Dünya savaşı olmaksızın yirmibir yıl – bu, aşırı cepheleşmeler, şiddetli çatışmalar ve ani değişimler süresinde çok önemli gibi görünmektedir. Ancak uğrunda savaşmaya hepimizin hazır olduğu bu barışın pratik sonuçlarını (sefalet, dünyanın büyük bölümlerinin aşağılanması ve gittikçe artan sömürü) tahlile girişmeden, bu barışın gerçek barış olup olmadığı sorusuyla karşılaşıyoruz. Bu notların amacı Japonya’nın teslim olmasından beri […]
Dünya savaşı olmaksızın yirmibir yıl – bu, aşırı cepheleşmeler, şiddetli çatışmalar ve ani değişimler süresinde çok önemli gibi görünmektedir. Ancak uğrunda savaşmaya hepimizin hazır olduğu bu barışın pratik sonuçlarını (sefalet, dünyanın büyük bölümlerinin aşağılanması ve gittikçe artan sömürü) tahlile girişmeden, bu barışın gerçek barış olup olmadığı sorusuyla karşılaşıyoruz.
Bu notların amacı Japonya’nın teslim olmasından beri birbirini izleyen çeşitli yerel çatışmaların ayrıntılı bir sergilenmesi değildir; görevimiz bu görüntüsel barış yıllarında yapılan sayısız ve giderek artan iç savaşların bilançosunu çıkartmak da değildir. Bu gereksiz iyimserliğe karşı, Kore ve Vietnam savaşlarını örnek vermekle yetineceğiz.
İlk olayda, ülkenin kuzey bölümü vahşi savaş yıllarından sonra kendini bomba çukurlarıyla kaplı, fabrikasız, okulsuz ve hastahanesiz, on milyon nüfusu barındıracak herhangi bir sığınaktan yoksun, modern savaş olayını tanıyan korkunç bir harabeye dönüşmüş buldu.
Birleşmiş Milletler’in itibarsız bayrağı altında, Birleşmiş Milletler’in askeri yönetimi altında bir düzine ülke, ABD askerlerinin büyük ölçüde katılımıyla bu savaşa girmişler ve Güney Kore halkının topların hedefi olarak kullanılmasında görev almışlardır.
Diğer taraftan, Kore ordusu ve halkı, ve Çin Halk Cumhuriyeti gönüllüleri, Sovyet askeri aygıtının ikmal ve desteğiyle donatılmıştı. ABD, termonükleer silahlar dışında, sınırlı ölçüde bakteriyolojik ve kimyasal silahlar da dahil, tüm imha silahlarını denemiştir.
Vietnam’da, bu ülkenin yurtsever güçleri üç emperyalist güce karşı kesintisiz bir savaş yürütmüştür: Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanmasıyla ortaya çıkan yıkım altındaki Japonya; Çinhindi sömürgelerini bu yenilgiye uğramış Japonya’dan geri alan ve zor zamanlarında verdiği sözleri tutmayan Fransa; ve mücadelenin bu son aşamasında Birleşik Devletler.
Bütün kıtalarda sınırlı çatışkılar vardı; oysa Amerika kıtasında, Küba Devrimi alarm işaretleriyle bu bölgenin önemi üzerine dikkati çekinceye kadar, uzun süre yalnızca başlangıç halindeki kurtuluş mücadeleleri ve askeri darbeler vardı. Küba Devrimi emperyalistleri öfkelendirdi ve sonunda, önce Domuzlar Körfezi’nde ve sonra Ekim Krizi’nde kıyılarını savunmak zorunda kaldı.
Bu son durumda, Küba sorunu yüzünden ABD ile Sovyetler arasında bir çatışma çıksaydı, sonuçları tahmin edilemeyecek bir savaşa neden olabilirdi.
Ama bugün tüm çatışkıların odak noktası Çinhindinde ve buranın sınır bölgelerinde bulunmaktadır. Laos ve Vietnam ABD’nin tüm gücüyle içine girdiği bir iç savaşla sarsılmaktadır. Öyleki tüm bölge patlamaya hazır bir bomba gibidir.
Vietnam’daki çatışma çok keskin bir özellik kazandı. Amacımız, bu savaşın bir kronolojisini vermek değildir. Biz, sadece bu örneği anımsatmak ve kilometre taşlarını işaret etmekle yetineceğiz.
1954’deki Dien Bien Phu yenilgisinden sonra, Cenevre’de, ülkenin iki ayrı bölgeye bölünmesini; Vietnam’da hükümeti kimin kuracağı ve ülkenin nasıl birleştirileceği konularında 18 ay içinde seçimlerin yapılmasını içeren bir anlaşma imzalandı. ABD bu belgeyi imzalamadı ve kendi imparatorluğunu kurmak için, Fransız kuklası Bao Dai’nin yerine kendi amaçlarına daha uygun birini geçirmek için manevralara başladı. Bu kişi de, herkes tarafından bilindiği gibi, emperyalizm tarafından suyu sıkılmış limon misali bir trajik sonu olan Ngo Dinh Diem’di.
