Türkiye burjuvazisi kendinden beklenmeyecek bir esneklik ve kurnazlıkla yapılamaz gibi görüneni başardı: fabrikasını 50 uzun gün boyu işgal etmiş olan SEKA işçisini en ufak bir taviz vermeden ve (başlangıçtaki bir akim kalmış girişim dışında) en ufak bir şiddet uygulamadan fabrikadan çıkarmayı başardı. Burjuvazinin “sol” gazetesi Radikal’in ertesi gün attığı başlıkla “SEKA’da iş tatlıya bağlandı”. Burjuvazinin […]
Türkiye burjuvazisi kendinden beklenmeyecek bir esneklik ve kurnazlıkla yapılamaz gibi görüneni başardı: fabrikasını 50 uzun gün boyu işgal etmiş olan SEKA işçisini en ufak bir taviz vermeden ve (başlangıçtaki bir akim kalmış girişim dışında) en ufak bir şiddet uygulamadan fabrikadan çıkarmayı başardı. Burjuvazinin “sol” gazetesi Radikal’in ertesi gün attığı başlıkla “SEKA’da iş tatlıya bağlandı”. Burjuvazinin bu liberal-sol liberal melezi yayınına, son dönemde sınıf mücadelesinde görülmüş olan en ciddi hareketlenmenin sona erdirilmesi gerçekten “tatlı” gelmiştir, hiç kuşku yok. Tersinden bakıldığında, işçi hareketinin bütünü açısından bu ciddi bir mevzii yenilgidir. Bu yenilgiyi ve nedenlerini kavramak, gelecekte sınıf mücadelesinin önünün açılması için herhangi olumlu bir katkıda bulunmanın önkoşuludur.
SEKA mücadelesinin ulaştığı sonuç iki ayrı düzeyde bir yenilgi olarak görülmelidir. Birincisi, SEKA işçisi 50 gün boyunca kahramanca direndiği halde istediği hiçbir şeyi alamadan teslim olmak zorunda kalmıştır. Hükümet ile Türk-İş ve Selüloz-İş bürokrasisi arasında varılan anlaşmanın bir “uzlaşma” olduğunu söylemek, işçilerin sağduyusu ile alay etmektir. Bu bir uzlaşma değil, bir teslimiyet belgesidir. Mücadelenin konusu yalındı: hükümet SEKA’yı kapatmak istiyordu, SEKA işçisi ise üretime devam etmek. Fabrikanın İzmit Belediyesi’ne devri tümüyle aldatmacadır. SEKA her şeyi ile zaten belediyeye devredilecekti. Varılan anlaşmanın tek özelliği, SEKA’nın işçilerinin de, üzerinde yaşadıkları ve üretim yaptıkları topraklarla birlikte yeni bir mültezime devredilen reaya misali, Belediye’ye devredilmiş olmasıdır! Bu belediye, basının yazdığına göre Türkiye’nin en ağır borç yükü altında kıvranan belediyesidir. O mu gerekli modernizasyon yatırımını yaparak SEKA’yı ayakta tutacak? Burjuvazinin bütün temsilcileri ve Türk-İş bürokrasisinin başı, halkı ve işçileri uyutmak için “anlaşmada fabrikanın kapatılması yok” diyorlar. Ama belediye başkanı daha fabrika yeni boşaltılmışken, “devletin işletemediği fabrikayı biz mi işleteceğiz?” diye demeç veriyor! Zaten belediye başkanı yalanı sürdürse ne olacak? Anlaşma SEKA işçisini derhal belediye işçisi haline getiriyor, asgari düzeyde alacağı ücreti bile saptıyor. Üstelik işçilerin tazminatlarının ödenmiş olduğu ve SEKA ile ilişkilerinin kesildiği de ifade ediliyor. SEKA işçisi belediyede çalışacaksa, SEKA nasıl açık kalacak? Yeni işçi mi alınacak?
Maskaralığın gereği yok. İşin adını koyalım: Türk-İş bürokrasisi ve Selüloz-İş yönetimi SEKA işçisini satmıştır. Hükümet ile bürokrasi arasında varılan anlaşma da bunun örtüsüdür. Bir toplumsal ya da siyasal uzlaşmazlıkta, iki tarafın kendi pozisyonlarında ısrar etmesi, bir süre sonra bu pozisyonlardan geri dönülmesini olanaksız hale getirir. SEKA’da işçi üretime devam kararı alınmadan fabrikadan çıkmam diyordu, hükümet de kapatma kararında ısrar ediyordu. Müzakere olarak anılan süreçte eğer masaya iki tarafın gerçek temsilcileri oturursa, böyle durumlarda eğer çatışma olmayacaksa mutlaka bir orta yol bulmak gerekir ki, iki taraf da yüzü kızarmadan masadan kalksın. Ama müzakere masasına burjuvazinin hükümetinin karşısına onun işçi sınıfı içindeki ajanı konumunda olan bürokrasi oturunca, aranan sadece işçiyi kandırma formülü olur. Durum sanki masanın iki yanında aynı taraf ayrı kılıklarda oturuyor gibidir. Deniz Baykal bile, iltifat mı, alay mı olduğu anlaşılamayan bir tonla Türk-İş başkanı Salih Kılıç’a “başkan, siz onlara öylesine güler yüzlü, öylesine yumuşak davranıyorsunuz ki, kararlılığınızı anlamaları mümkün değil” anlamında sözler söylemedi mi?
