İlk Eşitlikçi Düşünceler. Makineleşmenin artmasıyla birlikte işleri ellerinden alınan zanaatkarlar, daha az emekle üretimin mümkün hale gelmesiyle işinden olan işçiler, öfkelerini başlarına gelen felaketin sorumlusu olarak gördükleri makinelere yönelttiler. 1700’lü yılların sonlarından itibaren İngiltere’den başlayarak yaklaşık 30 yıl süren hareketler Avrupa’nın her yerinde mülksüzleşen, yoksullaşan kitlelerin tepkilerini ifade etti. Ancak bu hareketler hızla gelişen ve […]
İlk Eşitlikçi Düşünceler. Makineleşmenin artmasıyla birlikte işleri ellerinden alınan zanaatkarlar, daha az emekle üretimin mümkün hale gelmesiyle işinden olan işçiler, öfkelerini başlarına gelen felaketin sorumlusu olarak gördükleri makinelere yönelttiler. 1700’lü yılların sonlarından itibaren İngiltere’den başlayarak yaklaşık 30 yıl süren hareketler Avrupa’nın her yerinde mülksüzleşen, yoksullaşan kitlelerin tepkilerini ifade etti. Ancak bu hareketler hızla gelişen ve yeni bir üretim sistemini temsil eden kapitalist üretim ilişkilerine direnmekten başka bir anlam ifade etmiyor ve bu anlamda kaybetmeye mahkum olarak mücadele ediyorlardı. Nitekim, 1815 İngiliz-Fransız savaşının ortaya çıkardığı bunalımın sonuçlarına tepki olarak ayaklanan zanaatkarlar, köylüler ve işçilerden oluşan 60 bin kişilik topluluk, zengin toprak sahiplerinin askerleri tarafından ağır bir katliama maruz kaldı. Bu ayaklanma girişimi tepkisel kitle hareketlerinin sona erdiğini gösterir nitelikteydi. Bu dönemden sonra ezilen kitleler kendi düzenlerinin arayışına yönelen eylemlerin ve fikirlerin peşinden gitmeye yöneleceklerdi.
Feodal rejimin zora dayalı sömürüsü altında inleyen geniş kitlelerin huzursuzlukları, bir başka düzlemde de rejimin mezarını kazmaya hazırlanıyordu. Coğrafi keşifler, bilimsel buluşlar yeni ideolojik zemini hazırlıyordu. Tanrının egemenliği yerine aklın egemenliğini geçiren aydınlanmacı düşünce yavaş yavaş etkinlik kazanıyordu. 18. yüzyılın başlarında özellikle İngiltere’de tüccar çevreleri, yeni tip sermaye birikimine yatkın toprak sahipleri, bankerler, bazı eğitimli kimseler biraraya gelerek feodal düzenin katı sınıf ayrımcılığına karşı sınıf farklılıklarına önem vermeyen, aydınlanmacı, bilimsel/toplumsal bir düşünceyi yaymaya çalışıyorlardı. Bunların arasında buhar makinesinin mucidi James Watt, Charles Darwin’in dedesi Erasmus Darwin gibi bilim adamları ön saftaydı. Taşra derneklerinde toplanan bu kişiler hem bilimsel hem de sosyal gelişmeler üzerine kafa yormaktaydılar. Bu dönemde henüz ne bizim anladığımız anlamda işçi sınıfı sayısal bir çoğunluk sağlamış ne de hakları için bir mücadele içine girmişti.
Feodal rejime karşı eşitlik-özgürlük-kardeşlik temelinde Fransız Devrimi gerçekleştiğinde ezilen kitleler, kendileri için de bir dünya kurulacağı yanılsaması içindeydiler. Ancak burjuvazi iktidarı ele geçirmek için arkasına taktığı kitlelere ihanet etmekte gecikmedi. 1793 Ağustos’unda İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin kabulü ile doruğuna çıkan burjuva devrimi, hızla kitleleri yurttaş olmaktan, çalışan sınıf olmaya zorladı.
Kendi kaderine terkedilen emekçi yoksul kitleler, kent merkezlerinde oluşan klüplerde üretilen fikirlerin peşinde burjuva iktidarına tepki göstermekte gecikmediler. Burjuva düzeninden dışlanan kitleler kendi düzenlerinin nasıl olacağı konusunda fikirler oluşturmaya yöneldiler. Daha çok zanaatkarlardan ve küçük çiftlik sahiplerinden oluşan bu klüplerden etkilenen kitleler hızla yoksullaşıyor ve yoksullaştıkça radikal fikirlere yaklaşıyorlardı. Fransa’da başlayan “baldırıçıplaklar” hareketi burjuva düzenine karşı ilk ciddi hareket olarak gelişti. Bu hareket, burjuvazinin söz verip de yapmadığı idealleri gerçekleştirmek yanlısıydı. Hem zengin tabakalara düşman olunacak, hem küçük mülkiyet korunacaktı. İş bulma ve ücretlerin düzenli ödenmesinin devlet garantisi altında olduğu, aşırı eşitlikçi ve özgürlükçü bir rejim istiyorlardı.