Antlaşmanın imzalanmasından sonraki aylarda halk güçleri kampında çok büyük bir iyimserlik hüküm sürmekteydi. Anti-Fransız direniş karşısındaki son dayanak noktası parçalanmıştı ve Cenevre anlaşmasının tümüyle uygulanmasını bekliyorlardı. Ama yurtseverler, ABD’nin tüm hile yöntemlerini kullansa bile seçimlerde kendi isteklerine uygun bir sonuç çıkmayacağını hissettiğinden seçime izin vermeyeceğini kısa sürede anladılar. Ülkenin güneyindeki çarpışmalar yeniden başladı ve tedrici olarak her tarafı kapsayan bir yoğunluk kazandı. Bugün ABD ordusu, tüm savaş gücünü yitiren ve sayıca azalan kukla ordunun yerine yarım milyonu aşan istilacı bir gücünü sürekli artırmaktadır.
Geçen iki yıl boyunca ABD, Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’ni sistemli bir biçimde bombalamaya başladı; diğer taraftan Güneyin savaşkanlığını altetmeye ve güçlü bir konumda konferans masasına oturmaya çalışmaktadır. Başlangıçta bombardımanlar az çok sınırlandırılmıştı ve Kuzeyden geleceği varsayılan provokasyonlara karşı önlem adı altında sunuluyordu. Sonraları bombardımanlar yoğunlaştırılarak ve artırılarak ülkenin Kuzey kesimindeki her türlü uygarlık izini yoketmeyi amacıyla ABD hava kuvvetleri tarafından büyük bir saldırı başlatıldı. Bu ünlü “tırmanma”nın son perdesiydi.
Yankee dünyasının maddi özlemleri, Vietnam uçaksavar birliklerinin bitip tükenmez savunmalarını, düşürdükleri sayısız uçağı (aşağı yukarı 1700) ve sosyalist ülkelerin savaş yardımlarını saymazsak, büyük ölçüde gerçekleşmiş bulunuyor.
Acı bir gerçek var: Vietnam -tüm dünyanın unutulmuş halklarının umudunu, özlemini temsil eden bir ulus- trajik biçimde yalnızdır. Bu ulus, Güney’de pratik olarak misilleme yapma olanağına sahip olmaksızın ve Kuzey’de az bir savunma olanağıyla ABD teknolojisinin kudurmuş saldırılarına katlanmak zorundadır – ama herzaman yalnızdır.
Bugün dünyanın tüm ilerici güçlerinin Vietnam halkıyla dayanışması, Roma arenalarındaki gladyatörleri alkışlayan pleplerin acı ironisine benzemektedir. Sorun, saldırının kurbanına başarı dilemek değil, onun kaderini paylaşmaktır; kişi, zaferde ya da ölümde onunla olmalıdır.
Vietnam halkının yalnızlığını tahlil ederken, insanlığın bu mantık dışı anında zangır zangır titriyoruz.
ABD emperyalizmi saldırganlıktan suçludur; cinayetleri akılalmazdır ve tüm dünyaya yayılmıştır. Baylar, bunu hepimiz biliyoruz! Vietnam’ı sosyalist dünyanın yenilmez bir parçası durumuna getirmek için belki dünya çapında bir savaş tehlikesinin göze alınabileceği, ama Kuzey Amerika emperyalistlerinin de bir karara zorlanacağı hüküm anında tereddüt edenler de suçludur. Sosyalist kampın iki büyük gücünün temsilcileri tarafından bir süreden beri devam ettirilen bir sövme ve çelmeleme savaşını sürdürenler de suçludur.
Onurlu bir yanıt bulmak için kendi kendimize sormalıyız: Vietnam tecrit edilmiş midir, edilmemiş midir? Bu kavgalı iki güç arasındaki tehlikeli denge durumu korunmalı mıdır?
Ve bu halk ne büyük bir halktır! Bu ne cesarettir, bu ne metanettir! Bu mücadele dünya için ne dersler içermektedir!
Başkan Johnson’un patlamaya hazır bir güç olarak hergün büyüyen keskin sınıf çelişkilerini törpülemek için gerekli bazı reformları ciddi olarak düşünüp düşünmediğini daha uzun bir süre bilemeyeceğiz. Gerçek şudur ki, şatafatlı “Büyük Toplum” adı altında ilan edilen gelişmeler Vietnam kanalizasyonunda boğulmuştur.
En büyük emperyalist güç, yoksul ve azgelişmiş bir ülkenin kendi bağırsaklarında yarattığı kanamayı hissediyor; onun efsanevi ekonomisi savaşın yü
künü hissediyor. Artık, kendi tekelleri için, cinayetler kolay bir iş olanağı olmaktan çıkıyor. Hiçbir zaman yeterli sayıda bile olmayan savunma silahları, Vietnam’ın bu olağanüstü askerlerinin, ülke ve toplum sevgisi ve eşsiz cesaretleri dışında sahip oldukları herşeydir. Ama emperyalizm Vietnam’da inatla çırpınmakta, bir çare bulamamakta ve endişeyle onu bu tehlikeli durumdan kurtaracak birini aramaktadır. Bundan başka Kuzey’in ortaya koyduğu “Dört Nokta” ve Güney’in “Beş nokta”sı emperyalizmi çatışmayı daha fazla sürdürmek zorunda bırakarak köşeye sıkıştırmaktadır.
