Isı ölçer aletinin bir benzeri toplumsal öfke ölçümü için geliştirilmiş olsaydı, eminim, ibre şu günlerde tavan yapardı. Gündelik yaşamın en ufak ayrıntısında gözleniyor, bu topraklarda gün be gün büyüyen bir ahlaki öfke hüküm sürüyor. Kimi dışavurumlarına bakanlar kah “tehlikeli sınıfların” vandalizmini, kah “sıradan faşizmin” ayak izlerini görüyor. Haksızlık ve adaletsizlik hissi ile beslenen bu ahlaki […]
Isı ölçer aletinin bir benzeri toplumsal öfke ölçümü için geliştirilmiş olsaydı, eminim, ibre şu günlerde tavan yapardı. Gündelik yaşamın en ufak ayrıntısında gözleniyor, bu topraklarda gün be gün büyüyen bir ahlaki öfke hüküm sürüyor. Kimi dışavurumlarına bakanlar kah “tehlikeli sınıfların” vandalizmini, kah “sıradan faşizmin” ayak izlerini görüyor. Haksızlık ve adaletsizlik hissi ile beslenen bu ahlaki öfke tedirginlik yaratıyor.
1 Mayıs’ın ana temasının “sevgi” olarak belirlenme nedeni de bu tedirginlikmiş. Bunu, Ahmet Tulgar’ın gerçekleştirdiği ve Akşam gazetesinin 1 Mayıs tarihli nüshasında yayımlanan söyleşinde DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi söylüyor. Çelebi daha başka şeyler de söylüyor. Sendikacılık hareketinin Türkiye algısı ve soyunduğu rolü merak edenler bu söyleşiyi mutlaka okumalı, okuyanlar kesip saklamalı.
Sendikacılık hareketimizin ufku, belli ki, güvenceli işçinin güvencesiz çalışmadan, işi olanın işsizlikten duyduğu korkuyu örgütlemekle sınırlı. Sevgi şalının gerisinde bu korku yatıyor. Onun için de işçileri, patronların kar ve rekabet hedeflerini sahiplenmeye, işini ve işyerini sevmeye çağırıyor. Neyse ki 1 Mayıs gününe sendikacılarımızın göstermek istedikleri değil bu ülkenin sınıf gerçekleri damgasını vurdu; işsizler ve güvencesiz çalışanlar, önceki yıllara kıyasla yüksek bir katılımla alandaydılar; dilendirdikleri ahlaki öfke karşısında sevgi şalı kısa geldi, sınıf kinini örtmeye yetmedi. Sendikacılarımız şu iki gerçeği unutmasınlar: Türkiye’nin hiçbir döneminde kapitalist firma öncelikleri (kar ve rekabet edebilirlik) ile işçi öncelikleri (sosyal güvence) arasındaki karşıtlık bugünkü kadar keskin ve açık hale gelmedi. Siz kulağınızın üstüne yatabilirsiniz, ama işte Krueger gibileri çıkar ve bu gerçeği size yeniden ve yeniden hatırlatır. İkinci olarak, toplumu saran ahlaki öfke dalgasının kökenlerinde yöneten ve yönetilen arasındaki sorumlulukları tanzim eden ve böylece toplumsal eşitsizlik ilkelerini meşru kılan toplumsal kod ve kuralların iflas etmiş olması gerçeği de yatmaktadır. Paniklemeden önce bu gerçek de görülmelidir. Evet, bu ülkenin son 25 yılına tek parti programı hükmetti; yeni liberal program farklı siyasi parti amblemleri altında yaşamımızı belirledi, belirlemeyi de sürdürüyor. Ama artık “çağ atlama” imgesinin yaydığı yeni liberal iyimserlik havasının esamesi okunmuyor. Ha gayret, sık dişi, bu eziyet geçici, parlak gelecek günler az sonra, gibi sözlerin emekçiler indinde hükmü bulunmuyor. Liberal iyimserliği Avrupa Birliği yolunda yeniden inşa etmenin sınırları da her geçen gün daha bir belirginleşiyor.
Toplum umudunu yitirmiyor, liberal iyimserlik toplumsal etkisini kaybediyor. Bunun karşısında paniğe kapılan sendikacılarımız sermaye sınıfıyla aynı şalın altına girmeyi öneriyor. Yazık. Oysa bu ülkenin emekçi iyimserliğine gereksinimi var. Emekçi iyimserliğini sevgi sözleri yeşertmeyecek. Aksine, bunun yolu ahlaki öfkenin sınıf terimleriyle örgütlenmesinden geçiyor. Hele de, bu öfkeyi etnik ve dini temelde örgütlemeye teşne aktörlerin ortalıkta gezindiği bu coğrafyada, başkaca bir yol bulunmuyor.