Baldırıçıplaklar hareketi esas olarak gelişen kapitalist sistemde hızla mülksüzleşen zanaatkarlar ve küçük toprak sahiplerinin bir direniş hareketi olarak kaldı. Hiçbir zaman alternatif bir toplumsal sistem öneremedi. Zira gelişen üretim ilişkileri karşısında geri olanı temsil ediyorlardı.
İşçi Sınıfının Tarih Sahnesine Çıkışı ve İlk Sosyalist Düşünceler: Grachuss Babeuf ve darbeci sosyalizm. Fransız Devrimi’nin ardından Baldırıçıplaklar’ın hareketi ihanete uğrayan kitlelerin tepkisi olarak gelişti. Babeufçuluk ise burjuva düzenine alternatif ilk hareket olarak ortaya çıktı. Halkın Sözcüsü isimli gazetesinde fikirlerini yazan Babeuf, komünist bir sistemin ilk ipuçlarını ortaya koymaya başlamıştı. Eşitler Cumhuriyeti adını verdiği düzeni kurmak için Eşitlerin Fesadı adında bir gizli örgüt kurdu. Bu örgütte burjuva devriminin yarı yolda bıraktığı Jacobenlerden, Babeufçu (ütopyacı) komünistlere kadar geniş kesimler yeralıyordu.
Babeuf’un, “Bütün ürünler ve eşya, insanların ortaklaşa malıdır; toprak hiç kimsenin değildir, meyveler bütün herkesindir…” şeklinde formüle ettiği fikirleri yoksullar tarafından hararetle karşılanıyordu. Eşitler Manifestosu olarak özetlenen görüşlerinde çalışanların haklarına önem vermiş, Babeuf ise politik mücadelesi sırasında tutuklanmış ve idam edilmişti.
Sınıf mücadelesi açısından, Babeuf’un en önemli tarafı işçi kitlelerini etkileyen ilk siyasal düşünce ve eylem adamı oluşudur. Burjuva devriminin emekçi kitlelerden uzaklaştığı bir dönemde Babeuf, halk kitleleriyle burjuvazi arasındaki ideolojik kopuşu gerçekleştirmiştir. Bu anlamda burjuva düzenini aşan ilk siyasal düşüncedir. Babeuf, yeni gelişen proletaryanın önemini görmüştü. “En yetkin kılavuz” diye nitelendirdiği işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışını görmüş ancak onun siyasal eyleminin sınırları konusunda muğlak fikirlere sahip olmuştu. Şüphesiz bunda, işçi sınıfının henüz bağımsız bir sınıf olarak toplumsal pratik içinde yer almamış olmasının da rolü vardı. Babeuf’a göre devrim küçük bir idealist grubun siyasal eyleminden ibaretti. Bu nedenle onun ütopyasındaki sosyalizmin inşası için işçi kitlelerinin örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi hayati öneme haiz değildi.
Robert Owen ve Chartist hareket. Kendisi de zengin bir sanayici olan Robert Owen, yeni gelişen sanayicilerin feodal zorbalığa karşı eşitlik ve demokrasiye dayalı bir rejimi kurabileceğini düşünüyordu. Owen bu düşüncesinde sermaye sınıfını egemen sınıf olarak tasarlamıyor, aksine işçilerle beraber ideal bir toplumun kurulması hayalini taşıyordu. İşçi sınıfının eyleminin reformlarla sınırlı olmasının arkasında yatan en önemli neden, yeni yeni güçlenen burjuvazinin henüz devrimci olmasıydı. Owen’a göre yeni bir toplumun kurucu öğesi olan burjuvazinin tek kabahati sadece kar tutkusuyla hareket etmesiydi. Burjuva hükümet işçi sınıfının eylemleriyle ikna edilerek, burjuva sınıfına karşı tedbir almaya zorlanabilirdi. Bu nedenle Owen’ın fikirleri arasında devrim fikri hiçbir zaman yer almadı. Mülk sahiplerini yanında çalışan işçileriyle birlikte karar alma ve yönetmeye ikna edemeyeceğini anlayınca kendisi gibi düşünen zenginlerle bu anlayışa dayanan işletmeler kurdu. Bunları kooperatif esasına göre çalıştırdı. Owen bu kolektif yaşam sistemine sosyalizm adını vermişti.