Herşey, yalnızca dünya çapında savaşı çıkmadığı için barış adı verilen bu kararsız barış durumunun, ABD’nin kabul edilmesi olanaksız ve değiştirilemez adımlarıyla yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu göstermektedir.
Ve biz, dünyanın sömürülen halkları, ne rol oynayacağız? Üç kıtanın halkları Vietnam’a dikkatlerini yöneltiyorlar ve onun verdiği dersleri öğreniyorlar. İnsanlığın, emperyalistlerin savaş tehdidiyle yaptıkları şantaja yanıtı savaştan korkmamaktır. Halkın genel taktiği, çatışmanın olduğu her yerde bu çatışmanın içinde yer almak, sürekli ve kararlılıkla düşmana saldırmak olmalıdır.
Bu zayıf barışın ırzına geçildiği yerlerde bizim görevimiz nedir? Ne pahasına olursa olsun kurtuluşumuzu kendi kendimize sağlamaktır.
Bu dünya panaroması çok karmaşıktır. Kurtuluş mücadelesi, kapitalizmin çelişkilerinin yeterince geliştiği, ama emperyalizmi izlemeyen ya da emperyalist yola başlayamayacak kadar görece zayıf olan eski Avrupa’nın bazı ülkelerinde henüz başlamamıştır. Onların çelişkileri yakın bir gelecekte patlama noktasına ulaşacaktır – ama onların sorunları ve bunun sonucu olarak onların çözümleri, bağımlı ve ekonomik olarak azgelişmiş ülkelerin sorunlarından ve çözümlerinden farklıdır.
Emperyalist sömürünün temel alanı azgelişmiş üç kıtadır: Amerika, Asya ve Afrika. Her ülke kendi ayırıcı özelliklerine sahiptir, ama bir bütün olarak her kıta belirli bir bütünlük gösterir.
Bizim Amerika, az ya da çok homojen bir ülkeler topluluğu oluşturur ve ABD tekelci sermayesi hemen hemen bütün bölgede mutlak bir egemenliğe sahiptir. Kukla hükümetler ya da en iyi durumda zayıf ve korkak yerel yönetimler, Yankee beylerinin emirlerine karşı çıkmamaktadırlar. ABD, politik ve ekonomik olarak egemenliğinin zirvesine ulaşmıştır; daha fazla ilerleyebilmesi zordur; mevcut durumdaki herhangi bir değişiklik onun egemenliğini geriletebilir. Onun politikası mevcut konumunu korumaktır. Bugün eylem çizgisi, hangi tipte olursa olsun, kurtuluş hareketleri engellemek için vahşi bir güç kullanmakla sınırlandırılmıştır.
“İkinci bir Küba’ya izin vermeyeceğiz” sloganı ardında, Dominik Cumhuriyeti’ne karşı ya da daha önceleri Panama katliamında olduğu gibi, veya mevcut düzendeki bir değişikliğin çıkarlarını tehlikeye düşürebileceği Amerika’nın her noktasında Yankee birliklerinin müdahaleye hazır oldukları yolundaki o tek anlamlı uyarıda da, kendileri için özel bir tehlike sözkonusu olmaksızın saldırı tehdidi gizlenmektedir.
Bu politika hiç bir ceza görmeksizin sürdürülmektedir: OAS, popülerliğini yitirmiş de olsa uygun bir maskedir; Birleşmiş Milletler’in yetersizliği, gülünç olduğu kadar trajiktir de; bütün Amerika ülkelerinin orduları, kendi halklarını ezmek için hazır beklemektedir. Suç ve ihanet enternasyonali fiilen örgütlenmiştir. Diğer taraftan yerli burjuvaziler, emperyalizme karşı çıkma yeteneğini -eğer buna sahiptiyseler- yitirmişler ve emperyalizmin oynayacağı son kart olmuşlardır. Başka bir alternatif yoktur: Ya sosyalist devrim ya da devrim karikatürü.
Asya, değişik özelliklere sahip bir kıtadır. Bir dizi Avrupalı kolonici ülkeye karşı kurtuluş mücadelesi az ya da çok ilerici hükümetlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Daha sonraki gelişmeler, bazı durumlarda ulusal kurtuluşun asıl hedeflerini netleştirirken, bazı durumlarda emperyalizm yanlısı bir konuma dönülmesini getirmiştir.
