Yakın tarihimiz şu günlerde hallaç pamuğu gibi atılıyor; içinde yok, yok, bir şey hariç: İşçi sınıfı. Tarihçiler seferber olmuş vaziyette; eskiden askerlikte “aç-aç geceleri” olurdu, şimdi “aç-aç belgeleri” yaşanıyor. Tarihçilerimize desek ki, hazır belgelere bakıyorken, bir de bizim sınıfa baksanız; kıyıda köşede belki rastlarsınız, desek. Es kaza görseler, eminim, hortlak görmüş gibi olurlar ve derler […]
Yakın tarihimiz şu günlerde hallaç pamuğu gibi atılıyor; içinde yok, yok, bir şey hariç: İşçi sınıfı. Tarihçiler seferber olmuş vaziyette; eskiden askerlikte “aç-aç geceleri” olurdu, şimdi “aç-aç belgeleri” yaşanıyor. Tarihçilerimize desek ki, hazır belgelere bakıyorken, bir de bizim sınıfa baksanız; kıyıda köşede belki rastlarsınız, desek. Es kaza görseler, eminim, hortlak görmüş gibi olurlar ve derler ki: Anadolu’nun üzerinde bir hortlak dolaşıyor!
Yaklaşık yarım asır önce Profesör Fahri Ziya Fındıkoğlu yazmıştı; Türkiye’de işçi sınıfının varlığından ve sosyal değişim üzerindeki etkilerinden söz etmek mümkün değildir, demişti. Fındıkoğlu gibi, komünizmle mücadelenin tutkulu bir isminin dile getirdiği bu düşünce, hala etkisini sürdürüyor. Gerçek şu ki, Türkiye işçi sınıfı, tarihsizleştirilmiş bir sınıftır! Egemen yaklaşım, Türkiye işçi sınıfının tarihini neredeyse 1950’lerden sonra başlatır; tarih adına önümüze ilgili yasa ve kurumların tarihi konulur. Burada gerçek kadın ve erkek emekçilerin serüvenleri yoktur. Aynı şekilde, ikinci Cumhuriyetçi yaklaşım da işçi sınıfını tarihsizleştirir. İşçi sınıfı, burjuvazi ile birlikte “sivil toplum” adı verilen müphem potada eritilir ve Cumhuriyet tarihi, bürokratik-despotik devlet ile onun baskısı altında ezilen “sivil toplum” arasındaki mücadelenin tarihi olarak sunulur. İkinci Cumhuriyetçiler bu yolla bir taşla iki kuş vurmuş olurlar: Bir yandan bu ülkenin mazlum emekçileri burjuvazinin tarihine tabi kılınır ve işçi sınıfı tarihsizleşirken, burjuvazi de mazlumlaşır. Evet, sermaye sınıfı, işçi sınıfını ne kadar tarihsizleştirir ise o kadar mazlumlaşır.
Cumhuriyet projesi, özünde, bir milli burjuvazi yaratma projesidir. Sonuçta çıka çıka uluslararası sermayenin acentesi bir sınıf ortaya çıktıysa, biz ne yapalım. Bu gerçeği ıskalayıp, Cumhuriyet tarihini etnik ve dini kimliklerin yapılıp bozulduğu bir şantiyeden ibaret görmek de nesi? Görülüyor işte. Zira, bu tutum sadece bir bakış açısı meselesi değil, bugüne ilişkin güç ilişkisi meselesi de. Bugünde kendine yer açan her özne, dönüp tarih-i tashih de talep ediyor. Tarih, bir kez yaşanıyor; ama, yeniden ve yeniden yazılıyor. Hal böyleyse durup bekleyecek miyiz; işçi sınıfı hareketi bağımsız bir toplumsal güç olarak hele bir ortaya çıksın, bu ülkenin tarihi elbet o zaman bir kez daha yazılır mı, diyeceğiz? Elbette, hayır. Toplumsal aktörlerin sayısı kadar toplumsal tarih bulunmuyor. Toplumsal tarihimize iki temel sınıfın oluşum tarihi olarak bakabildiğimiz ölçüde, tarihsel gerçekliği kavrayabiliriz. Üstelik, bugünkü siyasal saflaşmaları yerli yerine de ancak bu bakış açısıyla oturtabiliriz. Latin Amerika ve Afrika’dan sonra nihayet uzak Asya’da da emek tarihi çalışmaları olgun meyvelerini veriyor. Ülkemizde ise özellikle genç sosyal bilimcilerin emek tarihi çalışmalarına gösterdiği ilgi umut verici. İşçi sınıfı hareketinin bu çalışmalara gereksinimi var; memleketin de, kendisini bir sınıf örgütleyen ve siyasal alanı emek ve sermaye çelişkisi temelinde kutuplaştıran bir işçi hareketine. Bir Mayıs’ı vesile edip bu iki gereksinime dikkat çekeyim istedim de.