Kooperasyon hareketi adı altında örgütlenen işçi hareketi Owen’ın düşüncelerinden de etkilenerek, kapitalizmin halk kitleleri için de iyi bir rejim olması gerektiği talebini dile getiriyordu. Bir taraftan hızla artan yeni iş çeşitleri ve çalışma imkanları, diğer taraftan feodal zorla çalışmadan kurtulma ve korkunç durumdaki çalışma ve yaşam koşulları, yoksul emekçi kitleleri Owen’ın hayallerine yakınlaştırıyordu.
Halkın Fermanı (People’s Charter) adı altında düzenledikleri talepler belgesi yoksul emekçi kitlelerin mücadele programı haline gelmişti. Chartist hareket bu anlamda işçi sınıfın
ın belli bir program etrafındaki ilk bağımsız sınıf hareketi olma özelliği taşır. Owen’ın düşüncelerinde her ne kadar bir iktidar mücadelesi perspektifi yer almasa da sınıfın bağımsız eylemi her zaman önemli bir yer tutmuştur. Onun bizzat yer aldığı mücadele süreçlerinde ulusal çapta büyük bir sendika kurulmuş ve Chartist hareket üzerinde etkili olmuştu. Owen’ın düşünceleri esas olarak yeni gelişen kapitalizmin imkanları üzerine kurulmuştu. Kendisi her ne kadar anti-kapitalist bir sistem hayal etse de kafasında bir sistem değişikliği tasarlamadığı için Owencılık esas olarak bir çeşit burjuva düşüncesi olmaktan kurtulamadı.
Şüphesiz Chartist hareketin bu gelişimi karşısında burjuva iktidarın saldırısı gecikmedi. 1830’larda doruğa çıkan sınıf hareketlerine karşı çok yönlü bir saldırı kampanyası başlatıldı. Bir tarafta lokavtlar, diğer tarafta hükümetin askeri tedbirleri sınıf hareketini geriletti. Chartist hareket işçi sınıfı mücadelesinin sınırları ve talepleri konusunda önemli dersler bırakarak tarihteki yerini aldı.
1848 Devrimi, İşçi Hareketleri: Charles Fourier, Saint-Simon ve Auguste Blanqui. 1830’lar tüm Avrupa’da işçi sınıfı mücadelelerinin hızla yoğunlaştığı bir dönem oldu. Kapitalizm ekonomik ilişkilerde hızla yaygınlaşırken, kendi sorunlarını da üretmeye başlamıştı. İngiltere’de Chartist hareket yaygın, kitlesel bir etkiye sahip ve/fakat politik içeriği burjuva çizgilerin dışına çıkamamış durumdayken Fransa merkezli Avrupa’da ise sınıf mücadelesi daha sert biçimlerde seyrediyordu. Mülksüzleşen zanaatkarlar, usta işçiler, yoksullaşan kitleler Fransız Devrimi’nden ilham alan devrimci düşüncelere açıktı. Gerek Babeufçuluk, gerekse benzer özellikleri olan gizli dar örgütler aracılığıyla yapılan mücadele biçimlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, gerekse kitle hareketinin İngiltere’de olduğu kadar olmasa bile gelişmeye başlaması sınıf mücadelesinde yeni bir dönemin başladığını gösteriyordu.
Yaygın kitle hareketleri, grevler, silahlı sokak hareketleri bu dönemin mücadele biçimleri olarak gelişiyor, örgütlenme konusunda ihtiyaca karşılık düşen yeni sendikal örgütlenmeler ortaya çıkıyordu. Bütün bunlar işçi sınıfının, iktidar mücadelesinin bir aktörü olarak tarih sahnesindeki yerini almaya hazırlandığını gösteriyordu. Nihayetinde bu mücadele 1848 Şubat’ında işçi sınıfının, burjuvazinin iktidar ortağı olmasıyla sonuçlandı. Fransa’daki devrim kısa sürede Almanya, İtalya, Macaristan ve Avusturya’da benzer sonuçlara yolaçtı.
İşçilerin yaşadıkları sorunlar giderek sistemin asli sorunu haline gelirken felsefe alanında Feurbach, Hegel’i materyalist bir tarzda yorumlamaya soyunmuş, Saint Simon ve Fourier’in düşünceleri işçi sınıfını etkilemeye başlamıştı.