Ekonomik bakış açısından, ABD, Asya’da çok az kaybetmiş, ama daha çok kazanmıştır. Buradaki değişiklikler onun çıkarlarına yaramıştır; diğer yeni-sömürgeci güçlerin devrilmesi için yürütülen mücadele ve ekonomik alanda yeni küresel nüfuz eylemleri, bazı durumlarda doğrudan ya da Japonya aracılığıyla, dolaylı olarak yürütülmektedir.
Emperyalistler, Çin’i, Güney Kore, Japonya, Tayvan, Güney Vietnam ve Tayland’la kuşatma altına almıştır.
Bu ikili durum, yani Çin Halk Cumhuriyeti’nin askeri olarak kuşatılması şeklinde bir stratejik ilişki ile bu büyük pazarlara -henüz egemen olamadıkları- nüfuz etme, bugün Asya’yı dünyanın patlamaya hazır en önemli noktası haline getirmiştir. Buna rağmen, Vietnam savaş alanı dışında görüntüsel bir istikrar vardır.
Orta-doğu, her nekadar coğrafi olarak bu kıtaya dahilse de, kendine özgü koşulları vardır ve mayalanma aşamasındadır. Emperyalizmin desteklediği İsrail ile bölgenin ilerici ülkeleri arasındaki soğuk savaşın nereye kadar gideceğini önceden söylemek olanaksızdır. Bugün burası, dünyada patlamaya hazır volkanlardan birisidir.
Afrika için belirleyici olan, yeni-sömürgeci istila için hemen hemen bakir bir toprak olmasıdır. Aslında yeni-sömürgeci güçleri, kesin karakterdeki eski ayrıcalıklarından belirli bir kapsam içinde vazgeçirmeye zorlayan değişiklikler oldu. Ama bu gelişmeler bozulmadan sonuna kadar götürülürse, sömürgeciliği kolayca, ekonomik durumda benzer etkileri yapan yeni-sömürgecilik izler.
Birleşik Devletler bu bölgede sömürgeye sahip değildir, ama bugün, müttefiklerinin eskiden kıskançca korudukları av alanlarına girmek için mücadele ediyor.
Afrika’nın, Kuzey Amerika emperyalizminin stratejik planlarında, onun uzun vadeli bir rezerv oluşturduğunu söyleyebiliriz.; şimdiki yatırımları yalnız Güney Afrika Birliği’nde önemlidir ve Kongo, Nijerya ve diğer ülkeler, başlangıçtan beri buraları elinde tutan diğer emperyalist güçlerle şiddetli bir rekabete (günümüzde barışçıl ölçülerde) girdiği ülkelerdir.
Tekellerinin tatlı kârlar ya da büyük hammadde kaynakları kokusu aldığı yerkürenin her noktasında yatırım yapma hakkı isteğinin dışında, Kuzey Amerika emperyalizminin daha hala savunacağı büyük çıkarları yok.
Tarihin bütün bu olayları, halkların uzun ya da kısa vadedeki kurtuluş olasılıkları konusundaki soruyu haklı çıkarmaktadır.
Afrika’yı tahlil ederken, mücadelenin biraz şiddetle Portekiz sömürgeleri Gine, Mozambik ve Angola’da sürdürüldüğünü görüyoruz. Birincisinde büyük başarı, diğer ikisinde alçalıp yükselen başarıyla. Kongo’da halen Lumumba’nın halefleri ile Çombe’nin eski suç ortakları arasında bir mücadele olduğunu da görüyoruz; öyle bir mücadele ki, savaş gizlice sürüp gitmesine rağmen, şu anda ülkenin büyük bir bölümünü kendi çıkarları çerçevesinde “barışa” kavuşturmuş olan ikinciler lehine bitecek gibi gözükmektedir.
Rodezya’da ayrı bir sorun var: İngiliz emperyalizmi, bugün iktidarı yasa-dışı olarak elinde tutan beyaz azınlığın iktidarını korumak için her türlü aracı kullanmaktadır. Buradaki çatışma, İngilizlerin bakış açısından kesinlikle resmi değildir; Batı’nın bu gücü, İan Smith yönetiminin benimsediği ölçütlerin karşısın
da büyük bir nefret duyduğunu alışılagelmiş diplomatik söylemlerle dünya çapında yaymaktadır. Commenwealth ülkelerinin bazıları bu sahtekarlığı desteklemektedir, ama İngiliz emperyalizminin ekonomik uşakları olsun ya da olmasın Siyah Afrika’nın pekçok ülkesi tarafından karşı çıkılmaktadır.
Yurtseverlerin giriştiği çabalar silahlı bir ayaklanma biçimini alır ve bu hareket komşu Afrika devletleri tarafından da etkince desteklenirse Rodezya’daki durum büyük ölçüde patlayıcı olabilir. Ama şimdilik tüm sorunlar B.M., Commonwealth ya da OEA gibi tarafsız örgütlerde görüşülüyor.
