini yitirmekte/ yitirmeye devam etmektedir. Oysa bugün içerisinden geçmekte olduğumuz zaman kesitinde işçi hareketinde yeni arayışlar, farklı deneyimler giderek yoğunlaşmakta ve yaygınlaşmaktadır. Dünya da özellikle Brezilya, Arjantin, Güney Amerika da yeni tip sendikal oluşumlar önemli birer örnek teşkil etmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi, kapitalizmin bu topraklarda yerleşmesinin, gelişmesinin ve çelişkilerinin, sınıf mücadeleleri tarafından biçimlendirilmesinin tarihi olagelmiştir. Kuşku götürmez ki, bütün bunlar dünya çapında kapitalizmin ve ona karşı bütün bir yüzyıl boyunca verilmiş mücadelelerin tanımlandığı bir bağlamda ve bu gelişmelerle yakın bir etkileşim içerisinde gerçekleşmiştir.
Dönüp bu topraklardaki sınıf mücadelelerine baktığımızda karşımıza çıkan ilk şey; 1908’in Ağustos ve Eylül aylarından 1960’lı yıllara dek süren ve bir eşi daha görülmeyen dev bir grev dalgasına sahne olmasıdır. Yada diyebiliriz ki, 1908’in kendisi 1923’e dek sürecek olan çalkantıların her bir aşamasından daha demokratik nitelikler taşımaktadır.
Tabii ki bu gelişmeler karşısında İttihat ve Terakki Hükümetinin 1908’deki grev dalgasına tepki olarak sendikalaşma ve grev haklarını kıskıvrak bağlayan Tatil – i Eşgal Kanunu’nu çıkarması, bundan sonraki süreçte Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfı ve emekçi hareketleri karşısındaki tavrı akımından karakteristik hale gelecek bir dizi anti – demokratik özelliği de ilk kez ortaya koyması bakımından önemlidir.
Gelinen süreçte, özellikle 12 Eylül ile birlikte, hâkim sınıfların yükselen sınıf mücadelesini bastırma yöntemleri değişmiştir. Yükselen sınıf mücadelesi karşısında burjuvazinin siyasal olarak, biri sözde – ki tarihi boyunca hiç olmamıştır – sosyal demokratlaşmış CHP, öteki Milliyetçi cephe etrafında iki kampa bölünmüş olması, burjuvazinin parlamenter güçlerini tam bir felç durumuna sokmuştur. Ve 12 Eylül Faşist diktatörlüğü, burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçilere karşı birleşik cephesini TSK’nin silahlı güçüyle tesis etmiştir.
Bilindiği üzere 12 Eylül’ün uygulamaya sokulmasından kısa süre önce, 24 Ocak 1980 tedbirleriyle temeli atılmış olan ve kapitalist dünya pazarıyla derinden bütünleşmeyi hedefleyen neo – liberal yönelişle birlikte, 12 Eylül faşizminin tarihsel anlamı, Türkiye ekonomisini, politik ve hukuki üstyapıyı sermaye birikiminin bu yeni politikası için hazır hale getirmekti. 12 Eylül’le birlikte neo – liberal politikaların uygulamaya geçilmesine hız verilmiştir. Kabul edileceği gibi bugün neo – liberal program her yerde olduğu gibi Türkiye’de de dört temel ayak üzerinde yükselmektedir ; “kuralsızlaştırma / deregülasyon yoluyla devletin piyasanın işleyişi üzerinde sermaye birikiminin mantığına ters düşen müdahalelerini azaltması; üretim alanında devlet faaliyetini asgariye indirgemek amacıyla özelleştirme ; sosyal hizmetlerin (sağlık,eğitim, emeklilik, vb.) işçi sınıfı ve emekçilerin direnme gücünü artırmasını engellemek için bunların ticarileştirilmesi yada özelleştirilmesi; nihayet esnekleştirme ve sendikasızlaştırma.”
Bugün artık diyebiliriz ki mülkiyetsiz işverenler ortaya çıkmış durumda. Bir işveren düşünün; makinelerinin, fabrikasının, arsasının tamamı leasingli hiçbir durumda bir şey yapamıyorsunuz. Yada bir kamu kuruluşu düşünün; bütün birimleri başka bir şirket işletiyor. Bu söylediklerimizi iki örnekle açıklamak gerekirse ; ilki Çorlu’da 200 işçinin çalıştığı bir iş yeri. İş yerinde 11 adet makine var. Yani bir bant sistemi, her makinenin başında ayrı bir şirket var. Ve işçiler onun işçileri olarak görünüyor. Yani kısaca 11 tane alt işveren var. İkincisi bir kamu kuruluşu olan İzmir Atatürk Eğitim ve Araştırma hasta hanesi. Yaklaşık 2600 personel çalışmaktadır. Asıl işveren devlet. Ama bunun yanı sıra ayrıca 4 şirket mevcuttur. Hasta hanenin temizlik işini bir şirket, yemekhaneyi bir şirket, güvenliği bir şirket, bilgiişlem (bilgi saray) işini başka bir