Müzakerede yeni formül her zaman sihirli bir etki yaratır. “Belediyeye devir” sadece göz kamaştırıcı yeni bir formüldü. İşlevi de kapatma kararını birkaç hafta erteleyerek işçiyi fabrikadan çıkarmaktı. Birbiriyle ve aileleriyle elli gün boyunca kenetlenmiş 600’den fazla işçi bir kez fabrikadan çıktıktan sonra, kapatma kararına karşı nasıl direneceksiniz, kim direnecek? Türk-İş başkanı Salih Kılıç’ın “biz fabrikanın kapatılmasına razı olmadık, kapatılırsa gereğini yaparız” sözü blöf tarihine geçecek en gülünç çıkışlardan biri olmaya mahkûmdur!
Ne var ki, yenilgiyi sadece SEKA’nın kapatılması düzeyinde ele almak, ancak bu fabrikada elli gün süren fabrika işgalinden ve Türkiye işçi sınıfının bu işgale destek vermeye başlamasından ürken burjuvaların ve sendika bürokratlarının işidir. SEKA işçisinin özelleştirmeye ve her türlü baskıya karşı mücadelede işçi sınıfının geri kalan bölümüne esin kaynağı olduğunu İşçi Mücadelesi sitesinde daha önce yazdık. 4 Mart’ta aşağıdan gelen basıncın etkisiyle Türk-İş’in yarım yamalak bir eylem temelinde de olsa SEKA’ya destek vermesi, işin rengini değiştirmeye başlamıştı. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nun bu kararından daha önemli olan, birçok gözlemcinin hemfikir olduğu gibi, Türkiye’nin dört bir köşesinde fabrika ve işyerlerindeki işçinin 4 Mart gecesi gösterdiği şevk ve kararlılıktı. Sadece hükümet değil, burjuvazi de bu kararlılık gösterisinden büyük bir ürküntü duymuş olmalıdır. İşçinin daha ileri yürümeye hazır olduğu belli olmasına rağmen eylemin ardının gelmemesi, burjuvazinin ve hükümetin kısmen rahatlamasına yol açmıştır. Ama Erdoğan’ın eylemin ertesi günü ta Güney Afrika’lardan savurduğu fabrikayı zorla boşaltma tehdidi, burjuvaziyi yeni bir tehlike ile karşı karşıya bırakıyordu: SEKA işçilerinin aileleriyle birlikte savunduğu fabrikanın şiddete başvurularak boşaltılması, bunun için belki de kan akıtılması, zaten gerilmiş olan Türkiye işçi sınıfında büyük bir tepkiye ve öngörülemeyecek sonuçlara yol açabilirdi. İşçi Mücadelesi bu aşamada bütün destek biçimlerinin kilidinin fabrikanın savunulmasında ve boşaltma işleminin hükümet için maliyetinin yükseltilmesinde odaklandığını saptayarak sınıf mücadeleci bütün sendikacıları ve SEKA’ya destek veren aydınları bir SEKA Savunma Komitesi kurarak fabrikayı işçilerle birlikte korumaya davet etmişti.
Ne var ki, işçi sınıfının tepkisinden duyulan korku, hükümeti zora başvurmadan son bir defa sendika bürokrasisine dönmeye sevk etti. Üstelik, Erdoğan’ın boşaltma tehdidini savurduğu 5 Mart’ı, 6 Mart’ta İstanbul Beyazıt meydanındaki 8 Mart eyleminin gaddarca dağıtılması ve 7 Mart’ta AB temsilcilerinin bunu güçlü biçimde protesto etmesi izledi. AB’ye saygıda kusur etmek istemeyen Türkiye burjuvazisi derhal hazırola geçince, hükümetin SEKA’ya saldırma konusunda elleri bağlanmış oldu. Tam bu konjonktürde hükümetin başına yeni bir şiddet gösterisi alması mümkün değildi. Türk-İş bürokrasisinin ihaneti bu yüzden daha da yüz kızartıcıdır.
Önemli olan şudur: Türkiye işçi sınıfı çok uzun süren bir durgunluktan sonra ilk kez SEKA eyleminden esinlenerek ayakları üzerinde doğrulmaya başlamıştı. Üstelik AKP hükümeti, 3 Kasım 2002’den bu yana en zayıf günlerini yaşıyordu. Hükümetin bütün hamileri, ABD, AB ve tekelci burjuvazi eleştiri oklarını hükümete çevirmeye başlamıştı. Bu koşullarda, işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmeye en ufak bir önem veren herhangi bir önderlik muazzam bir atılımı hazırlayabilirdi. Türk-İş bürokrasisi sadece SEKA işçisinin kahramanca mücadelesine ihanet etmiş değildir; aynı zamanda işçi sınıfının burjuvazinin neo-liberal özelleştirmeci taarruzuna karşı, yıllardır görülmemiş olan bir mücadele dinamiğini israf ederek b