Afrika’nın politik ve toplumsal gelişmesi kıtasal ölçekte bir devrim umudu yaratmamaktadır. Portekizlilere karşı kurtuluş mücadelesi sonuçta zafere ulaşacaktır, ancak Portekiz, emperyalist ölçüde hiçbirşey ifade etmemektedir. Devrimci önemi olan cepheleşmeler, tüm emperyalist aygıtı sürekli zor durumda tutan cepheleşmelerdir; bu yüzden üç Portekiz sömürgesinin kurtuluşu ve devrimlerinin derinleşmesi için savaşmayı doğal olarak bırakmıyoruz.
Güney Afrika’nın ya da Rodezya’nın siyah kitleleri kendi devrimci mücadelesine başladığı zaman Afrika’da yeni bir çağ başlayacaktır. Ya da bir ulusun yoksul kitleleri kendilerine yaraşır bir yaşam hakkı için egemen oligarşilere karşı ayaklandıkları zaman.
Şimdiye kadar bir subay grubunun diğeri yerine geçtiği, ya da artık kendi tabakalarının çıkarlarına veya hükümet işlerini gizlice yöneten güçlerin çıkarlarına hizmet etmeyen yöneticileri devirdiği askeri cuntalar birbirini izlemektedir – ancak halkın yüklendiği ayaklanma hareketleri yoktur.
Kongo’da bu karakteristikler Lumumba’nın anısıyla yeniden ortaya çıkmıştır, ancak bunlar son birkaç ayda güçlerini yitirmeye başlamışlardır.
Asya’da durum gördüğümüz gibi patlayıcıdır. Sürtüşme noktaları, yalnız mücadele verilen Vietnam ve Laos değildir, Kuzey Amerikan saldırısının doğrudan başlayacağı Kamboçya da bu noktalardın biridir; aynı şekilde Tayland, Malezya ve tabii Endonezya (gericilerin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte bu ülkenin Komünist Partisinin parçalanmasına rağmen, orada artık son sözün söylendiğini sanmayalım) ve tabii ki Orta-Doğu.
Latin-Amerika’da silahlı mücadele Guatemala, Kolombiya, Venezüella ve Bolivya’da sürdürülmektedir; Brezilya’da bu yolda ilk adımlar şimdiden atılmıştır. Ortaya çıkan ve sonra tekrar sönen başka direniş odakları da var. Fakat bu kıtanın tüm ülkeleri sosyalist yapıda bir hükümet kurulmasından daha az hiçbir şeyle yetinemeyen zafere ulaşmak için bir mücadeleyi kaldıracak olgunluktadır.
Bu kıtada pratikte tek bir dil konuşulur (Brezilya’nın özel durumu dışında, İspanyolca konuşanlar, her iki dilin benzerliği dolayısıyla Brezilya halkıyla da anlaşabilmektedirler). Bu ülkelerin sınıflarının benzerliği o kadar büyüktür ki, bunlar öteki kıtalarda olduğundan çok daha bütünsel bir “uluslararası-Amerikan” ortaklığa ulaşmaktadırlar. Dil, gelenekler, din ve ortak efendi onları birleştirmektedir. Sömürünün derecesi ve biçimleri, Amerika’mız ülkelerinin büyük bir bölümünde, sömürenlerle sömürülenler için meydana gelen sonuçlarında benzeşmektedir. Ve isyan onun kucağında gittikçe hızlanarak olgunlaşmaktadır.
Kendimize sorabiliriz: Bu isyan hangi meyveleri olgunlaştıracaktır? Hangi tipte olacaktır? Bizim Amerika’daki mücadelenin benzer özellikleri yüzünden, uygun şartların olgunlaştıklarında kıtasal boyutlara varacağını uzun süreden beri savunmaktayız. Bizim Amerika, insanlığın kurtuluşu için verilen birçok büyük savaşının sahnesi olacaktır.
Kıtasal ölçekteki bu mücadelenin çerçevesi içinde bugün verilen savaş küçük bir olaydır – ama insanlığın topyekün özgürlüğü için verilen savaşın bu son aşamasında gerekli kan borcunu ödemiş kişiler olarak Bizim Amerika’nın tarihine geçecek kahramanlar yaratmıştır. Bunlar arasında, Guatemala’da, Kolombiya’da, Venezüella’da ve Peru’da devrimci hareketler içerisinde yükselmiş kişilerin, Kumandan Turcios Lima’nın, Papaz Camilo Torres, Kumandan Fabricio Ojeda, Kumandan Lobaton ve Luis de la Puente Uceda’nın isimleri olacaktır.
Bunlarla birlikte halkın etkin hareketi yeni liderler yaratmaktadır: Guatemala’da sancağı César Montes ve Yon Sosa taşımakta, Kolombiya’da bunu Fabio Vázguez ve Marulanda yapıyor, Venezüella’nın batısında Douglas Bravo ve El Bachiller’de Américo Martin sorumlulukları altındaki cepheleri yönetiyorlar.