Fourier ve St.Simon Owen’ın düşüncelerine benzer bir ütopya geliştiriyordu. Ancak Fourier, sanayileşmenin ortaya çıkardığı sorunlar üzerine kafa yormaktansa kentlerin uzağında, tarımsal alanlarda kurulacak kooperatif türü birliklerde sosyalist ilişkilere dayalı bir model üzerinde duruyordu. St.Simon ise tersine sanayi üretimini kutsar derecede destekliyor ve hayal ettiği toplumsal düzene “sanayicilik” adını veriyordu. St.Simon’a göre bu sistem aslında sosyalizmin kendisiydi. St.Simon, üretimin bir toplumsal sistemin temeli olduğunu savunurken emekçilerin sermayeden daha değerli olduğunu belirtiyor, sermayenin ve emeğin birlikte yer aldığı ancak emekçilerin hakkının yenmediği bir toplumsal düzen tasarlıyordu. Fourier ve St.Simon her ne kadar işçi mücadelelerine ilgi duymasalar da onların düşüncelerinden etkilenenler gizli örgütler kurarak kentlerde işçi hareketlerini örgütleme yoluna gittiler. Bu örgütler 1848 devrimine önemli katkılarda bulunmuşlardı. Fourier’in ve St.Simon’un eşitlik ve adalete dayalı bir toplumsal düzen üzerine söyledikleri, sınıf mücadelesinin önderlerini etkilemiş ve sınıf mücadelesinin sosyalizme yönelmesinde önemli rol oynamıştır.
Blanqui ise doğrudan sınıf mücadelesinin içinde politik bir aktör olarak yer almıştı. Owen, Fourier ve St.Simon gibi felsefi/ideolojik alanda etkinlik göstermez. St.Simon’un fikirleri onu çok etkiler. Ancak onun hareketine yön veren de Babeufçuluk’dur. O esas olarak bir profesyonel devrimcidir. Blanqui ile Babeuf dönemi arasındaki en önemli fark, işçi sınıfının yavaş yavaş siyasal mücadelenin öznesi haline gelmeye başlamasıdır. Bu açıdan Blanqui, devrimi, seçilmiş bir grubun hükümet darbesi olarak tasarlasa da, sınıfın mücadeledeki varlığı onu 1848 devriminin en önemli önderi haline getirecektir. O, işçi sınıfını devrimci düşünceleriyle etkilemeye çalışmıştı. İşçi sınıfının gerek 1830 devrimindeki etkisi, gerekse 1848’de iktidarın parçası olması, onu sosyalizmin ancak işçi sınıfının eseri olabileceği fikrine ulaştırmış ve bu çözümlemeyle sosyalizm mücadelesine önemli bir zenginlik katmıştır.
Blanqui’nin diğer önemli düşünsel katkısı ise 1830 devrimi sonrasındaki sınıf mücadelesindeki saflaşmayı doğru biçimde tespit etmesidir. 1830’da burjuvaziyle beraber soyluları deviren işçi sınıfı burjuva iktidarı tarafından unutulmuştu. Bu devrimin işçi sınıfı açısından bir yol ayrımı olduğunu düşünen Blanqui, artık işçi sınıfının asli düşmanının soylular değil burjuvazi olduğunu ileri sürmüştü. 1848 devrimi esas olarak bu fikirler etrafında şekillenmiş ve bu saptamayı doğrulamıştır.
Bir Dönemin Kapanışı. Ütopik sosyalistler sonuç olarak kapitalizmi aşan tutarlı düşünceler ortaya koyamasalar da, eşitlikçi bir düzen hayalleriyle ezilen sınıfların kapitalizm karşıtı bir mücadeleye yönelmesinde oldukça etkili olmuşlar; daha iyi bir dünya talep eden toplumsal sınıflara sağladıkları ideolojik donanımla onların kaba bir “yoksullar yığınından” devrimci bir sınıfa dönüşmelerine katkıda bulunmuşlardır. Yeni ve eşitlikçi bir topluma ilişkin düşüncelerinin oldukça sığ olmasının en önemli nedenlerinden birisi, işçi sınıfının henüz bağımsız bir siyasal güç olarak ortaya çıkmamış olmasıdır. Ütopik sosyalistler, sorunu hiçbir zaman yeni bir iktidar mücadelesi çerçevesinde ele almamışlar, bütün sorunların barışçı biçimde ve insanlığa yeni bir dünya vaat eder gibi görünen kapitalist sistem içinde çözülebileceğine inanmışlardı.
1848 devrimi sonrasında ise emek ile sermaye arasındaki sınıf mücadelesi sorunsalının bütün yönleriyle ortaya çıktığı bir dönem başladı. Mücadelenin ihtiyaçlarıyla doğrudan ilişkilenmeyen ütopyacı düşüncelerin bu süreçte etkili olması doğal olarak mümkün olmazken, sınıf mücadelesinin bu yeni döneminde Anarşizm ve Marksizm tarih sahnesindeki yerlerini almaya başlamışlardı.
Devrim Dergisi Sayı 30 mart 2002