Önceleri Bolivya’da olduğu gibi, Bizim Amerika’nın bu ve diğer ülkelerinde yeni ayaklanmalar ortaya çıkmaktadır, ve onlar çağdaş devrimcilerin bu tehlikeli işlerinin ayrılmaz bir parçası olan tüm zorluklara rağmen gelişecektir. Bazıları kendi hatalarının kurbanı olacaklar; diğerleri bu acımasız savaşta düşecekler; yeni savaşçılar ve yeni liderler devrimci mücadelenin sıcaklığında yetişeceklerdir. Halk, savaşın seçici çerçevesi içinde kendi savaşçılarını ve liderlerini yaratacaktır – ve baskı rejiminin Yankee ajanları da artacaktır. Bugün silahlı mücadelenin yürütüldüğü ülkelere yapılan askeri yardımlar büyütülmektedir; Yankee’lerin danışmanlık yaptığı ve eğittiği Peru ordusu, bu ülkenin devrimcilerine karşı başarılı olmuş görünmektedir. Ama savaş odakları yeterli politik ve askeri beceriyle geliştirildiklerinde, pratikte yenilmez olacaklar ve Yankee’ler yeni birlikler göndermek zorunda kalacaklardır. Peru’da pratikte pek fazla tanınmayan yeni kişiler gerillayı yeniden örgütlemektedirler. Küçük silahlı grupların etkisizleştirilmesinde yeterli olan eski silahlar küçük küçük modern donanımla yer değiştirecek ve ABD askeri yardımı, bir an gelecek, gerillaların saldırıları karşısında çözülecek olan ulusal kukla orduya sahip hükümetleri istikrara kavuşturmak için artan oranda düzenli birlikler göndermeye dönüşecektir. Bu, Vietnam’ın yoludur; bu, halkların izlemek zorunda oldukları yoldur; bu, Bizim Amerika’nın, Yankee emperyalizminin baskı güçlerini bozmak için gerillaların Eşgüdüm Konseyleri oluşturmalarının avantajıyla izleyeceği yoldur ve devrimci zafer görünür olacaktır.
Amerika, son kurtuluş mücadelesinde unutulmuş bir kıta, kendi halklarının öncüsü Küba Devriminin sesiyle Tricontinental’de konuşmaya başlayan son kurtuluş mücadelesinin bu unutulmuş kıtasının büyük bir görevi vardır: iki, üç, Vietnam yaratmak ya da dünyanın ikinci, üçüncü Vietnam’ı olmak.
Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunu, kapitalizmin son aşaması olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız ve o dünya çapında yenilgiye uğratılmak zorundadır. Bu mücadelenin stratejik sonu, emperyalizmin yıkılması olacaktır. Bize, bu dünyanın sömürülenlerine ve azgelişmişlerine düşen pay, emperyalizmin temellerini ortadan kaldırmaktır: biz ezilen uluslar, onlara sermaye, hammadde, teknisyen ve ucuz emek vererek, ve onlardan yeni egemenlik araçları olan yeni sermaye, silah ve her çeşit materyal alarak mutlak bir bağımlılık içine sürüklenmekteyiz.
Bu stratejik hedefin temel unsuru tüm halkın gerçek kurtuluşu olacaktır. Pekçok olayda bu kurtuluş silahlı mücadeleyle gerçekleşecek ve Bizim Amerika’da sosyalist devrim kaçınılmaz olacaktır.
Emperyalizmin yıkılması hedeflenirken, onun başını kimin çektiği kesinlikle belirlenmek zorundadır. Bu, ABD’den başkası değildir.
Taktik hedefi, düşmanı çevresinden koparıp onu yaşam alışkanlıklarıyla
gerçeğin gücünün çarpıştığı yerlerde savaşmaya zorlamak olan, genel anlamda bir görevi gerçekleştirmeliyiz. Düşman küçümsenemez; ABD askerleri, teknik yeteneklere sahiptir ve onu korkutucu kılacak ölçüde silahlarla ve kaynaklarca desteklenmektedir. Onun sahip olmadığı şey, bugün onun en büyük düşmanı olan Vietnamlı askerlerin en yüksek düzeyde sahip oldukları ideolojik motivasyondur. Biz, bu orduyu moralini bozarak yenebiliriz ve bu moral, onları bozguna uğratarak ve daha fazla kayıp verdirerek bozulabilir.
Fakat zafere götüren bu kısa yol daha şimdiden çok açıkça istenmesi gereken fedakarlıkları içermektedir. Ve bunlar, sürekli olarak mücadeleden kaçtığımız ve başkalarının bizim için kendilerini tehlikeye atmalarını istediğimiz zaman dayanmaya mecbur olacağımız fedakarlıklardan belki daha az acı verici olacaktır.
Son kurtulacak ülke, büyük olasılıkla, silahlı mücadele olmaksızın ve emperyalizme karşı uzun ve acımasız bir savaşın etkilerinden kaçınarak gerçekleşecektir. Ama bu mücadeleden ve bu mücadelenin dünya çapındaki sonuçlarından kaçınmak olanaksız olacaktır; onun etkileri aynı, hatta daha büyük olacaktır. Geleceği önceden kestiremeyiz, ama özgürlüğü özleyip de zaferin bir kırıntısı olarak kendi özgürlüğünü bekleyen ve onun için mücadeleden kaçan bir ulusun öncüsü olmayı istemek gibi bozguncu iğvalara asla kapılmamalıyız.
Yararsız özverilerden kaçınmak kesinlikle doğrudur. Bunun için de bağımlı Amerika’nın kendisini barışçı yoldan kurtarmak için sahip olduğu gerçek olanakları açıkça ortaya koymak çok önemlidir. Bizim için bu sorunun çözümü çok açıktır: Bugünkü aşama, mücadeleye başlamak için uygun bir an olabilir ya da olmayabilir, ama savaşmaksızın özgürlüğü elde edebileceğimiz konusunda hiçbir yanılsamaya kapılamayız ve böyle bir yanılsama hakkına sahip değiliz. Ve bu savaş, ne gözyaşartıcı bombalara karşı taşlarla verilen bir sokak çatışması, ya da pasifist genel grev olacaktır; ne de egemen oligarşilerin baskı mekanizmasını iki-üç günde yıkan öfkeli bir halkın çatışması olacaktır; bu mücadele, uzun, sert bir mücadele olacaktır ve onun cephesi, şehirlerdeki gerillaların barınakları, savaşçıların evleri
Onlar, bizi bu mücadeleye itiyorlar; bu mücadeleye hazır olmak ve bu mücadeleye girişmekten başka bir alternatif yoktur.
Başlangıç kolay olmayacaktır; hatta aşırı ölçüde zor olacaktır. Oligarşilerin tüm baskı gücü, tüm demagoji ve vahşiliyle onların amaçlarının hizmetinde olacaktır. İlk saatte bizim görevimiz hayatta kalmaktır; daha sonra silahlı propaganda (Vietnamca anlamıyla, yani düşmana karşı yürütülen kazınılsın ya da kaybedilsin -ama savaşarak- çarpışmaların propagandası) yürüten gerilla örneğini izlemek olacaktır: gerillaların yenilmezliği dersi sahipsiz kitleler arasında kök salacak; ulusal ruhun elektriklendirici gücü, daha şiddetli baskılara karşı koymak için daha zorlu görevlere hazırlayacak; mücadelenin bir unsuru olarak nefret, düşmanın nefreti, bizi, insanın doğal sınırlarını aşan ve onun ötesine geçen, insanı etkin, şiddetli, seçici ve soğuk bir ölüm makinasına dönüştürmeye zorlayacaktır. Bizim askerlerimiz böyle olmak zorundadır; düşmandan nefret etmeyen bir halk vahşi bir düşmanı yenemez.
Savaş, düşman onu nereye götürüyorsa oraya kadar götürülmelidir: onun evine, eğlence yerlerine; topyekün savaş. Düşmana kışlalarının dışında ve hatta içinde bile rahat edebileceği bir an, barışçıl bir an bile bırakılmamalı; nerede bulunuyorsa ona saldırmalı, geçeceği her yerde ona köşeye sıkıştırılmış bir hayvan duygusu verilmelidir. O zaman, onun morali bozulmaya başlayacaktır. O, gittikçe daha fazla hayvanlaşacaktır, ama böylece biz onun çöküntüsünün belirtilerini daha açık göreceğizdir.
Ve insanlığın kurtuluşu uğruna verilen savaşın bayrağı altında, uluslararası proleter ordularla gerçek bir proletarya enternasyonalizmi geliştirmeliyiz. Vietnam’ın, Venezüella’nın, Guatemala’nın, Laos’un, Gine’nin, Kolombiya’nın, Bolivya’nın, Brezilya’nın -yalnızca silahlı mücadelenin bugünkü sahnelerini sayarsak- bayrakları ardında ölmek, bir Amerikalı, bir Asyalı, bir Afrikalı ve hatta Avrupalı için aynı ölçüde onur verici ve erişilmeye değer olacaktır.
İnsanın, bayrağı altında doğmadığı bir ülkede döktüğü her kan damlası, sonradan kendi halkının kurtuluş mücadelesinde kullanılmak için, hayatta kalanların birlikte götüreceği bir deneydir. Ve her bir ulusun kurtuluşu, kendi ülkesinin kurtuluş savaşında kazandığı bir aşamadır.
Düşünce ayrılıklarımızı azaltma ve herşeyi mücadelenin hizmetine sokma saati gelmiştir.
Biz, büyük tartışmaların özgürlük için mücadele eden dünyayı parçaladığını biliyoruz. Biz biliyoruz ki, bu tartışmalar, diyalog ve uzlaşmayla çözülmesi tamamen olanaksız olmasa da çok zor olabilecek boyutta ve keskinliktedir. Düşman partiler arasında bir diyalog yolu ve aracı bulmak boşunadır. Ama düşman burada; o, hergün darbe indiriyor ve bizleri yeni darbelerle tehdit ediyor; bu darbeler, bugün olmazsa yarın ya da bir başka gün bizleri birleştirecektir. Bunu ilk kavrayanlar ve bu zorunlu birliği hazırlayanlar, halkların sevgisine sahip olacaklardır.
Her bir tarafın kendi görüş açısını savunduğu zehirleyicilik ve katılık karşısında biz, sahipsizler, düşünce ayrılıklarını karara bağlamak için bu ya da ötekinin tarafını tutamayız, kimi zaman şu ya da bu partinin belli görüşleriyle, ya da birinin görüşleriyle öteki tarafınkinden daha çok uzlaşsak bile. Savaş zamanında şimdiki ayrılıkların görünür olması bir zayıflık anlamına gelir, ama bu aşamada, sözcüklerle bu ayrışmayı ortadan kaldırmaya girişmek bir yanılsamadır. Tarih onları silecek ya da gerçek anlamına kavuşturacaktır.
Mücadele içindeki dünyamızda taktiklere ilişkin, sınırlı amaçlara ulaşmak için kullanılacak eylem yöntemlerine ilişkin ayrılıklar, diğerlerinin düşüncelerine saygı göstererek tahlil edilmelidir. Silahlı mücadeleyle emperyalizmin topyekün imha edilmesi olan büyük stratejik hedefimize gelince, biz, bu konuda dünyanın en uzlaşmazlarıyız.
Zafer umutlarımızı şöyle özetleyelim: emperyalizmi, en sağlam siperi olan ABD tarafından yürütülen baskıyı bertaraf ederek, topyekün yoketmek. Taktik yöntem olarak, düşmanın kendi varoluş temellerinden, yani kendine bağlı bölgelerden sökerek kendi bölgelerinin dışında bir zorlu savaşa sokularak, tek tek ya da gruplar halinde halkların tedrici kurtuluşunu sağlamak.
Bu uzun süreli bir savaş demektir. Ve, bir kez daha yineleyelim, acımasız bir savaştır. Savaş gelip çattığında, kimse onu yumuşatırım diye kendini aldatmasın ve kimse, halkı uğruna katlanabileceği savaşın sonuçlarının verdiği korkuyla, savaşı kızıştırmakta duraksamasın. Bu hemen hemen tek zafer umududur. Saatin çağrısından kaçamayız. Bunu, bize Vietnam sonsuz kahramanlık dersleriyle, kesin zaferin elde edilmesi için verilen mücadelenin ve ölümün her günkü trajik dersleriyle göstermektedir.
Burada, Amerikan yaşam standartlarına alışmış emperyalizmin askerleri, kendi tahkim edilmiş üslerinin dışına adım attıkları anda düşman bölgesinde karşı karşıya kaldık
ları ölümün, tüm halkın sürekli düşmanlığının yarattığı güvensizlik içinde düşman topraklarında yaşamak zorunda kaldıkları koşullara katlanıyorlar. Bütün bunlar, ABD içinde bir tepkiye neden olmakta ve emperyalizmi zayıflatan bir etken ortaya çıkarmaktadır: Kendi toprakları üzerinde sınıf mücadelesi.
Eğer dünyada ölümün kendi paylarına düşen kısmıyla ve müthiş trajedileriyle, hergünkü kahramanlıklarıyla, emperyalizme bitmez tükenmez darbeler indirerek, dünya halklarının artan nefretiyle emperyalizmin güçlerini parçalamak için iki, üç daha fazla Vietnam gün ışığına çıksaydı, geleceğe daha güvenli bakabilirdik!
Ve eğer bizler, düşmana güçlü ve etkin darbeler vurmak için birleşebilseydik ve mücadele eden halklara her türlü yardımı etkin olarak artırabilseydik, gelecek o zaman nasıl da büyük ve yakın olacaktı!
Eğer biz, dünyanın bu küçük bir noktasında, verebileceğimiz az şeyi: yaşamımızı, özverimizi sunduğumuz bu mücadeleyi örgütlediğimiz ve görevimizi başarmak için çalıştığımız yerde, kanımızın suladığı ve artık bizim olan bir dünyada eğer bir gün son nefesimizi vermek durumunda kalırsak, o zaman, eylemlerimizin etki alanını iyi ölçüp biçtiğimiz ve kendimizi büyük proleter ordunun bir unsuru olmaktan daha fazla birşey saymadığımız, ama Küba Devrimi’nden ve onun büyük kumandanının, dünyanın bu parçasına karşı gösterdiği tutumdan çıkan büyük dersten onur duyduğumuz bilinmelidir: “İnsanlığın kaderi tehlikedeyse, bir insanın ya da bir halkın maruz kaldığı tehlikeler ya da özveriler ne ifade eder ki.”
Bizim her eylemimiz emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insanlığın en büyük düşmanı ABD’ye karşı halkların birliği için bir savaş marşıdır.
Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları yeni savaş ve zafer naralarıyla ve de mitralyöz sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi.
1967 yılında Afrika, Asya ve Latın-Amerika Halkları Dayanışma Örgütü Konferansına Che’nin yolladığı konuşma metni